www.musluman.biz

12 Mart 2012 Pazartesi

TEMBEL VE UYUŞUKLARIN BAHANELERİ

Huseyin Ebu Emre - Harun Yildirim - ahlak ve imani dersler

TEMBEL VE UYUŞUKLARIN BAHANELERİ


Ben bu kitapta her hangi bir konuyu araştırmak ve o konu için de bir çerçeve çizip bir takım fasıllar belirlemeyi düşünmedim. Sadece farklı konumlarda bulunan müslümanların bulundukları toplum hayatında sıkça karşılaşılan eğilimlere el atmayı tasarladım. Zira bazıları bu eğilimleri doğru bulmuyor. Bazıları şikayetçi. Bazıları da şeytan (a.l.)’nin süslemesi ve hilesine binaen doğruluğunu savunuyor. Asıl maksadım bu konulara sadece değinmek olduğundan genel manada ortak oldukları tembellik ve uyuşukluğun tarifinden, kısımlarından ve Kur’an-ı Kerim ile Rasulullah (s.a.v.)’in hadis-i şeriflerinden çokça bulunmasından bahsetmeyeceğim. Zira alimlerden hatta talebelerden birçok kimse bu eğilimleri araştırıp analiz etmişler. Üstelik bu gevşeklik ve tembelliğin ortaya çıktığı mevzuları, çıkış sebeplerini ve çözüm yollarını açıkça beyan etmişlerdir. Benim hedefim, Allah’a ve dinine davet eden ve bu davetten dökülenleri uyarmaktır. Özellikle kendisini temize çıkarmak için ürettiği bahaneleri geçerliliğini savunan, hatta Allah katında bile kabul göreceği hezeyanıyla avunan zamanımız müslümanlarını ikaz etmektir.
Şimdi belirtmeliyim ki; ele alacağımız bu sudan bahaneleri, araştırma ve bunun neticesinde edindiğimiz kanaatimizle tespit ettik. Bununla beraber değinmediğimiz ve insanların hakka uymalarına gerçekten engel teşkil eden daha başka bahanelerin de olacağından şüphemiz yoktur.
Bütün bunları söylerken de hedefimiz; kendini toparlamak, yapacağı hizmete hazırlanmak ve yaptıklarını muhasebe ve değerlendirmesini yapmak için kenara çekilenler değildir. Çünkü böylesine hareket, hizmet dengesini korumada en güzel ameldir. 
İbn-ül-Kayyım der ki; “Bir takım kimseler toparlanmak ve bir sonraki hizmete hazırlanmak için gevşerler. Ancak bunların bu gevşekliği gerçekte bir hizmettir ve o insanlara zarar da vermez. Zira her iş için bir karar ve her karar için de bir zemin gereklidir.”[1]
Rasulullah (s.a.v.) buyurdu ki;
“Her şey için bir aktiflik (karar) ve her aktiflik için de pasiflik (sükunet) vardır. Artık sükunet sahibi her kim ki hakka yönlendirir de taşkınlıktan sakınırsa kabul edin. Kim de kendisine parmaklarla işaret edilecek (kadar sivrilir)se onu kabül etmeyin.” (Ebu İsa: “Bu hadis sahih ve hasendir” dedi.)[2]
Abdulah bin Amr (r.a.) rivayet etti. Rasulullah (s.a.v.) buyurdu ki;
”Her amel için bir aktiflik (karar) ver her aktiflik için bir sükunet vardır. Artık kimin sükunluğu- sükuneti sünnet ve yoluma yönlendirirse o kurtulmuştur. Başka yollara kaydırırsa o helak olmuştur.”[3]

Tembellik Nedir?


Ez-Zebidi; Tembellik, yoldan çıkmak demektir. Yapılan işte ilerlemeyip yerinde saymadır. Geride kalmaktan ibarettir.[4]
İbn-ül-Menzur da; Tembellik, Yapılan işten vaz geçip gerilemektir.[5]
Bu açıklamalardan sonra bilinmesi gereken şu ki; hak yoldan sapan her uyuşuk tembel için kesinlikle bir çok bahane uydurulmuştur. Hem de her fert için, her toplum için hatta her durum için ayrı ayrı bahaneler. İşte biz, bu bahanelerin en belirginlerinden bazılarını sıralayıp değerlendireceğiz. [6]

1) Yaşlılık Bahanesi


Bazıları yaşları biraz ilerleyince; “Artık yaşlandım. Gücüm kalmadı. Daha önce yaptıklarım bana yeter.” demeye başlıyor. Emekliye ayrılıp maaşa bağlanmasının onu hizmetten de emekli ettiğini zannediyor. Böyle düşünen kardeşlerimiz bilmez mi?  Ki; kafile gidiyor ve varacakları yer de cennet. Kafileden geri kalır ve uzak durulursa hiç kimse iltifat edemeyecek ve yanlarına alamayacak. Ayrıca bilmez mi ki; amel-i salih için her hangibir yaş sınırı yoktur. Tam aksine yüce Rabbimiz buyuruyor ki;
“Ölene dek Rabbine ibadet et.” (Hicr: 15/99)
 Hasan El-Basri diyor ki: Allah-u Teala amel-i salih için ölümden başka bir engel takdir etmedi.
Hz. Aişe (r.aha.) rivayet etti. Varaka, Rasulullah ( S.A.V.)’e dedi ki: “Senin (Peygamberliğini ilan ettiğin) zamanına ulaşırsam sana çokça yardım edeceğim.” Oysaki o çok yaşlanmış gözleri görmez olmuştu. Buna rağmen yardımcı olacağına dair söz vermiş ve yardımının çok ve kalıcı olması için genç ve güçlü olmayı çok istemiş.
Enes (r.a.) anlatıyor: Bir gün Ebu Talha El-Ensari (r.a.) Beraat suresi’ni okurken,
“(Ey müminler!) Sizler gerek -hafif gerek ağırlıklı olarak el birlik – top yekun (cihada) çıkın.” ayetine gelince, “Rabbimiz bu ayette gençler ve yaşlılar olarak top yekun cihada çıkın’ diye emrettiğini anlıyorum.” dedi ve çocuklarına onu cihad için teçhiz edip donatmalarını emretti. Bunun karşılığında çocukları dediler ki; “Allah sana hayırlar versin. Rabbine kavuşuncaya dek Rasullah (s.a.v.) ile beraber savaştın. Rablerine kavuşuncaya dek Ebu Bekir ve Ömer  (r.anhüma) ile beraber de savaştın. Artık bırak senin yerine biz savaşalım.” Ebu Talha (r.a.) çocuklarının bu önerisini kabul etmedi. Nihayet onu da cihad için donattılar. Sonra gemiye bindiler. Daha gemideyken şehit oldu. Defnedecekleri bir ada bulamadılar. Yedi gün geçti. Sonunda bir ada bulup oraya defnettiler. Defnetmek için çıkarttıklarında baktılar ki hiç bozulmamış ve şehit olduğu an gibiydi.[7]
İmam-ı Şafi (r.a.) buyurdu ki: Dünyada rahatlık istemek şahsiyetli insanlara yakışmaz. Zira şahsiyetli insanlardan hiç birisi hiçbir zaman rahat bir hayat sürmemiştir. Hep yorgunluk ve sıkıntıyla iç içe olmuşlardır.
Zahitlerden birine sordular :
-Müslüman nasıl yaşamalı ki Allah (c.c.) ın seçkin kullarından olsun?
Dedi ki :
-Rahatı terk edip bütün gücünü Allah–ü Teala’ya itaata sarf etmekle.
Peygamberlerin hayatını incelediğimizde hepsi kırk yaşından sonra görevlendirilip ölünceye dek tevhide çağrıdan geri kalmamış olduklarını görürüz.
Ömer bin Hattas (r.a.)’ya baktığımızda da; yaralanıp ölümle burun buruna gelmesine rağmen yinede daha önce yaptığı işlerinden geri kalmamış. Bilakis yarasından kanlar boşaldığı halde bile müslümanlarla ilgili görevlerini devam ettirmişti. Kendisi ölüm döşeğindeyken; Rasulullah (s.a.v.) in kendilerinden razı olarak vefat ettiği beş kişi seçerek bir şura oluşturmuş, aralarından bir halife seçme olanağı sağlayarak müslümanların başı boş kalmamalarını önlemiştir. Hatta ölüm anında yanına gelen bir gencin kibir alameti olan entarisi (giysisi) ne takılmış ve kısaltılması ikazından geri kalmamıştır.
Hüzeyfe (r.a.)’ya sordular :
- Yaşayan ölüler kimlerdir?
O cevaben dedi ki :
- Bir kötülük görüp de eliyle veya diliyle değiştirmeyen veya kalbiyle buğz etmeyendir.[8]

2) Rızık Endişesi


Bazıları rızık endişesiyle bütün vakitlerini para kazanmaya ve dünyalık yığmaya harcıyor.
Hem de rızka Allah-u Teala’nın kefil olduğunu unuturcasına. Bu çıkmaza düşenler; rızık temini için çalışmanın, Sahabet-i Kiramın, Tabiin’in ve Selef-i salihin’in hayır ve bir çok güzelliklerde yarışmalarına engel olmadığını da unutuyorlar.
Rasulullah (s.a.v.) buyurdu ki:
”Cibril-i Emin bana Rızkını tamamlamadan hiç kimse ölmeyecek diye kesin haber verdi.O halde Allah’(c.c.) dan korkun. Rızık konusunda orta halli olun. Rızık endişesi, sizi Allah’ü Teala’ya isyan etmeye sevk etmesin. Çünkü Allah (c.c.) katındaki hayırlara ancak Allah (c.c.) itaat ile ulaşır.”
Bu hadis-i şerifi İbn-ü Hıbban, El-Hakim ve Ebu Nuaym, Cabir (r.a.)’dan rivayet etmişlerdir. Ayrıca El-Bezzar Huzeyfe (r.a.), El-Hakim İbn-i Mes’ud (r.a.) ve Ebu Nuayım da Ebi Umame (r.a.)’dan rivayet etmişlerdir.[9]
İbn- ul-Kayyım diyor ki; Nebiyyullah (s.a.v.) “Artık Allah (c.c.)’dan korkun. O’nun onun rızasına uygun yollarda rızkınızı temine çalışın” ifadelerinde hem dünya hem de ahiret nimet ve lezzetleri’ni bir araya toplamıştır. Zira Ahiret nimetleri Allah korkusunun, dünya lezzetleri Allah’ın rızasını gözetmenin neticesidir. Zaten Allah korkusuyla, beden ve gönül huzur-rahatlığıyla ve aç gözlülük, aşırı yorgunluk, sıkıntı ve üzüntüyü terk etmekle dünya nimetlerini istemek, rızkı en güzel elde etme ve Allah-u Teala’nın rızasına uygun temin etmenin ta kendisidir. Gerçekten Allah-u Teala’dan korkarak rızkını arayan ahiret nimetlerine de kavuşur. Çalışmasında orta yollu olan dünyanın sıkıntı ve kederlerinden uzak, rahata erişir. Bütün bunlarla beraber hatırlamamız gerekir ki; dünya ve ahiret terazisinde dengeyi gözetmek ancak Allah-u Teala’nın yardımıyla olabilir.
Şair ne güzel söylemiş!:
“Dünya feryad-ü figan ediyor kendi kendine:
Keşke şu halktan birileri sesimi duysa.
Nice bel bağlanılan dünyalık vardı ki helak etti.
Ve nice mallar vardı da dağılıp gitti.”
İbn-ül Kayyım (r.a.) diyor ki;
Bir yere bir maddeyi koymak için o yerin boş olması ya da boşaltılması gerekir. Maddelerde müşahede ettiğimiz bu kanun manalarda da aynıdır. Şöyle ki; sapık ve sahte düşünce ve sevgilerle dolu olan bir kalpte hak ve gerçek olan inanç ve aşklara yer kalmaz. Boş ve faydasız konuşmalarla meşgul olan bir dil aynı zamanda önemli ve değerli konuşmalar yapabilir mi? Hayır, asla!. Hakkı konuşmanın imkanı batılı terk etmekle olur. Bütün uzuvlarda da durum aynıdır. Hem Allah (c.c.)’a isyan hem de itaat bir arada olmaz. Bunlar vesilesiyle anlamış oluruz ki; bir kimse, kesinlikle ortak kabul etmeyen Allah-u Teala’yı sevmek istiyorsa kalbinden “Başkalar”ını atması şarttır. Yine Allah (a.c)’ye itaat ve ibadet etmek istiyorsa isyan ve uyuşukluğu terk etmesi lazımdır.[10]
Abdullah, O babasından, O Seyyar’dan, O da Ca’fer’den rivayet etti ki; ben Malik (r.a.) duydum şöyle dedi: “Dünyevi üzüntü (ve istek) ölçüsünde uhrevi istek (ve nasib); Ahiret düşünce ve arzusu ölçüsünce de dünyevi gam ve keder azalır.”[11]
Bu konuyu iki ayet-i Celile ile bitirelim.
”(O kandil) o evlerde (yakılır) ki; Allah (c.c.) o (evlerin) yüce tanınmasını ve içlerinde adının anılmasına izin vermiş (emretmiş) tir. (Onlar) buralarda sabah-akşam Onu (Allah’ı) tesbih (ve tenzih ederler. (Öyle) Adamlar (vardır) ki onları ne bir ticaret ne de bir alış-veriş Allah’ı zikretmekten, dosdoğru namaz kılmaktan, zekat vermekten alı koyamaz. (Çünkü) onlar,  kalplerin ve gözlerin (dehşetten) döneceği günden korkarlar.” (Nur: 24/36-37) [12]

3) Çalışma Bahanesi


Bazıları, hayatın çiçek gibi vakitlerinin tümünü çalışmaya ayırıyor. Halbuki bütün vakitlerini çalışmaya ayırmanın yanlışlığını itiraf edip dönmeleri gerekirken tam aksine kendilerine tutunacakları bahaneler aramaya ve üretmeye koyuluyorlar. Hemen de uyduruyorlar : hayat bu, çalışmak zorundayım. Birisi:
-“Tamam efendiler! Çalışın. Fakat her şeyden  evvel sizler müslümansınız, dini görev ve ibadetlerinizi de yapın, yerine getirin” dese cevap hazır:
-“Aman efendim, ben bu görevde bulunduğum ve bu işte çalıştığım müddetçe müslümanlığımı yerine getiremem. Zaten zaman da kalmıyor. Hem namaz kılacak olsam hemen kapı dışarı ederler. Birazcık dinden bahsetsem dünden “irticacı” diye kodese atarlar.”
İnsanların çoğu bu ve benzeri bahanelerle kendilerini avutuyorlar. Ayrıca abdest yok, namaz, oruç yok, iyiliği emretme-kötülükten sakındırma diye hiç bir şey yok. Kısacası müslümanlık namına ve hanesine yaptıkları hiçbir şey yokken “Çalışmak ta ibadettir” diyerek sırf yaptıkları işleri intizamlı yapmalarıyla kendilerini kandırıyorlar. Allah-u teala’yı atlatabileceklerini sanıyorlar.
Halbuki; ibadet olan çalışma bu değildir. Bilakis ibadet olan çalışma, dini görev ve sorumluluklarını yerine getirmekle beraber dünyevi ihtiyaçları gidermeye ve uhrevi hayırları yapmaya sebep olan çalışmadır. İşte böyle çalışmanın kendisi de İslam davetinin en güzel vasıtalarındandır. Hem de çalışmayı ”ibadet” şuuruyla değerlendirenlerin Rableriyle de araları düzelir iş verenleriyle de! çünkü müslüman, “Allah korkusu”ndan dolayı  ibadetlerinde; “Kul hakkı” sorgusundan dolayı da yaptığı vazifede gevşeklik göstermez.
Süfyan bin Üyeyne diyor ki; Allah-u Teala’yla arasını düzeltirse Allah-u Teala’da onunla insanlar arasını düzeltir. Kim de ahireti için çalışırsa dünya işlerinde de Allah-u Teala ona yardım eder.[13]
Bir gün, akşamın beşine kadar muayene hanelerinde çalışan doktor kardeşlerimizden birine sordum. Bugün dinin için ne yaptın? Bir gün bile apaçık, günahlarla müptela olmuş herhangi bir hastanı uyardın mı?  “Ahiret hayatın nasıl: Namazlarına, vird ve zikirlerine devam ediyor musun?” diye ikaz edebildin mi? Şifa veren Allah’tır. Tedavi ve ilaçlar birer vesiledir. Ayrıca günahlarla müptela birilerinden şifa beklenmez diyebildin mi?
Sonra o doktor kardeşimiz tövbe edip Allah-u Teala’nın dinine sarıldı. Halbuki daha önce böylesine avantaj ve geniş imkanlar içinde Allah-u Teala’nın dinine hizmet etmeyi hiç hiç düşünmemişti. İyilik ve hizmet namına hiçbir şeye iştirak etmemişti. [14]

4) Treni Kaçırdık Zaman Da Değişti


Evet bazılarının sakız gibi ağızlarında geveledikleri bu: “Biz tireni kaçırdık. Bizden iş geçti, yeni yeni şeyler çıktı ve zaman da değişti” Bu kuyuya düşenler azımsanacak gibi değil. Hem de, onlar, sanki bu bahaneler onları Allah’ın azabından ve  gazabından  koruyacakmış gibi bir pişkinlik içinde oluyorlar. Hatta bu denli hezeyanlarla kendilerini avutanlar bununla da kalmıyor, “Bu zamanda ibadet mi olur, örtü  mü olur, cihad mı olur, iyiliği emretme-kötülükten sakındırma mı olur efendim! Bu çağ bilgi çağı artık.” gibi safsatalarla başkalarını da ayartmaya, saptırmaya yelteniyor. Aslında bütün bunlar Allah-u Teala ve gönderdiği dine karşı sorumsuzluktan, anlayış kıtlığından ve vicdanlarının taşlaşmasından kaynaklanıyor.
Malik bin Dinar diyor ki;
Müminlerin kalpleri ibadet, adalet, merhamet  gibi amel-i salihlerle coşar; asi ve sapıkların kalpleri ise isyan, tuğyan, içki, kumar, zina, gurur gibi kötü amellerle rahatlar. Ayrıca Allah-u Teala yaptıklarınızı da, düşündüklerinizi de görüyor ve biliyor. Şimdi kendinize bakın ve muhasebenizi yapın. Hangi konumdasınız? Allah (c.c.) nin rahmeti üzerinize olsun![15] Eğer kimin kalbinde hayır varsa ve de ahiret düşüncesi bulunuyorsa Allah’ın dini için nasıl hizmet edebileceğini kesinlikle bilecek ve yapacaktır. Hem de en güzel şekilde! [16]

5) Biraz Da Başkaları Yapsın


Tembel olan bazıları uyuşukluktan hizmet meydanlarını terk ediyorlar. “Başkaları zaten yapıyor. Bu hizmette bana ihtiyaçta yok” diyerek kendilerini avutuyorlar. Sanki dine hizmet alanlarında izdiham var da onlara yer kalmamış! Hatta bazen de bu tür tembel ve uyuşuk insanlar dini hizmet ve çalışma yollarında da birer engel ve set oluşturuyorlar.
Ama ne yazık ki böyle düşünen kardeşlerimiz  “Bu kadar para kazandık biraz da başkaları kazansın” hiç mi hiç demezler. Hele, “Bu işi bırakayım da biraz da başkaları çalışıp faydalansın.” hiç demezler. Hatta çoğu insanın, boşaltılmasını kuyruklarda bekledikleri vazifelerinden emekli olmayı bile düşünmezler. Amma iş ahiret işi ve ona yönelik olunca hep bir ağızdan” “Artık biraz da başkaları yapsın. Başkaları yapıyor zaten...” diye terennüm etmeye başlıyorlar. Cennet başkalarının olsun bize dünya yeter dercesine!
Rabbimiz buyuruyor:
 Yarışanlar o (nimete) ulaşmada yarışsınlar” (Mutaffin: 83/26)
Allah’ın affına ve sahası gökler ve yer kadar (geniş) olan ve ancak takvalı (müttaki) kullar için hazırlanmış cennete koşun.” (Al-imran: 3/133)
İşte o müttaki kullar iyiliklerde koşuşurlar. Zaten onlar iyilikte yarışanlardır.” (Müminun: 23/61)
Hz. Ömer (r.a.) hayırda Hz. Ebu Bekir (r.a.)’ı geçmek için çok çalışırdı.
Şeyh-ül–İslam İbn-ü Teymiyye diyor ki;
Rasulullah (s.a.v.)’e iman eden müslümanlar Allah’a davette Rasulullah (s.a.v.) konumundadır. Bundan dolayıdır ki ümmetin ittifakı kesin şer’i delil sayılmıştır. Çünkü ümmet sapıklıkta ittifak etmezler. Herhangi bir konuda ayrılığa düşerlerse onu Allah-u Teala’nın kitabına ve Rasulullah (s.a.v.)’in sünnetine havale ederler. Çözümü ancak onlardan beklerler. İslam’a davet her müslümanın üzerine farzdır. Buna binaen birileri bu daveti yapmazsa bütün müslümanlar günahkar olur. Bazıları bu görevi yaparsa diğerlerinden sorumluluk düşer. Eğer ehil değilse zaten ondan davet yapması beklenmez.
Bazen kendileri ehil iken başkalarının yapmadığı vazifeler onlar üzerine farziyeti kesindir. Bundan dolayıdır ki; Bazı konular birilerine (ehil olanlara) farz iken başkalarına (ehil olmayanlara) farz değildir. İslam’a davet ümmetler arasında ölçülü bir şekilde paylaştırılır. Şöyle ki; bazıları farz olan itikadi meselelere çağrıda bulunup öğretirken bazıları farz olan zahiri amellere çağırıp, öğretir. Bazıları da farz olan batini (kalbe ait olan) amellere davet edip öğretir. Netice olarak diyebiliriz ki; İslam daveti, farziyet (sorumluluk) noktasında kısımlara ayrılırken bazen de vuku (ve icraat-amel) noktasında kısımlara ayrılır.
Demek ki; Allah-u Teala’nın dinine çağrı bütün müslümanların üzerine farz-ı kifayedir. Ancak ehil olanlar üzerine, hiç kimse yapmadığında farz-ı ayn olur. “İyiliği emredip kötülükten sakındırma, Rasulullah (s.a.v.) in öğrettiği dini tebliğ etme, Allah yoluna cihad etme, iman ve Kur’an öğretisi”nin hali ve durumu böyledir.
Aynı zamanda belirtilmesi gereken bir şey de şudur; Allah’a davet, iyiliği emretmedir. Çünkü gerçek davetçi, kendisine çağırdığı güzelliği ve ameli benimseyen, arzulayan ve icra edendir. Bu da kendi kendine emretmedir. Zira emir, yapılması istenilen bir şeyi istemek, ona çağırmak ve teşvik etmektir. Böyle olunca da Allah-u Teala’nın dinine davet, onu emretmektir. Bunun yolu da emrettiğine inanıp kabul etme ve onu yaşamadır.[17]

6) Plansız-Programsız Olmaz


Bazıları, alim ve liderleri suçlayarak “Bu davet plansız-programsız olmaz” deyip kenara çekiliyorlar. “Kenara çekilip tembel ve miskince olur” dercesine! İşin daha enteresan yönü hiçbir destek vermeden, her şeyi de onlardan bekliyorlar. Onları hor ve hakir görüp aşağılasalar da!
Yaşadıkları küçücük aile ve iş hayatında; rahat – kasa – kese – eğlence ve makam ekseninde birazcıkta olsa düşünüp “İslam daveti” için kafa yormazlarken bir başkalarına yükü atmakla kurtulacaklarını sanıyorlar. Ve “Birileri bir program hazırlayacak, onlara sunacak” evhamlarıyla avunuyorlar. Ancak Allah için, dini için değil de kendi dünyaları için örneğin bir ev yapacak olsalar işler değişiyor. Başlıyorlar bunun için planlar – projeler çizmeye bir mühendis edasıyla! Hem de çeşit çeşit.
Tavsiye edildi ki; basit ve bayağı kimselerden İslam’a davet metodunu geliştirme noktasında yeni atılım ve fikirler beklenmez.  Zira bekleyende beklenilen kadar zarar görür.
Kaldı ki, İslam daveti diye bir merakı olmayan birilerinin değil metot değiştirme davet yapması bile görülmemektedir. Güzel bir söz vardır: Ağıt yakmak için kiralanan kadın ciğeri yanmış bir ana gibi olabilir mi?[18]

7) Bir Başkalarını Eleştirmek


Bazıları bir başkalarını eleştirmekle geçirirler ömürlerini. yapılan hizmetlerin hiçbirini beğenmezler. Bununla beraber yaptıkları eleştirilerle kendi çıkmazlarını, yanlışlıklarını ve tembelliklerini örtmeye çalışırlar. Genelde ağızlarında geveledikleri emzikleri; “falanca hoca güzel ders veremez”, “talebe yetiştiremez”, “falanca yazar değil kitap yazmak makale bile yazamaz”, “bunları söylemenin ve yazmanın zamanı mı?”, “dünyadan bi haber alimlerden ne öğreneceğim”, “ bu davet sloganla olmaz”, “zikirle olmaz”... Daha neler neler![19]
Hasan El-Basri (r.a.) bir gün mescitte toplanıp boş konuşan insanları görünce dedi ki; “bunlar kesinlikle ibadetten usanmış, bıkmış, Allah’tan korkuları az olan ve konuşma kendilerine kolay gelen kimselerdir.”
El-Velid Bin Mezid diyor ki; El-Evzai’nin şöyle söylediğini işittim: “Gerçek mümin az konuşur çok amel işler. Münafık ise çok konuşur az amel işler.”[20]
Bir gün En-Nisabet-ül Bekri Ravbetrül-Accac’a sordu: Vakar – şahsiyet düşmanları kimlerdir?
Ravbetrül-Accac’a:
-Siz açıklayın Efendim!
En-Nisabe:
-Kötülüğün amca çocuklarıdır. Şöyle ki; bir iyilik ve güzellik gördüklerinde gizlerler, bir kötülük gördüklerinde ise yayıp ilan ederler.[21]
İbn-üz-Zenci El- Bağdadi ne güzel demiş:
“İnsanlar kızıp eleştirmek için
Kusuru olmayanda kusur ararlar.
Gördükleri güzellikleri gizler kusurları yayarlar.
Bulamadıklarında ise uydururlar.”[22]
Başkalarını eleştirme bahanesiyle avunan ve oyalan insanların en belirgin özelliği: yapılan ufak- tefek hataları büyüteç altına koyup devleştirerek o hataya düşenleri veya düştüğünü zannettikleri insanları hor ve hakir görmeleridir.[23]
Ebu Hureyre (r.a.) buyurdu ki; “Sizler mümin kardeşinizin gözündeki çöpü görürsünüz de kendi gözlerinizdeki kocaman dalı görmezsiniz.”[24]
Bu konuyu şu beyitlerle bitirelim:
“Kendi kötülüğünü mazur görürsün
Başkalarının özrünü bile kabul etmezsin.
Başkasının gözündeki çöpü görürsün
Kendi gözündeki kocaman dalı bile görmezsin.
Nasıl!? Arkadaşının gözündeki çöpü görüyorsun.
Fakat iki gözündeki kocaman dalları görmüyorsun.” [25]

8) Başkaları Da Yapıyor


Bazıları yaptıkları kötülüklere başkalarınınkini kalkan yapıyorlar. “Bu günahı veya sadece kötülüğü ben mi yapıyorum? Başkalarıda hep böyle yapıyor.” Diyerek kendilerini kandırıyorlar.
Bu imtihan dünyasında böyle söylenenler azımsanacak gibi değil. Sanki başkalarının aynı günahı işlemesi, aynı yanlışa düşmesi onun yanlışını doğru kabul ettirecek ve Allah-u Teala’nın azabından koruyacak!
Şeytan (a.l.)’in bu denli oltalarına takılan kardeşlerimiz; vefat ettiklerinde kabre yalnız konulacaklarını, kıyamet günü yalnız diriltileceklerini ve Allah-u Teala’nın huzurunda yalnız hesaba çekileceklerini maalesef unutuyorlar. Yüce Rabbimizin;                     
O gün zalimlere mazeretleri fayda vermeyecek” (Ğafir-El-Mü’min: 40/52) Ayetinin anlattığı, ifade ettiği uyarıyı anlamıyorlar. Sonu cennet ve nimetleri olan bir yarış pistinde olduklarını ise hiç önemsemiyorlar. Yine Rabbimizin:
Onlar geride kalanlarla (geride kalıp) beraber olmaya razı oldular da kalpleri mühürlendi.” (Tevbe: 9/93) Ayeti Celilesindeki azar ve tehdidini dikkate almıyorlar.
İbrahim El-Harbi diyor ki;
Allah’a yemin olsun ki; ben Ahmed bin Hambel yaz- kış, soğuk- sıcak, gece- gündüz arkadaşlık ettim de her defasında dünün amellerine yenilerini eklediğini gördüm.[26]
Hammat bin Seleme diyor ki;
Ben Süleyman Et-Teymi’yi ziyaret ederdim Allah-u Teala’ya ibadet edilen hangi vakitte ona uğradıysam onu ibadetle meşgul buldum: Namaz vaktinde namazda değilse ya abdestte ya hasta ziyaretinde ya cenaze teşyiğinde yahut mescitte ibadetle meşguldü. Allah rızası için olmayan meşguliyeti kesinlikle hoş karşılamazdı.[27]
Cerir bin Abdilhamit ise diyor ki;
Süleyman Et-Teymi her zaman bir şeyler tasadduk ederdi. Verecek bir şeyler bulamazsa iki rekat namaz kılardı.[28]

9) Tenkit Ve Kınamaya Karşı Alınganlık


Bu hastalığa tutulanlar hiçbir zaman eleştirilmelerini, kınanmalarını ve sorgulanmalarını istemezler. Böyle bir durumla karşılaştıklarında hemen etkilenirler. Yaptıkları amel ve hizmetleri terk ederler. Bunu da ya yanlış yapıyoruz zannıyla ya da eleştiri yapılamayacak bir mevkiye yükseldikleri hezeyanıyla yahut da “sıradan ve basit birisi nasıl olur da bizleri eleştirebilir?” düşüncesiyle yaparlar.
Haklı uyarı ve eleştirilere dua eden ve teşekkürü borç sayan Ömer bin Abdil-aziz nerde?! Bunlar ve bizler nerde?! Zira o şöyle derdi: “Bize ayıplarımızı–eksiklerimizi hediye eden kişiden Allah razı olsun.”
Bunu söyleyen Kurayşi, müttaki, zahit, alim, Tabiin büyüklerinden ve Hülafa-i Raşidin den birisi olan Ömer bin Abdil-aziz başka bir defasında kendi kölesi Muzâham’a şöyle demişdi:
-“Ey Muzâham!
Kesinlikle valiler (idareciler) gözlerini avama (halka) dikerler. Bense nefsime seni gözcü yaptım. Şayet benden hoşuna gitmeyen bir söz duyarsan veya sevmediğin bir hareket görürsen hemen beni uyar ve sakındır.[29]
Bir gün Bilal bin Sad arkadaşlarına dedi ki; “Bana ulaşan habere göre mümin, kardeşinin Aynasıdır. Yaptıklarımda tereddüt ettiğin bir şey var mıdır? Yaptıklarımı nasıl buluyorsun?”[30]
Meymune bin Mehran şöyle dedi:
Söylenmesinden hoşlanmadığım hata ve kusurlarımı yüzüme karşı söyleyin. Zira kişi kardeşinin hoşlanmadığı şeyleri yüzüne karşı söylemedikçe o, kardeşine gerçek bir nasihat yapamaz
Bazı “Selef Alimleri” demişlerdir ki;
“Akıllı kişi, alimlerin görüşlerini kendi görüşüne katan ve hikmet söz sahibi hükemanın akıllarını kendi akıllarına katıp akıtandır. Zira tek görüşlü çoğu kere batıla kayar; tek akıl da çoğunlukla sapar.”[31]

10) Başkalarının İlgisizliği


Bazıları, yaptıklarının gündemde yer bulamadığından, övülmediğinden ve yüceltilmediğinden yakınarak yaptıkları hizmetleri terk ediyorlar. Sanki lisan-ı halleriyle; “Bu hizmet ve daveti takdir edecek, neticesini bekleyecek ve davet/tebliğ hizmetini yapanlara son derece saygı gösterecek kimseler yok! İnsanların makamına göre konuşup hareket edecek kimseler de kalmamış...” der gibiler. Halbuki; amellerin karşılığını verecek sadece Allah (c.c.) ve yer ise özellikle dünya değil ahiret. Zaten din, ahirete endeksli-yönelik dünyada insanca yaşamadan ibaret değil mi?
Er-Rabi’ bin Huseym (r.a.) ne güzel söylemiş: “Allah-u Teala’nın rızası gözetilmeyen her şey dağılıp yok olmaya mahkumdur.”[32]
İbn-ül-Cevzi diyor ki;
Bir şeyi istemekteki sadakat ve samimiyet bir lamba gibidir. Nerede bulunursa bulunsun yolunu aydınlatır. Tökezleyip sapanlar ancak samimi olmayanlardır. [33]
Geylani ise nasihat ederken şöyle diyor;
-Ey çocuk! Dilde dolaşan fıkıh kalp ile birleşmedikçe Hakk’a bir adım bile yaklaştıramaz. Zira yakınlık kalbin seyr-i sülükiyledir.[34]
Rabbimiz gerçek mü’minlerin ne dediklerini veya neler demeleri gerektiğini şöyle buyurur:
-“Bizim sizi yedirmemiz ancak Allah rızası içindir. (Bundan dolayı) sizden karşılık da, teşekkür de istemez ve beklemeyiz.” (İnsan: 76/9)
Hammad bin Zeyd, Eyyup (r.a.)’dan naklediyor:  Bir gün Ömer bin Abdil- Aziz (r.a.)’e dendi ki;
-“Ey mü’minlerin Emiri! Medine-i Münevvere’ye gelseniz de Allah-u Teala ölümünüzü burada taktir etse de Rasulullah (s.a.v.)’le beraber dördüncü kabre de siz konsanız. Ne iyi olur!”
O cevaben dedi ki;
-“Allah’a and olsun ki; Allah’ın beni cehennemden başka bir şeyle cezalandırması, Rasulullah (s.a.v.) in yanında dördüncü bir  kabre defnedilmeyi değil kendimi o makama layık görmemi, bilmesinden daha sevimlidir.[35]

11) Başkalarını Ayartmayı Hizmet Zannetme


Bazıları kendi tembelliğini başkalarını ayartmayla örtmeye çalışıyor. Hizmete harcaması gereken gücünü başkalarını çekiştirmeye harcıyor. İşin ilginç yönü de bu dedikodu ve gıybeti de tebliğ ve davet zannediyor.  Sanki yapılacak hizmet kalmamış gibi başlıyor fısıldamaya: Senin hocan ve liderin bu işe ehil değil. Tavrını ortaya koyucu bir programı yok. Zaten yenilik ve farklılıktan da uzak... Şayet arkadaşını kandırabilirse bir başkasına gider aynı şeyleri söyler durur. Halbuki kendi yanında ne ortaya koyduğu alternatif bir düşünce ne de belirlediği bir program var. Hiç bir şey yok.
İyi ki bir başkası “sen ne yapıyorsun?” diye sormuyor. Ya sorsa!..
O halde niçin böyle yapıyorlar? Olsa olsa ya kıskançlıktan, ya hizmetten bıkmış olmasından ya liderlik-başkanlık sevdasından, ya meşhur olma düşüncesinden ya da bulunduğu hizmet çizgisinden yalnız değil de birileriyle beraber kopmak düşüncesinden kaynaklanıyor. Kısaca hep nefis, nefis, nef-i emmare. Başka değil. Es-Sırrı Es-sakati diyor ki; 
Şimdiye kadar; kişinin kendisini tanıyıp bilmemesi bir de gözünü başkalarının ayıp ve eksiklerine dikmelerinden daha kötü ve daha büyük bir şey görmedim. Zira bunlardan daha çok, amelleri boşa çıkaran, kalpleri bozan, kulun helak olmasını kolaylaştıran- çabuklaştıran, hüzün ve kederleri sürekli kılan, kin ve nefrete en yakın olan, riya- kendini beğenme ve liderlik sevdasıyla iç içe olan bir şey yoktur.[36]
Kalplerin nefreti üç şey ile olur: Dil sürçmesi (sürçe-i lisan),  affedilmez yanılgı ve şüphe.
İbn-ü Kayyım diyor ki;
Şeriatın aynı zamanda hikmetin de kaidelerinden birisi şudur: Kimin iyilikleri çoğalır ve büyürse ve de o kimsenin islami yaşantı ve amelinde açıkça görülen bir tesir bırakırsa, başkaları için verilmeyen güvence ona verilir.  Başkalarından affedilmeyen şey ondan affedilir. Buna karşılık günahlar birer pisliktir. Günah bataklığına düşenler güvenlerini kaybederler. Güven muamelesine de layık görülmezler. Çünkü su çok olup iki kulleteyne ulaşırsa pislenmez, pistir hükmünü almaz. Fakat az su en ufak bir pislikle pis olur.
Rasulullah (s.a.v.) ‘in Ömer (r.a.) söylediği çok manidardır. Zira Rasulullah (s.a.v.) müjdelemişti ki; “Ey ehli Bedr! Ne yaparsanız yapın sizleri affettim.” Hz. Ömer (.r.a.); kendisini ve müslümanları ispiyonlayan sahabiyi öldürmekten alı koyan Rasulullah (s.a.v.)’in “Bedir Ehli”ni müjdesi değil miydi. Zira Rasulullah (s.a.v.) o kişinin Bedir’de hazır olduğunu söylemişti. Aslında onu cezalandırmasını gereken suç sabitti. Fakat diğer taraftan onun “Bedir Gazvesi”nde hazır bulunma şeref ve üstünlüğü cezalandırmaya engel teşkil ediyordu. İş böyle olunca da o kişinin büyük günahı, “Bedir”de hazır olma fazileti karşısında çok değersiz, gölgede kaldığı anlaşılıyor.[37]
Rasulullah (s.a.v.)  “Tebük Seferi” için sadakaya teşvik ettiğinde de Osman bin Affan (r.a.)’ın  o bilinip dillere destan olan sadakayı infak etmişti. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.v.):
-“Bundan sonra yapacağı hiçbir şey Osman’a zarar vermez.” diye buyurmuştu.
Uhud’da Rasulullah (s.a.v.) yaralandı. Bunun üzerine Talha (r.a.) Rasulullah (s.a.v.)’i sırtına alıp tepeye tırmandı. Bir kayanın üzerine koydu. Bunun üzerine de Rasulullah (s.a.v.) :
-Talha cenneti kendine vacip etti (Yani artık Talha (r.a.) ne yaparsa yapsın cennet ona vacip oldu.)[38]
Şair ne güzel demiş! 
“İnsanlar ancak iki guruptur:  Kötü ve iyi
Nice kötüler vardır ki tövbe edip iyiler olmuşlar.
Şimdiye dek hiç kötülük yapmayan kimdir?
Kendisinde sadece iyilik bulunan kimdir?
Her yaptığı kabul edilip övülen  kimdir?
O halde hatalarının hatırlatılması kişiye büyüklük olarak yeter.” [39]

12) Kafaya Eseni Yapmak


Her gün başka bir amel, başka bir görüş. Bir gün bir görüşü ve hizmeti benimser ve över. Diğer bir gün başka bir görüşü kabul edip peşinden gider. Övmeyi de ihmal etmez. Daha önce baş tacı edip de övdüğü görüş ve ameli elinin tersiyle itmeyi de.  Hem de her fırsatta saldırarak.
Sonunda ise hepsini birden terk eder. Artık her meydanda dolaşmış, her cemaat içine girip-çıkmış ve yorulmuştur. Bundan sonra da hiçbir cemaat ona göre ikna edici değildir. İşin kötüsü hayatını bu yanlışlık üzere harcayanlar azımsanacak kadar da değildir. Oysa ki; daha önce kendisine uygun ve kendisinin dengeli bir şekilde en iyi yapabileceği bir amel ve hizmetle meşgul olsaydı yaptığı hizmette ilerleyecek ve aynı zamanda bir çok hizmette en azından tuzu ve katkısı bulunacaktı.
Bu meyanda İbn-ü Kayyım diyor ki; dikkat edip düşünülmesi gereken bir nokta var. Yapılan güzel bir amel herhangi birisi hakkında “en güzel” olma vasfına haizken bir başkası hakkında aynı olmayabilir.  Şöyle ki; çok malı olmasına rağmen “Allah için” verme nefsine ağır gelen bir zenginin sadaka vermesi ve başkalarını kendi nefsine tercih etmesi sabaha kadar nafile ibadetle meşgul olup uykusuz kalmasından ve sabahı da oruçlu geçirmesinden daha üstün ve faziletlidir.
Eline düşmekten düşmanlarının korktuğu bir mücahidin bir anlık nöbeti ve Allah düşmanlarına karşı cihadı nafile olan hac, oruç ve namazla meşgul olmasından, daha üstün ve faziletlidir.
Süneti, helalı-haramı, hak ve batılı bilen bir alimin halkın arasına karışıp onlara dinlerini öğretmesi ve nasihat etmesi, kenara çekilip bütün vaktini namaza, Kur’an okumaya ve tesbih çekmeye ayırmasından daha üstün ve faziletlidir.
Allh-ü Teala’nın müslümanlar arasında hükmetmesi için liderlik-hılafet makamına yükseldiği birinin, mazlum hakkını zalimden alması, cezaları infaz etmesi, hakka yardım edip batılın belini kırmak için davalarla ilgilenmesi senelerce ibadet etmesinden daha üstün ve faziletlidir.
Kadınlara zaafı olan bir kişinin de oruç tutması başkalarını ikaz ile meşguliyetinden, ve sadaka vermesinden daha üstün ve faziletlidir.[40]
Bekir bin Abdillah’dan nakledildi ki;
Kim zamanına ulaştığımız kişilerin en alim ve bilgilisini görmek isterse El-Hasan (r.a.)’e baksın… Çünkü zamanında ondan daha alim kimse yoktu.
Kim ki zamanının en çok ibadet edenini görmek isterse Sabit El-Bünnani (r.a.)‘e baksın.. Zira ondan daha abid bir başkasını görmedik. Öyle ki aşırı sıcaklar ve uzun günlerde bile oruçlu olarak gün ortasında gölgelenir ve önüne kapanır gibi hiçbir tarafa bakmadan yürürdü.
Kim de zamanının en büyük hafızı ve hadisleri duyduğu gibi rivayet edenini görmek isterse Katade (r.a.)’a baksın.[41]

13) Beyhüde Dolaşmak


Ömer bin Abdilaziz (r.a.) diyor ki; “Kim dinini, kin ve düşmanlığına perde yapıyorsa sık sık görüş değiştirir.”  Zaten böyle olan bir kimse usanır ve bütün yaptığı iyi amelleri de terk eder. Yahut ta şek ve şüphelere hedef olur. Görüş, düşünce yönelişlerindeki tereddütleriyle kıvranıp durur. Neticede etrafındaki herkesten şüphe etmeye başlar ve uzaklaşır. Oysa hayatına dünya-ahiret dengesini yerleştirirse bu onu tereddüt, saptırma, hayret ve beyhude dolaşmaktan koruyacaktır. Kalbindeki şüpheleri silecektir.
Sonuç olarak denebilir ki; Hak üzere olduğunu biliyor, Allah-u Teala’nın Kitabına – Rasülün sünnetine sarıldığına –savunduğuna gerçekten kanaat getiriyor ve “selef-i salihin”e uyuyorsan; değil davetten uzak kalman hiçbir kimsenin karşı çıkışları bile sana zarar vermez ve yaptığın hizmetten yıldıramaz.  Hatta hiçbir  bela ve sıkıntıda seni hak olan davadan vazgeçiremez. [42]

14) Korku


Bazıları korku ve ürpertinin yönünü yaratan Allah’a değil de yaratılanlara çeviriyorlar. Böyle olunca da insanların keyiflerini gözetmek ve onlardan korkup yine onlardan bir şeyler beklemeye mecbur kalıyorlar. Aynı zamanda şeytan (a.l.) de öbür taraftan vesvese vermeye devam ediyor: “Böyle yaparsan cezalandırılsın, içeriye atılırsın, sorgulanırsın, ayıplanırsın, dışlanırsın...” gibi. Bu şeytani vesveselere kulak verince de yapageldiği  amel-i salihleri terk ediyorlar, Yapmak istediklerini ise unutuyorlar, iyiliği emr ve kötülükten men’den ibaret olan davet hizmetlerini bile askıya alıyorlar . Tabi zamanla bu çöküntü ve sapma karakter  haline geliyor. Böyle olunca da  Allah için, dini için kılı bile kıpırdamıyor. Hatta iyice yüzsüzleşiyorlar.
Halbuki Rabbimiz uyarıyor:
Muhakkak ki o, kendi dostlarından korkutan şeytan’dır.
Öyleyse siz onlardan korkmayın ancak benden korkun. Eğer müminler iseniz.” (Al-i İmran: 3/175)
İbn-ü Kayyım diyor ki;
Kul ne zaman ki, kendisinin ve tüm insanların kaderlerinin Allah-u Teala’nın kudret ve iradesinde olduğunu kavrar da yine O’nun dilediği gibi tasarruf etmeye kadir–i mutlak olduğunu anlarsa, kesinlikle O’ndan başka hiçbir şeyden korkmaz. Hiç kimseden bir şey ummaz ve beklemez.  İnsanları yüce makamlara koymaz. Belki de Allah-u Teala’nın gücü ve kudreti karşında zelil bir kul gibi algılar. İşte o kimsede hak olan bu yaklaşım yerleşirse artık Onun Allah’a olan ihtiyacı ve yakınlığı yine O’nda karakter haline gelir. İnsanların Allah’ı bırakıp başkalarına gönül vermeleri ve bağlanmaları onu Hakk’tan asla kaydırmaz. Diğer insanlar gibi hareket etmeye sevk etmez. İstek ve arzularını insanlara bağlamaz. Sadece Allah-u Teala’dan bekler. Böylece Allah-u Teala’yı bilip-birlemesinde, sadece O’na tevekkül etmesinde ve sadece O’na kul olmasında en güzel kıvama ulaşır. Bundan dolayıdır ki Hud (a.s.)  kavmine dedi ki;
 “-Muhakkak ki ben, benim de sizin de Rabbiniz olan Allah’a güvendim. Yürüyen hiçbir mahluk hariç olmaksızın hepsinin perçeminden tutan (dilediği gibi tasarruf eden) ancak O’dur. Benim Rabbim gerçekten dosdoğru bir yol üzeredir.”  (Hud: 11/56)[43]
Şair’in dediğine kulak verelim:
“Dediler ki: Mutluluk sessizlik,
Donukluk ve cansızlıktadır.
Çoluk-çocuk arasında bulunmada,
Gezip - tozmada değil.
Muhacir ve sürgünün hayat hakkı ise
Süvarilerin peşinde, emredileni yapmada,
Sert adımlar ve söylenilen gibi konuşmaktadır:
Ancak böyle yaparsan itiraz edilmez, ret olunmazsın.
(Tamam! İtiraz yok, karşı çıkma - direnme de yok.)
Ben ise diyorum ki; hayat:
Hareketliliğin kendisidir.
Donukluk ve sessizlik değil
Yorgunluk ve zorluklardan tat almadır.
Yoksa uyuşuk olup uyumak değil.
Yine hayat kandan korunmaktır.
Hangi kıymetli şey korunmaz ki?
Yine hayat şuuruna varmandır ki:
Zillet kâsesi irinli su ile doludur.” [44]

15) Allah-u Teala İle Zayıf Alaka


Allah-u Teala ile alakaları az olanların amelleri de az olur.  Bu zayıflık amellerine de yansır: Nafile namaz, oruç ve sadakaları azalır. Zaten manevi azığı az olanlar kesinlikle amellerinde ve ibadetlerinde gevşerler. İşte bundan dolayı Selefi Salihin nefislerini terbiye etmeye çok önem vermişler ve bu konuda çok titiz davranmışlardı. İbadetlerden nasip ve paylarını tam olarak almak için nefislerini zorlamışlardı.
El-Velid bin Müslim diyor ki;
“El-Evzai’nin sabah namazını kıldıktan sonra güneş doğuncaya kadar zikrettiğini gördüm. Zaten bu selefin adetiydi. Güneş doğunca da bir araya toplaşırlar Allah-u Teala’yı anarlar, O’nun dininde fıkh ederler ve dini konuların müzakeresini yaparlardı.”[45]
Damra bin Rabi’a diyor ki;
“Ben, Hicri: 150 senesinde El-Evza’i  ile beraber hacca gittim. Ne gündüz ne de gece mahmilde[46] yan üstü yatıp uyuduğunu görmedim. Sürekli namaz kılar.  Uykusu ağırlaşınca palana dayanarak biraz kestirirdi.”[47]
İbrahim bin Said El- Cevheri  diyor ki;
“Bana Bişr  bin Münzir haber verdi: Ben El-Evzai’yi Allah korkusundan kör olmuş gibi gördüm. Geceyi namazla, Kur’an okumakla ve ağlamakla geçirirdi. Annesi onun yanına gidip namaz kıldığı yere baktığında geceleyin döktüğü göz yaşlarıyla namaz kıldığı yerin ıslandığını görürdü. “[48]
İbn-ül Münkedir’den nakledildi ki;
“Akşam olduğunda beni bir korku kaplıyor. Sabaha vardığımda; daha önce yaptıklarım o gece yaptığıma ulaşmıyordu.”[49]
İbn-ü Cüreye diyor ki;
“Ben, Ata (r.a.)’ya 18 yıl arkadaşlık ettim. İhtiyarlayıp ta güçten düştüğü son zamanlarında bile namaza durduğunda “Bakara Suresi”’nden iki yüz ayet okurdu da ihtiyar olmasına rağmen hiç hareket etmezdi. Yani Allah-u Teala huzurunda taş kesilirdi. 
Nüseyr bin Ze’luk’tan nakledildi ki:
Rabi’bin Huseym Allah korkusundan o kadar çok ağlardı ki sakalı ıslanırdı. Buna rağmen “Biz öyle insanlar gördük ki; bizler (in yaptıkları ameller) onlar (ın yaptıkları) yanında hırsızların (çaldıkları şey)  mesabesindedir.”derdi.”[50]

16) Evlilik


Çoğu kere, evlenmeyen veya geçimsiz bir kadından boşanan kişilerin evlenme sevdaları ve şehvetlerine düşkünlükleri Allah-u Teala ve dinine davetten alıkoyuyor ve uzaklaştırıyor. İslami bir çok güzellikleri silip, süpürüp, götürüyor. Diğer taraftan bazılarına da evlenmeleri bela oluyor.
Ca’fer (r.a..) diyor ki;
“Ben Malik (r.a.)’dan kızarak şöyle dediğini duydum: “Gidip yabancı Rum Meliklerinin kadınlarıyla veya yabancı kadınlarla veyahut daha iyi bakımlı fitne ve fesada sebep olacak derecede güzel cariyelerle evleniyorsunuz. Onların güzelliklerine tav oluyorsunuz. Her şeyinizi onlara kaptırıyorsunuz.” Onlara karşı köleleşiyorsunuz. Zamanla sormaya başlıyorsunuz:
-Canın ne istiyor?  O da;
-Güzel bir şarap.
-Canın ne istiyor?
-Şu, şu, şu... diye sıralıyor
Allah’a yemin olsun ki; bu tür kadınlar insanın dinini de param parça edip karga misali yolarlar.
Halbuki dindar olan bir yetim hanım olarak alsalar, yedirseler, giydirseler bu onlar için ahiret azığı ve cennete girme sebebi olur.[51]

17) İslami Yaşamda Dengesizlik


Herkesin hakkını vermek gerekir. Aynen Rasulullah (s.a.v.)’in buyurduğu gibi:
“Nefsinin senin üzerinde hakkı vardır. Evlad-ü iyalinin senin üzerinde hakkı vardır. Ziyaretçinin senin  üzerinde hakkı vardır. O halde her hak sahibine hakkını ver.” 
Her kim ki hayatını “Denge” eksenine oturtmazsa bir çok açığını yaptığı bir iki şeyle örtmeye  çabalar. Bazen de yanlış ve çıkmazlarını pişkinlik edasıyla, utanmadan doğruymuş gibi savunup yutturmaya çalışır.
Gerçekten bazıları kendi kafalarında ve nefislerindeki oluşumların peşine takılıyorlar. Örneğin; hayır ve infak noktasında hassas davranıp ihmal etmezken bir çok farz, vacip ve sünnet olan görevlerini unutup askıya alıyorlar, ihmal ediyorlar, önemsemiyorlar.
Bir de bakmışsın ki; ana-baba ve akraba ilişkilerine aşırı derece tutkun ve bağlıyken İslami davet ve diğer emir ve yasaklara karşı son derece lakayt ve ihmalkar. Çoluk-çocuğuna son derece düşkün fakat islam’ın gerektirdiği terbiyeye göre yetiştirmede son derece uzak ve gafil. Bütün bunları ve benzeri yakınlıkları islami yaşamaya ve islam’a davete vesile kılmaları gerekirken önemsemeyip terk ediyorlar. Sanki  İslamiyet sadece yaptıkları bir-iki güzellikten ibaretmiş gibi düşüncelerle avunuyorlar. Halbuki kardeşlerimiz farz olsun sünnet olsun ibadetlerinde ve yaşamlarında Rasulullah (s.a.v.)’in ölçüsünü gözetseler ve her hak sahibine hakkını verseler hayır ve sevap olan hiçbir güzellik ve yücelikten geri kalmazlar ve hiçbir manevi lezzetten mahrum olmazlar.[52]

18) Uyumsuzluk


Bazıları hizmet edeceği ve gerçekten faydalı olabileceği hizmet birimini seçmekte gelişi güzel karar veriyor. Kendisine uygun ve uyumlu hizmet yerine bilmediği, anlamadığı ve beceremediği alanda hizmet vereceğim diye tutturuyorlar. Ciddi manada değerlendirme yapmadan mücadeleye girişiyorlar. Çok geçmeden gerekli alt yapıya sahip olmadıklarından tıkanıp kendilerini dağıtıyorlar. Hem de değişim ve gelişimlere bütün kapılarını kapatarak.....
Ali bin Ebi Talip (r.a.) buyurdu ki;
 “Herkesin kıymeti güzelce yapıp becerdiği şeye göredir.”
Zaten “Sahabe-i Kiram (r.ahüm)’ya bakıldığında herbiri güç ve kudrette biri birlerinden farklıydılar. Bu farklılığa takılmadan herbiri en güzel yaptıkları amel ve hizmette öncü olmuşlardır. Örneğin Halid bin Velid (r.a.) gücünü-yeteneğini ortaya koyarak “Allah’ın kılıcı” ünvanına mazhar olmuş komutanlıkta öncülük etmişti. Allah-u Teala’nın verdiği okuma yeteneğiyle de Ubey (r.a.) Kur’an-ı Kerim okumada öncü olmuştu. Zira o konuda üstad oydu. Bütün bu farklılıklarla beraber kesin olan bir şey vardı ki o da: Hiçbir sahabi’nin amel ve hizmetten uzak olmamaları ve tembellik göstermemeleridir.  Canları pahasına olsa da!
Ayrıca Ebu Zerr El-Gıffari (r.a.)‘a da göz attığımızda İslam’a davette etkili ve tesirli olanların biriydi. Hatta çok cemaat O’nun  o tesirli tebliğ ve daveti sebebiyle İslam’la müşerref olmuşlardı. Ama buna rağmen Rasulullah (s.a.v.)’in belirttiği üzere emir ve lider olmaya yeterli ve elverişli değildi. [53]

19) Hayalcilik


Bazıları hayal ettikleri amel ve hizmetle kendilerini avutuyorlar. Teoride olup uygulamada bulunmadığından o hayaller ne şekillenip netlik kazanır ne de pratik hayata yansıma imkanı bulur. Hayallerle kendilerini avutanlar, zamanla bu hayallerinin hiçbir işe yaramadığını, hiçbir sorunu çözmediğini anlamalarına binaen dönmeleri-vazgeçmeleri gerekirken yine de dönmezler. Hatta birisi “Gel beraberce şu hizmeti yapalım” diye davet etse bile o önceki hayal ettiği şeyleri güya hizmetleri öne sürüp arkasına saklanarak bir takım mazeretler üretmeye başlar hemen. Abdullah bin Mes’ud (r,a,) buyurdu ki; “Allah-u Teala hangi kula iyilik dilerse ona yol gösterir, yararlı olan şeyi istetir ve fayda veren ilimle  onu donatır “ [54]
Zeyd bin Ali (r.a.) ise oğluna nasihatinde: 
-Ey yavrucuğum Sana fayda vermeyen şeyleri terk edip  faydalı olana yönel. Zira fayda vermeyeni terk etmen fayda verene yönelmene bir basamaktır. Bil ki, yapıp hazırladığını sunabilirsin hazırlamadığını değil. O halde ahirette karşılığını sevap olarak bulacağın amel ve hizmetleri seç. Dünyada da ahirette de karşılaşmayacağın tul-i emelleri terk et.[55]

20) Semerede Aceleci Hizmette Uyuşuklar


Bazıları her şeyleriyle Allah-u Teala’ya ait olduklarını ve ancak O’nun razı olduğu amellere girişip gevşememeleri gerektiğini unutuyorlar. Allah-u Teala’nın razı olduğu hizmeti icra ederken de ona karşılık dünyalık gözetmemeleri ve insanlardan övgü beklememeleri gerektiğini akıllarından çıkarıyorlar.
Abdül-Melik’in kızı Fatma, kocası olan Ömer bin Abdil-Aziz (r.a.)’yı anlatırken bakın ne diyor: O, müslümanlar  için nefsinden ve müslümanların işleri için de aklından-zihninden vazgeçmişti. Öyle ki geceleyin bile o günün mesele ve ihtiyaçlarıyla uğraşmaktan boş kalmıyordu. Gecesini de gündüzüne katmıştı. Ve bütün zamanını hizmete seferber etmişti.[56]
Ömer bin Abdil-Aziz (r.a.)’ın halife olmadan önce beraber olduğu arkadaşlarından bazıları:
-“Ey Ömer! Biraz da bize vakit ayırsan” deyince onlara demiş ki:
Boş vakit nerede!  Boş vakit gitmiş!  Ancak Allah-u Teala katında (kabir ve cennete). [57]
Bazıları Muhammet bin Ahmed Ed-Debbahi’yi anlatırken şöyle demişler: Sürekli ibadet eder, ciddiyet ve gayretten asla uzak kalmazdı. Bütün vakitlerini hayır ve iyilikle doldurmuştu... Din konusunda tavizsizdi. Kardeşlere nasihat etmeyi ihmal etmezdi. İnsan onu görünce yaptıklarındaki ciddiyet ve gayret izlerini hemen fark ederdi. [58]
Tembel ve gafil olan çalışkan ve ciddi olan birini garipsemiş ve şöyle demiş:
-“Daha ne kadar nefsini yorup bitap düşeceksin?”  Bunun üzerine o ani ve keskin cevabını yapıştırıvermiş:
-Ebedi cennette nefsimin rahatını istiyorum da !...[59]
“Şaşıyorum o insanlara ki dediler: Emel,
En güzel örnek olma ve zorlu tırmanışta daimsin.
Artık yeter, çalışma seni gözetecektir. Çünkü,
Sen tohumu çorak araziye ekiyorsun.
Ben de onlara dedim ki: İnsaf edin. Çünkü;
Ümitsizlik benim huyum ve şiarım değil.
Ben tohumu ekerim. Yetiştiren ancak Allah’tır.
Şimdi! Çalışarak, ciddiyetle tebliğ görevimi yapsam
Fakat icabet eden olmazsa benim suçum ne?!”[60]

21) Amel-i Salih Sahiplerinden Uzak Kalmak


Kişi amel-i salih sahibi kişilerden uzaklaşınca tek başına kalır. Böyle kalınca da şeytan (a.l.) ile yalnızca görüşmeye koyulur. İş bununla da kalmaz. Hevesleri ve sürekli kötülüğü emreden nefs-i emmare Şeytan (a.l.) ile ittifak kurarlar. Böylece sonucun “mağlubiyet-yenilgi” olması kesinleşir. Aynen Rasulullah (s.a.v .)’in beyan ettiği gibi -“Kurt ancak sürüden ayrılıp uzaklaşanı kapar” [61]
Selef-i salih’in kesinlikle mü’min kardeşlerini tehlike ve riske atmazlardı. Öyle ki fazilet ve öneminden dolayı omuz omuza verip te kıldıkları namazdaki yakınlık onları birbirine gerçekten kenetlemişti.
Muhammet bin Vasl’dan şöyle dediği naklolunur: “Dünyada cemaatla kılınan namaz ve kardeşlerimle karşılaşıp görüşmemden daha tatlı ve daha sevimli bir şeyim yoktur.” [62]
Hasan-ı Basri der ki:
“Dünyada üç şeyden geri kalınmaz, sakın sen de geri kalmayasın.
1- Dostluğunda iyilik ve hayır görüp  de yanlış yaptığından seni uyarıp gözeten kardeş.
2- Hiç kimsenin minneti olmayan geçim.
3- Yanılgısını giderdiğin, sevabını hak ettiğin ve cemaatla eda ettiğin namaz. [63]
Yine Hasan-ı Basri (r.a.) mümini tarif sadedinde diyor ki; “Mümin; Hoşlanmadığı bir şey görürse düzeltir. Gizlide ve açıkta muhafaza edip korur.” [64]
Şair diyor ki;
“Göz kendine yakın ve uzak olana bakar da
Ne yazık ki kendisini ancak aynada görür”
Ömer bin Abdil-Aziz derdi ki;
Kim ki dini konusunda kardeşine nasihat eder ve dünyevi menfaatlarını korusa o kardeşine karşı görevini yapmış olur....[65]
İmam-ı Şafi der ki;
Kime ki nasihat ettim de kabul ettiyse ona saygı duyup sevgisine bağlandım. Kim de nasihatımı kabul etmediyse gözümden düştü. Ben de onu terk ettim.
Zaten yüce Rabbimiz haktan sapanların nasihat kabul etmediklerini ve nasihat edenleri sevmediklerini haber vermiyor mu? 
 “Ancak, siz nasihat edenleri sevmezsiniz” (A’raf: 7/79)
Şair diyor ki;
“Üstün seciyeli olanı, kendisi gibi kimse azarlayamaz.
Yine de bilinmeli ki, kişiyi iyi arkadaş düzeltir.”[66]

22) Saplantı


Bazıları, “Davet alanları sınırlıdır. Şu halde davet etme imkanı yoktur” bazen de “Davet görevini güzel yapamıyorum” diyerek kendilerini avutuyorlar. Yapmaları gereken görevlerini ihmal edip gevşiyorlar. Böyle olunca da yeni tarzları düşünüp geliştirmeye yönelmiyorlar. Yahut davet hizmetini zor görüp tamamen terk ediyorlar.
Halbuki bilinmesi gereken bir gerçek var: Kim ki yaratıklardan herhangi birinin, davet yol ve alanlarının tümünü kapatmaya gücünün yetebileceğini düşünürse Allah-u Teala’ya gerçekten noksan inanmış ve O’nu yeterince tanımayıp takdir etmemiş demektir. Aynen  Rabbimizin beyan ettiği gibi: 
-“(Onlar) Allah’n nurunu ağzıyla söndürmek isterler. Oysaki Allah-u Teala, kafirler hoşlanmazsa da nurunu tamlayacaktır. (Bundan) başkasına asla razı değildir.” (Tevbe: 9/32)
İbn-ül Kayyım der ki;
“Kim ki; küfür ehlinin kemal-i veche İslam ehline hükümranlığını itikad ederse Allah-u Teala’ya hakkıyla inanmış sayılmaz.”
İbn-ül-Cevzi ise;
“Gerçekten bazı seçkin insanlar vardır ki, uyandıklarından beri uyumamışlar ve hizmete koyulduklarından beri hiç durmamışlardır. Onların hedefi hep yükselmek ve ilerlemektir. Hangi makam ve mevkiye ulaşırlarsa öncekinin eksikliğini fark ederler. Bu eksiklikten dolayı da Allah-u Teala’dan mağfiret dilerler.” [67]
Harun El-Berberi nakletti ki;
Meymune bin Mehran “Ben gerçekten zayıf ve yaşlıyım. Buna rağmen insanlar arasında hükmetme (Kadılık) görevini bana yükledin.” Şeklinde bir mektup yazıp Ömer bin Abdil-Aziz (r.a.)’ya gönderir. Bunun üzerine Ömer bin Abdil-Aziz (r.a.) O zata şunları yazar: “ben kesinlikle güç yetiremediğin ve sana eziyet olan hiçbir görev vermedim. Haraçtan helal olan miktarı gözet ve al. Kanaat getirdiğin hükümle hükmet. Olur da içinden çıkamadığın bir mesele ile karşılaşırsan bana ilet. Bütün bunlardan sonra şunu bil ki; insanlar kendilerine zor gelen işleri terk edcek olsalar ne din kalır ne de dünya !..... [68]
Bu meyanda başka bir çıkmaz da şudur: Herhangi bir hizmet, bazılarını etkisi altına alıyor. Böyle olunca etkilenen kesim bu hizmet biriminde katılaşıyor. Alternatif ya da paralel farklı hizmetlere tamamen kapılarını kapıyorlar. Dinin yayılmasını ve dine davetin ancak kendi tarzlarıyla olup başka bir yolla icra edilmesinin mümkün olmadığını kabul edip savunuyorlar. Örneklendirecek olursak; İslam’a davetin ancak konferanslarla ve derslerle yahut bir kitap çıkartmakla ya da bir dergi çıkartmakla mümkün olabileceğini kabullenip de güzel bir örnek yaşam, güzel bir söz, iyiliği emredip-kötülükten sakındırma, akraba ziyaretleri yapıp onları dine yönlendirme, insanların haklarını gözetip onlarla iyi ilişkiler kurma gibi noktalarda ihmalkar davranıp bunu hizmet diye savunanları gösterebiliriz. Özet ifadeyle, dine daveti kendi taassub duvarları arasında sıkıştırıp diğer çalışma ve hizmetleri üstü kapalı “dinsizlik” vasfıyla nitelendirebilen cahil kesim örnek olarak hatırlanabilir. [69]

23) En İyi Vatan


Bazılarının ömrü rahat bir yer arama ile geçiyor. Bu münasebetle sadece dolaşıyorlar. İslami hizmetle hayatını bütünleştirebileceği bir vatan belirlemiyorlar. Bu nedenle münasip sebep ve hizmetlere de kafa yormuyorlar. Böyle olunca da daha ilk günde ve de daha ilk gittikleri memlekette sıkıntılarla karşılaşıyorlar. Çünkü o memleketi gerçekten tanımıyor. Kanunlarını tam bilmiyor. Yahut ta o memleketin örf ve adetlerinden habersiz. Hele bir de bu denli zorluk ve sıkıntıları atlatabilecek güçlü bir düşünce karakterlerine sahip değilseler vay onların haline. Zira bu durumda alakalar kesilir ve daha önce icra edegeldiği hizmetlerle ameller bile sekteye uğrar.
Bazıları da belli bir belde veya ülkeye takılıyorlar. “En üstün beldedir” düşüncesiyle orada kalma yollarını zorluyorlar. Bulunduğu memlekette “Başkalarıyla irtibat kurmak ve faaliyette bulunmak yasak” gibi konuları da bahane ederek donuklaşıyorlar. Bu halde ölümü beklemeye başlıyorlar. Bekliyorlar beklemesine de kendilerinin yer yüzünde halife ve davetçi olmaları gerektiğini de unutuyorlar. Hatta gerçek vatanın Allah’a kul olma, O’na  davet etme ve insanları küfür, şirk, isyan bataklıklarından iman-islam aydınlığına çıkarma imkanının bulunduğu yer olmasını bile unutuyorlar. Zaten bundan dolayıdır ki, bir yer diğer yerden üstün sayılır. Değersiz ve önemsiz herhangi bir memleket müslümanca yaşama ve yaşatma cihetinden müslüman için en elverişli ve en önemli memleket konumuna yükseliyor.
Ebu Hüreyre (r.a.)’dan şöyle dediği nakledildi: “Allah-u Teala’ya yemin olsun ki, Allah yolunda bir gece nöbet beklemek bana göre “Hacer-i Esved’in yanında “Kadir Gecesi”ni ihya etmekten daha üstün ve daha sevimlidir.”
İbn-i Teymiyye der ki; “Her insan için en üstün mekan, Allah-u Teala ve Rasulullah (s.a.v.)’e çok itaat etme imkanı bulup itaat ettiği yerdir. Bu da şartların değişmesiyle değişir. İnsanın derecesinin yüksek olduğu bir yer kesinlikle belli olmaz. Üstünlük ancak takva, ibadet, huşu, hudu ve huzura göre değerlendirilir. Ebu Derda (r.a.) “Mukaddes yere gel” diye bir mektup yazıp Selaman-ı Farisi’yi (r.a.) gönderdi. Selman-ı Farisi (r.a.) ise “Herhangi bir yer özellikle de mukaddes topraklar hiç kimseyi takdis edip yüceltmez. Kulu ancak ameli yüceltir.” şeklinde bir mektup yazarak mukabelede bulundu.
Rasulullah (s.a.v.) Selman-ı Farisi (r.a.) ile Ebud-Derda (r.a.)’ı kardeş yapmıştı. Selman-ı Farisi (r.a.) birçok konuda kardeşinden daha fakih ve ince görüşlü olup üstündü. Yukarıda naklettiğimizde bunlardandır.[70] 

24) Günaha Düşüp Şeytana Kapılma


Bazıları herhangi bir günaha veya hataya düşüyorlar. Bunu fırsat bilen Şeytan (a.l.) günah ya da hatayı affedilmesi mümkün olmayan bir şey olarak fısıldayıp kabul ettirmeye çalışıyor. O yanlışa düşeni bocalatmak ve azmini kırmak için de “sen Allah’a nasıl davet edeceksin. Oysa ki sen şu günahı işlemiştin. Şu hataya düşmüştün. Şu kötülüğü yapmıştın...” gibi vehimlerle meşgul eder çoğunu. Ta ki yaptığı amel, ibadet ve hizmeti terk ettirir çoğu kere. Bunu başarınca da daha başka günahlara bulaştırır. Neticede dizginlerini Şeytan (a.l.)’ye kaptırmıştır. Bunun en belirgin alameti, hayırlı amellere karşı gevşek ve umursamaz olmaktır.
Bir çok kardeşimiz Şeytan (a.l.) nin bu dengeli basit vesveselerine kulak verip sapıklık ve cehennemin derekelerine yuvarlanmayı kabulleniyor da; “İyilikler gerçekten kötülükleri silip götürür” (Hud: 11/114) ayet-i celilesine kulak vererek, bir daha o yanlışa düşmemeye söz verip amel-i salihlerle cennetin derecelerinde yükselmeyi ihmal ediyorlar. Bu tavır hangi akıl sahibi tarafından benimsenebilir!?... [71]

25) Çekememezlik-Haset


Bazıları haset çukuruna düşerek mümin kardeşlerinin ilimde veya  amelde kendilerinden üstün olduklarını görünce pes ediyorlar. Çünkü böyle bir manzara çekememezlik düşüncesine kapılanlar için çok ağırdır. Aynı yol ve hizmette devam etmekten de hiç hoşlanmazlar. Öyle ki bir başkaları “Falancanın ilmi ve ameli falan ve falandan azdır” demeden yaptıkları hizmetten geri kalmayı her ne pahasına olursa olsun tercih ederler.
Böyle düşünen kardeşlerimiz bu denli nefislerinin tuzaklarına düşmeyi çıkar yol görüp geri duruyor da Rasulullah (s.a.v.)’in “Sizlerden biriniz kendi nefsi için sevdiğini mümin kardeşi için de sevmedikçe gerçek manada iman etmiş sayılmaz” [72] hadis-i şerifine kulak verip de düşünmüyor.
Aynı zamanda mü’min kardeşlerinin ilim ve ameli noktalardaki üstünlükleri umumi manada herkes için faydalıdır. Zira bütün ümmetin ilim ve ameli konularda imam ve önderlere ihtiyacı vardır. Ayrıca bu konulardaki gayret ve girişimler hepimizin yükünü aslında biraz daha hafifletiyor. Hem bizlerin gayeleri islami hizmetleri nefislerimize değil nefislerimizi Din-i Mübin İslam’ın hizmetçisi yapmaktır. [73]

26) Liderlik Sevdası


Maksat sırf hizmet değil de liderlik sevdası da işe karışınca o zaman durumlar değişiyor. Hele bir de bulunduğu hizmet çizgisinin üst kademelerine gözü kesmiyorsa o zaman fazla kalmadan hemen uzaklaşıyor. Çünkü sürekli bir başkalarının emrinde bulunmak ve onların peşlerinden gitmek kibirlerinden dolayı nefislerine çok ağır geliyor. İşin enteresan tarafı böyle nefsine yenik düşenler bu yanlışlıklarını başkalarını beğenmemek suretiyle örtmeyi de ihmal etmiyorlar.
Kab bin Malik (r.a.)’ın babasından rivayet edildiği hadis-i şerif bu durumun vehametini gözler önüne seriyor:
-“Bir koyun sürüsüne saldıran aç iki kurdun zararı, mal, hırs ve üstünlük sevdasının dine verdiği zarardan kesinlikle daha fazla değildir.” [74]
El-Fudayl bin lyaz der ki; Kim ki liderlik ve üstünlük isterse insanların eleştiri ve ayıplamalarına açık olmalıdır ki o üstünlüğe erişebilsin. Halbuki bunlara talip olanlar değil kendilerinin eleştirilmelerini bir başkasının kendi yanında övülmesine bile tahammül edemiyorlar. Şunu da unutmamak lazım ki, liderlik sevdası olan kesinlikle salah ve iyiliklerini terk eder. [75]
Abdullah bin Hasan El-Anbari dedi ki; Allah-u Teala’ya and olsun ki, batılda baş olmaktansa hakta kuyruk olmayı sever tercih ederim.[76]
Bu sözü sünnet-i seniyyeye muhalif olan görüşlerinden döndüğünde söylemişti daha sonraları bulunduğu makam ve mevkiinin üstünlüğüne iltifat edilerek “Sünnete ters düşen daha önceki görüşlerinden vazgeçmeseydin bu makama asla ulaşamazdın” derlerdi. [77]

27) Ömrü Zayi Etme


Bazıları kocaman bir ömrü ilmi bir meseleye veya bina dikmeye veya herhangi başka bir şeye harcıyorlar. Bir müddet sonra faaliyet güçleri tükeniyor. Davetle ilgileri azalıyor. Çoğu yöntem ve fikirleri unutuyorlar. Gelişmeleri önemsemiyorlar. Zamanla şartlar değişiyor. Böyle olunca da bazı hizmetleri icra etmede zorlanmaya başlıyorlar. Bu defa da aydınlıklardan uzak gölgede yaşamaya mecbur kalıyorlar. Yanlızlık ve inzivayla bütünleşip hizmet alanlarından uzaklaşıyorlar. Kısaca aslında yapılması gereken birçok hizmet varken kenara çekilip kendi dünyalarında yaşamaya, “Etliye sütlüye dokunmadan” konforlarda cennetler aramaya başlıyorlar.! Hem de hiçbir bedel ödemeden bu makamlara ulaşılamadığını bilmelerine rağmen!...
Ebu İmran Eslem Et-tucibi anlatıyor: “Biz Rum memleketindeydik. Savaş düzeni alınmıştı. Rum kesimi büyük bir saf öne sürdüler. Müslümanlar onlar kadar belki de onlardan da fazla bir saf önde düzen aldılar. O zaman Mısır cephesinin başında Ukbetülaü Amir ve umum cephenin başında Fedaletübn-ü Ubeyd vardı. Müslümanların safından bir mücahid, Rum safına hücum edip düşman safını yarıp ta aralarına dalınca müslümanlar bağrışmaya başladılar. Bu esnada şöyle söylendiler: “Subhanallah! Kendi eliyle kendisini tehlikeye atıyor.” Bu sözü duyan Eba Eyyub El-Ensari (r.a.) hemen fırladı. Dedi ki; “Ey insanlar! Böyle söylemekle Kur’an ayetini yanlış yorumluyorsunuz. Zira bu ayet-i celile bizim -Ensar Cemaatı- hakkında nazil olmuştu. Ne zaman ki Allah ü Teala İslam-ı üstün kıldı. Dinin yardımcıları çoğaldı. O zamanlar bizler- Ensar Cemaatı- Rasulullah (s.a.v.)’den habersiz, gizlice aramızda şöyle konuştuk: “Mallarımız gerçekten bakımsız kaldı. Zayi oldular. Hem de Allah-u Teala Din-i Mübin İslamı üstün kıldı. Dinin yardımcıları da çoğaldı. Artık malarımızın yanında kalsak, onları onarıp eksikleri telafi etsek iyi olur.”
İşte bu esnada şu ayet-i celile nazil oldu:
-“Allah yolunda infak edin. Kendi ellerinizle (Allah yolunda cihaddan geri kalmakla) kendinizi tehlikeye atmayın.” İşte buradaki tehlikeden maksat, mallarınızın başında durup cihad etmekten geri kalmaktır. Başkası değil. Buna binaen Eba Eyyüb El- Ensari (r.a.) hayatının sonuna dek cihaddan geri kalmadı. En sonunda Rum topraklarında Şehit düştü ve orada defnedildi.[78]

28) Korku Ve Tehlike


Bir çok kimseler için gerçekten sapma ve davadan dökülme bahanesidir. Hele böyle korkulu ve tehlikeli bir durumla karşılaşıldığında çil yavruları gibi dağılıveriyorlar. Yapılan hizmetleri otomatikman büsbütün terk ediyorlar. O halin ortadan kalkmasını gözlemeye başlıyorlar. Feraha kavuşmayı bekliyorlar. Bu sıkıntı ve tehlikelerin zevali hayaliye yaşıyorlar. Yaşıyorlar yaşamasına da bu tehlike ve korkuların kendiliğinden gitmeyeceğini; tembel, uyuşuk ve uyuyarak aşılamayacağını unutuyorlar. Ayrıca Ashab-ı Kiram’ın ilk garabet yıllarında o şirk ve küfrü ne çaba, sabır ve metanetlerle aştıklarını da hiç mi hiç hatırlamıyor ve hatırlamak istemiyorlar. Bilgi ve birikimler şöyle bir gözden geçirilsin. İnsaflıca düşünülsün! Hz. Ebu Bekir (r.a.) oturup olup bitenleri seyr etmekle mi yetindi?!! 
Ya Hz.Ömer!?  Ya  Hz. Hamza!?  Diğer sahabiler!.. Bunlar oturup da topukları üzerine dikilerek şirk ve zulmün gitmesini mi bekleyip gözetlediler? Yoksa ! Evet yoksa.....
Bakın Şeyh-ül İslam İbn-ül Teymiyeye (r.a.) ne diyor: Kulak verelim: “İnsanların çoğu bir kötülükle karşılaştıklarında veya İslami bir çok hal değişime uğradığında kolsuz ve kanatsız kalıyorlar. Hiçbir şey yapmıyorlar. İyice gevşeyip tembelleşiyorlar. Bir bela ve musibete uğramış kişi gibi bağırıp feryat etmeye başlıyorlar. Halbuki bu denli tavrın yasak olduğunu hatırlayıp bilakis sabır, tevekkül ve Allah-u Teala’nın dininde sebat göstermeleri gerektiğinin şuuruyla taviz vermemeleri gerekmektedir. İhlas ve takva sahibi müminlerle beraber Allah’a inanıp bağlanmaya ve hayırlı sonucun ancak takva sahiplerine ait olacağı inanç ve bilincinde yoğunlaşmaya hassasiyetle önem vermelidirler. Şunu da hiç unutmamalılar ki; başlarına gelen belalar günahları sebebiyledir. Sabretsinler kazansınlar. Zira Allah-u Teala’nın va’di hakkdır. Günahlarının affı için yalvarsınlar Rablerine hamd ederek yine Rableri’ni sabah–akşam takdis etsinler... (Bu şuurdan ödün vermesinler.) Rasulullah (s.a.v.)‘in;
-“Bu din başlangıçtaki gibi yine garip olacak” hadisi mucizevi bir haykırışla bir musibeti haber vermişti. Nitekim fazla zaman geçmeden öyle olmuştu. Bazı insanların gözlerini boyayan menfaatleri onları dinden uzaklaştırmış hatta dinden dönmelerine sebep olmuştu.
Ayrıca yüce Rabbimiz Kur’anı Kerim’de
“(Ey İman edenler!) İçinizden kim dininden dönerse  Allah-u Teala- müminlere karşı alçak gönüllü, kafirlere karşı onurlu ve zorlu, kendisinin onları sevdiği ve onların da kendisini sevdiği bir kavim getirir ki onlar Allah yolunda savaşırlar ve hiçbir kınayanın kınamasından (dedikodusundan) çekinmezler.....” (Maide: 5/54)
İşte! Allah-u Teala birileri dinden uzaklaşıp dönerken bir başkalarını dinini ikame etmeye başlatıyor. Böylece dinini yardımsız bırakmıyor. Zaten bundan dolayıdır ki; Allah-u Tela’nın dini biz olmazsak ta devam ediyor ve zarar etmez. Fakat bizler din olmadan hep zarardayız.
Başlangıçta din garipti. Kuvvetlendi, kuvvetlendi ta ki bütün insanlığa yayıldı. Daha sonra bazı yer ve zamanlarda yine garipleşti. Artık din ve din ehli bulundukları toplumda yabancı gibiydiler. Tıpkı Ömer bin Abdil-Aziz dönemindeki gibi. Zira o zamanlar insanların çoğu İslami değerlere yabancılaşmışlardı. Öyle ki içkinin haram olduğunu bilmeyenler bile vardı. Bütün bunlara rağmen Allah-u Teala yabancılaşan o İslami değerleri Ömer bin Abdil-Aziz (r.a.) vasıtasıyla yeniden filizlendirip topluma hakim kılmıştı.[79]
Mü’min kardeşim bilmezmi ki; yerinde sayıp durmada alçalma ve imanın zayıflaması kesindir.
Bakın İbn-ül Kayyım ne diyor !
Gerçek şu ki; kıymetli vakitleri boşa harcamak, zayi etmek, yerinde saymak değildir. Belki de alçaklık ve nakıslığın derekelerine yuvarlanmaktır. Zira o güzelim vakitleri değerlendiren yücelik ve kemalatta derecelere kavuşur.
Demek ki, ilerleme yoksa mutlaka gerileme söz konusudur. Zira şu imtihan dünyasında kul seyir halindedir, hayat devam ediyor ve hiç durmaz. Yerinde sayma diye bir şey gerçekten yok. Aynı yaş ve zindelikte asla kalınmıyor. Sonuçta insan, ya yücelik merdivenlerinde tırmanır ya da alçaklık ve zillet basamaklarında yuvarlanır. Ya öne doğru ilerler ya da geriye doğru topuklar. Durmak yok. Ne tabiatta ne de şeriatta. Hayat araları süratlice katledilen konaklardan, konaklar da duraklardan ibaret. Hedefler belli: Ya cennet yahut cehennem.
Kimi hızlı kimi yavaş. Kimi öncü kimi artçı. Ama kesin olan o ki, yerinde sayan kimse yok. Farklılık ise tercih edilen hayat tarzlarında yahut da hızlılık ve yavaşlıkta.
Rabbimiz buyurur ki;
“Cehennem gerçekten büyük belalardan biridir. Tüm insanlık için: Sizden ileri gitmek ve geri kalmak isteyenler için çok korkutucu olma bakımından (gerçekten) büyüktür”. (Müdessir: 74/35-37)
Dikkat edilirse ortada duranı-vakfedini zikretmemiştir. Çünkü cennet ile cehennem arasında bir yer var konak yoktur. Kesinlikle buraların haricine giden yol da yok. Sonuç olarak denebilir ki; ameli salihlere sarılmayanlar cehenneme çekip götüren kötü amellerin ağına düşerler. [80]

29) Görev Ve Makam


Görevden atılma ve makamdan olma korkusu çoğu kişiyi kökünden sarsıyor. Bundan dolayı da yaptığı ameli ve sahip olduğu güzellikleri terk ediyor.[81] Tam bu esnada fırsat yakalayan Şeytan (a.l.) başlıyor mazeretler vesveseler üretmeye: “Bu sıkıntı kısa sürer. Bütün bu sorunlar çözülene dek ameli terk etmek güzel bir plandır. v.s.”
Bu denli vesveselere kulak veren kimseler makam ve mevkilerini korumak için her çeşit tavize kapılarını sonuna dek açarlar.
Ebu Said El-Hudri (r.a.) rivayetlerine göre Rasulullah (s.a.v.) buyurdu ki, “Sizden biriniz hakkı gördüğü veya şahit olduğunda; insanların korkusu, onun hakkı söylemesine asla engel olmasın. Çünkü onun hakkı söylemesi veya önemli bir meseleyi hatırlatması ne eceline yaklaştırır ne de rızkından uzaklaştırır.”[82]

30) Şeytanın Hileleriyle Kalbi Meşgul Etme


Bazıları kendilerini Şeytan (a.l.)’ye teslim ediyor. Bütün kapılarını onun vesvese ve desiselerine açıyor. Hayatın dizginlerini de yine şeytan (a.l.)’nin ellerine tutuşturuyor. İşte bu merhaleye gelince de sahip olduğu güzelliklere göz dikiyor. Onları güçlendirmek, eksiklerini giderip ayıplarını örtmek ve korumak için değil de terk etmek için. Hem de hiçbir açık, sahih ve geçerli delil olmaksızın. Sadece kanaat değişikliği. [83]
İşte bu çıkmaz, fitneleri haber vermesiyle şöhret bulan Hz. Huzeyf bin El-Yeman (r.a.)’ın korktuğu fitnenin ta kendisidir. Zira Ebu Mes’ud El-Ensari (r.a.) :
-“Bana nasihat et.” deyince Hz. Huzeyfe (r.a.) şöyle demişti:
-Sapıklık, ancak önceden reddettiğini kabul etmen ve kabul ettiğini sonra reddedip terk etmendir. Din ile oynamaktan (nefsinin dilediği gibi yorumlamaktan) son derece sakın. Çünkü Allah-u Teala’nın dini değişmez. [84]
Muhammed bin Sirin dedi ki; Adiyy bin Hatim (r.a.) şöyle söyledi:
-“Kesin olan şu ki; sizler, reddettiğiniz yanlışları kabul etmeyip, kabul ettiğiniz doğruları reddetmediğiniz ve alimleriniz hiçbir kimseden korkmadan aranızda konuştuğu müddetçe asla haktan sapmaz ve hayırdan geri kalmazsınız. [85]
İbrahim En-Nehai’i (r.a.) sahabeleri anlatma saadedinde diyor ki; “Onlar dini meselelerde görüş farklılığını oyuncak haline getirenleri kesinlikle Allah-u Teala hakkında kalplerinde şüphe bulunan münafıklardan sayarlardı.”[86]
Malik (r.a.) diyor ki; Dini mevzularda ciddiyetsizce görüş değiştirme karmaşa bir hastalık ve mikroptur. [87]

31) Önce Nefsi Zora Koşup Sonra Ameli Terk


Bazıları yapamadıkları amellere girişiyorlar. Kendilerini çokça zorluyorlar. Fakat bir süre sonra yapmak istedikleri o amellerin altında eziliyorlar. Sonra bıkıp terk ediyorlar. Bu kardeşinizin bile nice nice sözler verip zorlandığını bilemiyorum, tespit edemiyorum.
Usanıp da hizmeti ve ameli terk eden kardeşimiz Kur’an-ı Kerim’de Rasulullah ve nebiler (s.a.v.)’in kıssalarını okumuyorlar mı?
Rabbimiz buyuruyor ki;
“Andolsun ki; biz, Nuh’u kavmine gönderdik de elli eksiğiyle bin yıl aralarında kaldı. (Buna rağmen) sonra Tufan onları zalimleri alarak yakalayıverdi.” (Ankebut: 29/14)
İbnül Kayyım (r.a.) diyor ki; Allah-u Teala’nın rızasına ulaşmak, ahiret nimetlerine kavuşmak hatta herhangi bir ilim, san’at ve liderlik davasında önder olmak isteyen herkesin cesur ve amelin de başı çeken olması şarttır. Korkularına hakim olması, tereddütlerinin esiri olmaması, hedefine kilitlenip başka uğraşları terk etmesi, hedeflediği şeyi sevmesi, o hedefe ulştıracak vasıtaları ve engellerini bilmesi de zorunludur. Ayrıca son derece gayretli soğukkanlı olmalıdır. Öyle ki azarlayanın azarlaması ve kınayanın kınamasından etkilenmemelidir. Çoğunlukla suskunluğu tercih eden, sürekli düşünen, övgü ve eleştirilerden dolayı yalpalamayan, hedefe varmaya yardımcı olan, sebeplerle içiçe olan karşı çıkışlardan ve hücumlardan dolayı sarsılmayan bir kişiliğe sahip olmalıdır. En belirgin özelliği sabır ve rahatı da yorgunluktur. [88]
İmam, önder şeyh-ül İslam-Sabit-bin El-Münkedir El-Bunnani (r.a.) diyor ki; “Nefsimi kırk sene zorladım ancak düzeldi.”
Başka bir defada da “Nefsimi yirmi sene namaza zorladım (en güzel şekilde kılmaya). Yirmi sene onun lezzetinden faydalandım. [89]
Mensur bin İbrahim’in naklettiğine göre biri dedi ki;  “Ben yirmi yıldan beridir Er-Rabi’ bin Huseym’in konuşup ta Allah-u Teala’yı razı etmeyen bir sözünü duymadım.”
Yine bazıları aynı zat hakkında;  “Ben yirmi yıl Er-Rebi’e arkadaşlık ettim. Ayıplanacak hiçbir söz işitmedim.”[90]
Malik (r.a.) dedi ki; “Bize göre Zeyd bin Sabit (r.a.)’dan sonra müslümanların önderi Abdullah bin Ömer (r.anhüma)‘dır. O altmış yıl müslümanların sorunlarını dinleyip fetva verdi.[91]
Önder ve lider Rebiatübnü-Yezid dedi ki, “Ben, hasta ve yolcu olmam haricinde kırk seneden beri mescide müezzinin öğle namazı için ezan okumasından önce gidip hazır oldum. [92]
Güvenilir (sıka olan ) hadisçilerden Bişr bin El-Hasan (r.a.) için “Saffın adamı” derdi. Çünkü o elli sene “Basra Mescidinin” birinci safında namazlarını kılmış ve kesinlikle cemaattan geri kalmamıştı. [93]
Kesir bin Übeyd El-Hımısı (r.a.)’e sordular:
-Siz Hımıs’ta altmış yıl namaz kıldınız. Fakat bir defa bile yanılgıya düşmediniz. Bunu nasıl başardınız?
O cevaben dedi ki;
-Çünkü ben, şimdiye kadar kalbimde Allah-u Teala’dan başkası bulunduğu halde mescide girmedim. [94]
İbrahim El-Harbi El-İmam Ahmed (r.a.)’ı anlatma sadedinde diyor ki; “Allah’a and olsun ki; ben yirmi yıl: yaz-kış, soğuk-sıcak, gece-gündüz, imama arkadaşlık ettim. Her gördüğümde önceye nispetle yeni bir amel işlediğine şahit oldum. [95]
Ebul-Vefa ibn-ül-Ukayl diyor ki; “Hakikat şu ki, seksen yaşında olduğum halde ilme olan tutkum yirmi yaşında olduğum esnadakinden daha fazla olduğunu görüyorum.”
İbn-ül-Kayyım (r.a.)’in şu haykırışına hep beraber kulak verelim.
-“Ey tembel ve vefasız! Sen nerdesin? Tevhid yolu nerde? O yol ki; Adem (a.s.) hizmetten dolayı bitap düşmüştü. Nuh (a.s.) feryadü figan edip sızlanmıştı. İbrahim (a.s.) ondan dolayı ateşe atılmıştı. İsmail (a.s.) kesilmek üzere uzanmıştı. Yusuf (a.s.) bile az ve değersiz bir paraya satılmış ve senelerce zindanda kalmıştı. Zekeriyya (a.s.) testereyle biçilmişti. Seçkin ve asil Yahya (a.s.) da yine o savunudan dolayı kesilmişti. Eyyub (a.s.) bütün acılara göğüs germişti. Davud (a.s.)’in ağlaması haddi aşmıştı. İsa (a.s.) yabani ve vahşilerle yürümeye mecbur kalmıştı. Rasulullah (s.a.v.) Efendimiz’de fakirlik enva-i çeşit eziyet ve işkenceleri işte o “Tevhid Yolu”nun savunu ve selameti için çekmiş hatta kendisini buna alıştırmıştı. Ya sen! Evet sen...? Oyun oyuncakla büyüklenip - kibirlenip yaptığın ufacık şeylerle övünüyorsun. Bu doğru mu? [96]

32) Kendini Temize Çıkarma


Bazıları kendilerini temize çıkarmakla meşgul oluyorlar. Bununla da insanları kandırdıkları gibi Allah-u Teala’yı da kandırabilecekleri zannıyla kendilerini avutuyorlar. “Allah’a şükür ben iyi bir kimseyim. İyilik ederim. Kimseye kötülük etmem. Kendi halinde bir kişiyim. Günahım bile yok. Davetçi değilim. Zaten herkesin de davetçi olması gerekmez.” gibi sözlerle kocaman ömrü bitirir.
Bu türlü kendilerini savunup su yüzüne çıkanlara şaşıyorum. Kendi nefislerini temize çıkarmalarına mı? Yoksa Allah’a davetin terkininin günah ve eksiklik olmadığını iddia ettiği cehaletine mi şaşayım?! Kestirebilmiş değilim. Bakın İbn-ül-Kayyım ne diyor: “Dinimiz sadece zahiri haramları terk etmekten ibaret değildir. Bilakis bunlarla beraber Allah-u Teala’nın emirlerini yerine getirmekle tamam olur. Kıvamını bulur. Maalesef dindar insanların çoğu bile sadece toplumun adetten yaptığı amelleri önemseyip diğerlerine gereken ihtimamı göstermiyorlar. Cihad, iyiliği emredip kötülükten sakındırma, Allah, Resulü ve kulları için nasihat etme, Allah Resulü’ne, dinine ve kitabına yardım etme gibi amellere gelince; bütün bunlar farz olmasına rağmen akıllarının ucundan bile geçirmiyorlar ki icra etmeye karar versinler de yapsınlar. Allah-u Teala’nın en çok kızdığı ve dini zayıf kimseler böyle yanlış düşüncelerin arkasına saklananlardır. Böyle düşüncelerle avunanlar gerçekten dünyanın tamamını fidye verseler de Allah-u Teala’nın gazabından kurtulamazlar. Bu tür insanlar arasında; Allah için kızdığında yüzü kızaran, Allah’ın haram kıldıklarından nefret eden ve hele “Allah’ın dinine namus ve şerefim feda olsun.” diyerek tavrını netleştiren kimseler çok azdır. İş böyle olunca da büyük günah sahiplerinin durumları bunlarınkinden daha iyidir. [97] 
Rabbimiz buyuruyor ki;
“Ey iman edenler! Sizler kendi nefisleriniz(i ıslah)a bakın. Kendiniz doğru yolu bulduktan sonra sapanlar size zarar vermez...” (Maide: 5/105)
Bu ayet-i celilenin tefsirinde İbn-ü Teymiyye diyor ki; ihdida (hak yolda olma), imandan sonra Allah-u Teala’ya itaat ederek emir, nehiy ve bunların haricindeki farzları-vacipleri yerine getirmekle tamamlanır. Bununla beraber bu ayet-i celilede çok önemli meseleler vardır. Yeri gelmişken onlara değinelim:
1- Gerçekten inanan bir mü’min kafir ve münafıklardan korkmamalıdır. Çünkü o gerçekten hak üzereyse onlar asla zarar vermezler.
2- Sapıklara üzülmenin ve acımanın bir anlamı yok. Çünkü kişi hak üzere olunca o sapık kimselerin zararı dokunmaz. Böyle olunca da Rabbimizin katında zararı olmayana üzülmek ve acımak boş ve faydasızdır. Bu manalar Rabbimizin şu ayetinde bildirilmiştir:
“Sabret. Zira senin sabrın ancak Allah-u Teala’nın yardımıyladır. Onlara üzülme. Onların hile ve tuzaklarından da sıkıntıya düşme. (Nahl: 16/127
3- Mü’min kişi, kafir ve münafıklara meyletmemelidir. Onlara verilen saltanat, mal ve şehevi şeylere göz dikmemelidir. Zira Rabbimiz buyuruyor ki;
“(O kafirlerden) bir takımlarına verdiğimiz şeylere sakın iki gözünü dikme! Onlara üzülme de “ (Hıcr: 15/88)
Anlaşılan o ki; Rabbimiz bir ayette Rasulullah (s.a.v.)’i onlara üzülmekten ve onlara verdiği dünyevi metalara göz dikmekten men ediyor; diğer bir ayette ise yine onlara üzülmekten ve onlardan korkmaktan men’ ediyor. Çünkü insanoğlu bazen sever ve üzülür bazen de korkar ve mahzun olur.
4- Asilere dinin belirlediği ölçülerde müdahale edilir. Onlara kızmakta, kötülemekte, sakındırmakta, onları terk etmekte ve cezalandırmakta aşırı gidilmez. Bilakis böyle aşırı gidenlere “Kendine bak. Sen doğruluk üzereysen sapıkların yanlışları sana zarar vermez” denilerek uyarılmalıdır. Tıpkı Allah-u Teala‘nın bildirdiği gibi:
“Bir kavme olan kızgınlığınız siz adil olmamaya (haksızlık etmeye) sevk etmesin...”  (Maide: 5/8)
“Sizlerle savaşanlarla siz de Allah yolunda savaşın. Haddi aşmayın. Allah-u Teala haddi aşanları gerçekten sevmez.” (Bakara: 2/190)
“Şayet vazgeçerlerse zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur.” (Bakara: 2/193)
Bu ayetlerle kendimizi aşırılıktan frenlemeliyiz. Çünkü üzülerek söylemek gerekirse; emir-i bil- maruf ve nehy-i anil-münker -iyiliği emretme ve kötülükten sakındırma- yapanlar Allah-u Teala’nın ölçülerini maalesef aşıyorlar. Bu, gerçekten üzerinde durmamız gereken bir konudur. Haksızlık yapılan ister kafir, ister fasık, ister münafık isterse günahkar bir mü’min olsun, fark etmez. Yani bizler ancak yapmamız gerekenden sorumluyuz. Bu sorumluluğumuzu yerine getirirken de yanlış yapmamalıyız.
5- İyiliği emretme- kötülükten sakındırma diğer ifadesiyle tebliğ, dinimizin ölçülerince olmalıdır. O ölçüler ilim, nezaket, sabır, sahih bir gaye, o maksada giden yola koyulma ve çağrısı yapılan hayat prensiplerini amele dökmedir. Bütün bunlar “Kendinize bakın” ve “Siz hidayet üzere iseniz” kayıtlarından istinbat edilip anlaşılıyor.
Yukarıda sıraladığımız bu beş esas, ancak “İyiliği emretme – kötülükten sakındırma görevleriyle sorumlu tutulan kişilerle ilgilidir.
Ayrıca bu ayet-i celileden anlaşılan altıncı bir mana daha vardır. O da: Kişi ilim ve emel noktasında kendi maslahatına (yararına) yönelip ihmal etmemelidir. Boş ve faydasız şeylerden uzak durmalıdır.
Rasulullah (s.a.v.) buyurdu ki;
-Kişinin, boş ve faydasız şeyi terk etmesi, gerçek ve samimi müslüman olduğunun alametidir.[98]
Din ve dünya için fayadalı olmayan, boş ve değersizdir. Akıllı ve gerçekçi bir müslüman boş ve faydasız şeylerle asla uğraşmaz. Özellikle de o uğraş kıskançlık ve liderlik için olursa!......
Aklın ve şeriatın kabul etmediği bütün çirkinlikler boş ve faydasız şeylerdir. Bu kötü ve boş şeyler ya zalim ve sapıkların ya da abesle iştigal eden akılsız delilerin işidir. Dolayısıyla hakiki bir müslümanın vasfı olamaz. Doğru karşılanamaz. Affedilemez. İşin garibi Şeytan (a.l.) boş ve faydasız müdahale ve sözleri “İyiliği emretme- kötülükten sakındırma” ya da “Allah yolunda cihad” gibi göstererek cahil kimseleri aldatıyor, kandırıyor ve alim kişileri de maalesef saptırıyor. Halbuki aşırı ve haddi aşan her şey her ne kadar görünüşte güzel gözükse de zulüm ve isyandır Haktan sapmadır.
Evet!
“Ey iman edenler! Sizler kendi nefislerinizi ıslaha bakın. Kendiniz doğru yolda olduktan sonra sapıkların zararı size dokunmaz..”. (Maide: 5/105)
Bu ayeti celileyi sıraladığımız bu altı manayla anlamak insanlar için iyiliklerin en güzeli ve en faydalısıdır..
Şayet ümmetin alimleri, abidleri, amirleri ve önderleri, arasındaki ihtilaflara bakılacak olursa, çoğunu gereksiz ve mesnetsiz aşırı yaklaşım tarzlarından kaynaklandığı görünür. Oysa bu da zulüm ve sapıklıktır. İster tevil edilsin isterse edilmesin. Açık örnek olarak “cehmiye fırkası”nın Allah-u Teala’nın sıfatları ve Kur’an-ı Kerim meselelerinde aşırı giderek sapmaları[99], Rafizilerle birlikte başka bir gurubun Hz.Ali (r.a.) ve ehl-i beyt konusundaki aşırılıkları, “Müşebbihe Fırkası”nın sapıklıkları ve bazı yanlış düşünce sahibi gurupların yollarını takip ettikleri kişilerin savunmalarına bazan da Allah-u Teala’nın dinine ve Rasulullah (s.a.v.)’in sünnetine ekler yaparak bidatlar üretmeleri gösterilebilir.
İşte bütün bunlar;
“Ey Rabbimiz! Bizim için günahlarımızı iş ve tavrımızdaki taşkınlıklarımız affet...” (Al-i İmran: 3/148) ayetinde geçen “taşkınlık” cümlesindedir. Affedilmesi tavsiye edilmiştir.
Ne gariptir ki; bazılarının taşkınlığı karşısında bazılarının da dini gerçekler ve iyiliği emretme ve yasalardan sakındır ma noktalarında ciddi noksanlıklar var. Halbuki her iki uç da dengeden uzak sapmadır. Bazı selef alimlerinin tesbiti ne kadar takdire şayandır: “Allah-u Teala ne emrettiyse Şeytan (a.l.) iki şekilde karşılık verdi: Aşırılık ve noksanlık”ifrad ve tefrit.”
Bilinip unutulmamalıdır ki; iyilik ve takva konusunda yardımlaşmayanlar, günah ve kötülükte yardımlaşanlar gibidir. Bunların günahları aynıdır. Birbirlerinden farklı değillerdir. İyiliği terk etmek, kötülüğü yapmak gibidir. Bunun zıttı emredileni yapan yasak edileni yapan gibidir. Aşırılığa kaçıp taşkınlık gösterenlerle bazı emirleri terk edenler arasında da fark yoktur. Dosdoğru yola erdiren ancak Allahü Teala’dır. Yasaklardan kaçma da emredilenleri yapma da onun yardımıyladır. [100]

33) Toplumun Bir Kesiminde Yoğunlaşma


Bazen toplumun bir kesiminde yoğunlaşılıyor. Hizmet alanı olarak seçiliyor. Daha garibi de bu denli dar çerçevede hareket edilip umulan bulunmayınca da ümitsizliğe düşülüyor. Halbuki; böyle düşünenler, dinimizin belli bir ırka, topluluğa değil de bütün insanlara hatta cinlere geldiğini hatırlamaları gerekirken unutuyorlar. Belli bir sınıfa değil tümüne geldiğinden de gafiller.
Gerçek şu ki, toplumun bir kısmını önemseyip diğer kısmını ihmal eden bir davet ve davet tarzı eksik ve yetersizdir. Sonucu ise hüsrandır. Zira İslam daveti toplumun bütün tabakalarını kapsar ve her ferdi gücü nisbetinde görevlendirip sorumlu tutar. Öyle ki İslam toplumunda ihmal edilen veya yaşamdan uzaklaştırılan veya nerede olursa olsun her yerde söz sahibi olan bir sınıf ve gurup yoktur. Bilakis söz ve yetki Allah’ın ve Rasulunün (s.a.v)’dür. Kısaca dinindir. Böyle olunca da din, her fert içindir. Buna binaen de dini hizmet alanı tek tek her ferttir.
Harise bin Vehb (r.a)’dan yapılan rivayete göre Rasulullah (s.a.v.) buyurdu ki;
-Size “cennetlikleri” haber vereyim mi?
-Hor ve hakir görülen o kimsedir ki, Allah-u Teala onun her yemin ettiği şeyi yerine getirir (onu yemininde yalancı çıkarmaz)
-Sizlere cehennemlikleri de söyleyeyim mi?
-Her insafsız, sabırsız ve kibirli kimse(ler).”[101]
Yine Rasulullah(s.a.v) buyurdu ki:
“Kesin olan şu ki, etine-butuna dolgun ve iri kimseler kıyamet günü gelir de Allah katında bir sivri sineğin kanadı kadar değer ve kıymetleri olmaz”[102]
Yine Rasulullah(s.a.v) buyurdu ki:
“Nice saçı-başı dağınık olup kapılardan kovulan kimseler vardır ki, hangi konuda yemin ederse Allah-u Teala onun yeminini yerine getirir. (yemininde yalancı çıkarmaz)”[103]
Sehl bin Sa’d Es-Sa’idi anlatıyor: Rasulallah(s.a.v)’in yanından bir adam geçti. Rasulullah (s.a.v) yanında bulunan (başka) bir kişiye dedi ki;
-Geçen (şu) kimse hakkında ne dersin?
-O da:
-O, insanların en şereflilerindendir. Allah’a yemin olsun ki; her hangi bir kadını nikahlamak için istese verilir, herhangi birisini himaye etse himayesi kabul edilir.
Böyle söylendi ve Rasulullah (s.a.v) sustu. Sonra bir adam daha geçti. Rasulullah(s.a.v) :
-“Bunun hakkında ne dersin?”
O da:
-Bu fakir Müslümanlardandır. Kız istese hiçkimse kızını vermez. Şefaatçi olsa (himaye etse) kabul edilmez.”
Bunun üzerine Resulullah (s.a.v) buyurdu ki:
-“Şu fakir müslüman yeryüzü dolusunca diğerinden daha üstündür.”[104]
Eş-Şatıbi diyor ki: Farz-ı kifaye dolaylı olarak herkes üzerine farzdır. Çünkü bu farzı kifayeyi eda etmek umumun faydasına bir görevdir. O halde herkes biraz da olsa onu ifa etmek için çaba sarfedecek. Şöyle ki: Bazıları o görevi yerine getirmeye yeterlidir. Ki bunlar ehil olan kimselerdir. Diğer bazıları da yeterli değildir. Fakat ehil kimselere yardımcı olmaktan sorumludur. Demek ki, ehil olanlar umumun maslahatını gözetecekler. Ehil olmayan diğerleri ise onlara yardımcı olacak ve o görev ve ameli yapmaları için ehil olanları zorlayacaklar. Sonuçta gücü yetenler yapacak, diğerleri de bunları öne geçirip yardımcı olacaklar. Çünkü gücü yetenlerin yapması diğerlerinin desteğiyle oluyor. Ki bu da, “Farzın ancak kendisiyle tamam olacak şey  kabilindendir.”[105]

34) Fesat Çoğaldı, Yayıldı Ve Kötülük Revaçta


Evet böyle düşünüp çıkaryolu kaçmakta ve bir köşeye çekilmekte buluyor çoğu. Aynı zamanda bu denli kaçışın da en efdal ve en güzel yol olduğunu savunur.
İsterseniz Tabiinden, Kufe’li ve seçkin Fakihlerden Amır Eş-Şabi (r.a)’ın nakline dikkat kesilelim. Diyor ki: “Bir takım insanlar Kufe’den çıktılar. Kufe’ye yakın bir yere yerleştiler. Kendilerini ibadete verdiler. Bu durum Abdullah bin Mes’ud (r.a)’a ulaşınca o hemen onların yanına geldi. Onlar O mübarek zatın gelmesine çok sevindiler. Abdullah bin Mes’ud (r.a) onlara dedi ki:
-“Sizi böyle yapmaya sevk eden şey nedir?”
Onlar:
-“İnsanların kalabalığından uzaklaşıp sadece ibadet etmek istedik” dediler.
Bunun üzerine O dedi ki:
-“Şayet bütün insanlar sizlerin yaptığınız gibi yapsa düşmanla kimler savaşacak. Sizler geri dönmedikçe gitmeyecek ve sizleri terketmeyeceğim.”[106]
İbn-ül-Cevzi diyor ki: “Doğruyu söylemek gerekirse; zahidler yarasalar gibidirler. Yarasaların ışıktan gizlendikleri gibi zahidler de insanlardan uzaklaşıp nefislerini defnediyorlar. Uzlet gerçekten güzel bir hayattır. Yeter ki cemaattan, cenazeye ait görevlerden, hasta ziyaretinden kısaca dini cemaatle icra etmekten alıkoymasın. Ancak insanlar bunu korkakların haline çevirdiler. Korkaklar uzleti kendilerine perde ve kalkan yaptılar. İşte böyle insanlar korkakların ta kendileridir. Fedai ve yiğitler, bunların aksine öğrenen ve öğretenlerdir. Bu da Rasullerin yolu ve tarzıdır.[107]
Zannettiler ki din rahibin uzletidir de zikir ve virdlere daldılar. Ne garip! Görüyorum ki onlar ancak dinin bir kısmına inanıyorlar. Hem yine görüyorum ki kalpleri diğer kısmını inkar ediyor. Oysa din başkasının değil ancak Allah’ındır:
Farzlar, nafileler ve istiğfardır.
Din meydan okuma, bükülmez kılıç ve savaşçıdır. Şer ve şerlileri bozguna uğratır.
Din, Rabbinin kanunuyla hükmetme, adaletle kıyamdır. Zulüm ve zorba asla değil.[108]

Hatime


Allah-u Teala’ya hamd, Rasulune salat-ü selam olsun. Sonra bilinmelidir ki; arzu ve isteğim, Allah-u Teala’nın dinine davetin öneminin kavranmasıdır. “İyiliği emretme ve kötülükten sakındırma” ameliyesinin hakkıyla anlaşılmasıdır. Bunları icra ederken de toplumun hiçbir kesimini hiçbir sınıfını, idare merkezini ve kurumlarını ihmal etmeyip dikkate almak gerektiğini bilip buna göre anlatmaktır.
Aynı zamanda din için hizmet çalışmasının herkesin ve herkesimin görevi olduğu ve herkesin kendi gücü nisbetinde sorumlu olacağının bilinmesidir.
Din hizmeti görevini yerine getirmede her müslümanın genel anlamda ve her davetçi ilim erbabının da özel anlamda bilfiil katılımda bulunmasının zorunlu olduğu bilincine varılmasıdır.
Her müslüman bilmelidir ki; eğer müslümansam dinime hizmette, davette ve dini bilgi ve birikimlerimize yapılan saldırıları defetmede kesinlikle iştirakçi olmalıyım. Ayrıca bilinmeli ki: ya iman ve hayıra doğru ilerliyoruz ya da günah ve taviz bataklığına yuvarlanıyoruz. Çünkü bu hayatta durmak diye bir şey yok. Herşey hareket halinde. O halde herkes kendine baksın ve hesabını yapsın. Uyanık olsun da bilmeden günah bataklığına dolayısıylada cehennem derekelerine yuvarlanmasın. Allah’a sığınırız.
Ey ilim adamları ve davetçiler!
Küfür, şirk, nifak ve isyan sahipleri olan batıl erbabı ve fesad önderleri sizlere galip gelmesin. Zira sizler parçalanır ve tembelleşirseniz, onlar sizlere galip gelecek hatta çoluk-çocuğunuza onlar hükmedecektir.
Eğer siz acı (ve sıkıntı) çekiyorsanız onlar da sizin çektiğiniz acı (ve sıkıntı)yı çekiyorlar. Üstelik siz onların ümit etmedikleri (cennet ve nimetleri)ni istiyorsunuz” (En-Nisa: 4/104)
Aziz kardeşim!
İyilik namına elinde kalana ve nasibine düşene bak. Nebi ve Rasullerin (s.alhm) cennete götürdükleri kafilede yerin ve biletin var mı? Onlar cennete girerken sen geri kalmak ister misin? Aşırılığın ve ihmalinden dolayı onların yolundan uzak kalmaya razı olur musun?
Ey kardeşim!
Allah sana hayır versin.
Allah’ın dinine çağrı: iyiliği emretme ve kötülükten sıkındırma her müslümanın görevi olup üzerine farzdır. Kim ki Allah-u Teala’nın kitabından bir ayet öğrenirse onu öğretmesi, Rasulüllah (s.a.v)’in sünneti seniyyesinden bir şey öğrenirse onu başkasına aktarması ve fıkıhtan bir mesele öğrenirse onu başkasına ulaştırması bir zorunluluktur. Ta ki herkes istifade etsin.
Allah’a yemin olsun ki, davet vasıta ve yolları çoğaldı. Düşün! Senin payın nerede? Şu camiler cemaatsizlikten dolayı niçin kan ağlıyor? Vaaz ve irşaddan niçin uzaklar? Köyler ve kentler cehaletten bunalmış. İnsanlar kendilerine hayır ve iyilik yollarını öğretecek, gösterecek önderlere hasret kalmışlar.
Gazete ve dergiler, delilleriyle meseleleri değerlendiren, sadece Allah için ve ancak O’nun dini için mücadele eden kimselerden fersah fersah uzak kalmış veya uzaklaştırılmış.
Fakat kesinlikle bilinmelidir ki, Allah’a davet kendini bilmez insanların saldırı ve hucumlarından daha yücedir. Ayrıca sınırlı bazı ilişkilerden, bazı zaman dilimleriyle sınırlandırılmaktan da uzak ve kapsamlıdır. Davet okunan bir ayettir. Rivayet edilen bir hadis, öğretilen bir ders, yazılan bir kitap, okunan bir hutbe, etkili bir vaaz, yayınlanan bir dergi, hazırlanmış bir proğram, yönlendirici bir nasihat, okunan bir zikir, infak edilen helal bir mal, yaygınlaştırılan bir ilimdir. İyiliğe çağırı ve kötülükten sakındırmadır. Komşulara ikramda bulunma, fakir ve yoksulları gözetmedir. Hak ve hayır yollarında girişim ve yarıştır.
Rasulullah (s.a.v) buyurdu ki:
-“Zifiri karanlık bir gecenin parçaları gibi olan fitnelerle amel(-i salih)lerinizle yarışın (savaşın). Zira (öyle bir zaman gelecek ki) kişi, mü’min olarak sabahlayıp kafir olarak akşamlayacak, mü’min olarak akşamlayıp kafir olarak sabahlayacak ve basit bir dünyalık karşılığında dinini satacak”[109]
Allah-u Teala’dan “Esma-i Hüsna”sı ve “Sıfat-ı Zatiye ve Subutiye”si hürmetine dinine yardım etmesini ve bizleri de o yardımın vasıtaları kılmasını dilerim. “Kelime-i Tevhid” bayrağını dalgalandırmasını ve yüceltmesini isterim. Şu ümmet-i Muhammed’e sarsılmaz ve sapasağlam bir yol bahşetmesini niyaz ederim. Öyle yol ki ancak itaat edenler yücelsin. İsyankarlarsa alçalsın. Yine ancak iyilik emredilsin. Kötülükse yasaklansın.
Salat, selam ve bereket Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v), ehl-i beyt ve sahabilerinin üzerine olsun.[110]



[1] Medaric-üs-Salikin : C:1 shf:762
[2] Sünen-i Tirmizi-H.N:3542- (Ebu Hureyre rivayet etti.)
[3] Müsned-i Ahmed. H.N:3746
[4] Tac-ül-Arus: C: 4 Shf: 319
[5] Lisan-ül-Arab: C: 6 Shf: 177
Dr. Ebu Huzeyfe, İslam Davetçilerinin Mazeretlerine Reddiye, : 11-14.
[6] Dr. Ebu Huzeyfe, İslam Davetçilerinin Mazeretlerine Reddiye, : 17.
[7] Kitab-üz-Zühd-A. bin Hanbel: 375.
[8] Dr. Ebu Huzeyfe, İslam Davetçilerinin Mazeretlerine Reddiye, : 19-23.
[9] Zad-ül-Mead: C: 1 Shf: 97
[10] El-Fevaid: 43
[11] Kitab-üz-Zühd: A.b.Hanbel: 446- 447
[12] Dr. Ebu Huzeyfe, İslam Davetçilerinin Mazeretlerine Reddiye, : 24-28.
[13] Kitab-üz-Zühd: El-İmam Ahmed: 446- 447
[14] Dr. Ebu Huzeyfe, İslam Davetçilerinin Mazeretlerine Reddiye, : 29-32.
[15] Kitab-üz-Zühd: El-İmam Ahmed: 451
[16] Dr. Ebu Huzeyfe, İslam Davetçilerinin Mazeretlerine Reddiye, : 33-34.
[17] El-Fetava: 15/165-166
Dr. Ebu Huzeyfe, İslam Davetçilerinin Mazeretlerine Reddiye, : 35-39.
[18] Dr. Ebu Huzeyfe, İslam Davetçilerinin Mazeretlerine Reddiye, : 40-41.
[19] Bu söylenilenler genelde doğrudur. İnsaflıca düşündüğümüzde öz eleştiri olarak kabullenmemiz bizlere zarar vermemekle beraber bizler için ikaz uyarıda olabilir. Yanlış olan tarafı bunlarla avunup tembel tembel oturmak veya kendi yaptıkları yanlışları bu eleştirilerle örtmek. Daha da kötüsü bunu din ve hizmet namına yapmalarıdır. (Mütercim A. Metin Gültekin)
[20] Siyer-ül-Elam-ün-Nübela: 7/125
[21] Miftah-üd-Dar-is-Saade: İbnül-Kayyım: 1/168
[22] Ravda-tül-ukala: 178
[23] El-Avaık: M.Raşid:150
Not: Halbuki kocaman hatalarını ve yanlışlarını merceği ters çevirip cüceleştirmeyi de ihmal etmezler. Çoğu kere yanlış olarak ta kabul etmezler. (Mütercim A. Metin Gültekin)
[24] Fadlullahis-Samed Şerh-ül-Edeb-il-Müfred:El-Buhari: 2/48
[25] Dr. Ebu Huzeyfe, İslam Davetçilerinin Mazeretlerine Reddiye, : 42-45.
[26] Kitab-üz-Zühd: 11 / Menakıb-ıl-İmam Ahmed: İbn-ül Cevzi:140
[27] Hilyet-ül-Evliya: 3/28-Siyer-i E’lam-in-Nübela: 6/198
[28] Siyer-ü E’lam-in-Nübela: 6/199
Dr. Ebu Huzeyfe, İslam Davetçilerinin Mazeretlerine Reddiye, : 46-48.
[29] Uyun-ül-Ahbar: İbn-ü Kuteybe: 2/18
[30] Ez-Zühd: İbn-ül-Mübarek: 485
[31] Dr. Ebu Huzeyfe, İslam Davetçilerinin Mazeretlerine Reddiye, : 49-51.
[32] Tabakat-ıbn-i Sa’d: 6/186
[33] Sayd-ül-Hatır: 355
[34] El-Fethur-Rabbani: 29
[35] El-Marife vet-Tarih: 1/607- Tabakat: 5/404  S.E’lam: 5/141
Dr. Ebu Huzeyfe, İslam Davetçilerinin Mazeretlerine Reddiye, : 52-55.
[36] El-Avaık-Muhammed Raşid: 148
[37] Başka kaynaklardan araştırılıp analiz edilmelidir. (Mütercim A. Metin Gültekin)
[38] Miftah-ü dar-ıs-Saade: 1/176
[39] Dr. Ebu Huzeyfe, İslam Davetçilerinin Mazeretlerine Reddiye, : 56-61.
[40] İddet-üs-sabirin: İbn-ü Kayyım: 93
[41] Kitab-üz-Zühd-A.bin Hanbel: 433
Dr. Ebu Huzeyfe, İslam Davetçilerinin Mazeretlerine Reddiye, : 62-65.
[42] Dr. Ebu Huzeyfe, İslam Davetçilerinin Mazeretlerine Reddiye, : 66-67.
[43] El-Fevaid: 35
[44] Dr. Ebu Huzeyfe, İslam Davetçilerinin Mazeretlerine Reddiye, : 68-72.
[45] Siyer-i E’lam-ün-Nübela: 7/114
[46] Mahmil: Devenin üzerine konulup, bağlanılan kulube
[47] Siyer-i E’lam-ün-Nübela: 7/119
[48] Siyer-i E’lam-ün-Nübela: 7/119 -120
[49] Siyer-i E’lam-ün-Nübela: 5/358
[50] Siyer-i E’lam-ün-Nübela: 5/87
Not: Yani bizim yaptıklarımız onların yaptıkları yanında devede kulak kalır. (Mütercim. A. Metin Gültekin)
Dr. Ebu Huzeyfe, İslam Davetçilerinin Mazeretlerine Reddiye, : 73-76
[51] K.Zühd: El-İmam Ahmed: 448-449
Not: Malik (r.a.) şimdi yaşayıp ta bir başkalarına özenerek istek ve arzuları hiç bitmeyen müslüman hanım kardeşlerimizi görseyi ne derdi?!! (Mütercim. A. Metin Gültekin)
Dr. Ebu Huzeyfe, İslam Davetçilerinin Mazeretlerine Reddiye, : 77-78
[52] Dr. Ebu Huzeyfe, İslam Davetçilerinin Mazeretlerine Reddiye, : 79-81
[53] Dr. Ebu Huzeyfe, İslam Davetçilerinin Mazeretlerine Reddiye, : 82-84
[54] El-İbane: 1/419
[55] El-İbane: 1/419
Dr. Ebu Huzeyfe, İslam Davetçilerinin Mazeretlerine Reddiye, : 85-86
[56] Siret-ü Ömer bin-Aziz: Abdül-Hakim: 146
[57] Tabakat-ibn-i Sa’d: 5/397
[58] Zeyl-ü-Tabakt-ı Hanabile: 2/361
[59] El-Fevaid: İbn-ü Kayyım Shf: 42
[60] Dr. Ebu Huzeyfe, İslam Davetçilerinin Mazeretlerine Reddiye, : 87-90
[61] Ahmed bin Hanbel-Ebu Davut- Nesai
[62] Kitab-üz-Zühd: El-İmam Ahmed: 440
[63] Tarih-u Bağdat: 6/99
[64]  Ez-Zühd: İbn-ül Mübarek: 232
[65]  Tarih-u Taberi: 6/572
[66] Dr. Ebu Huzeyfe, İslam Davetçilerinin Mazeretlerine Reddiye, : 91-94
[67] Sayd-ül-Hatır: 355
[68] Siyer-ü E’lam-ün Nübela: 5/74
[69] Not: Sonuç olarak denebilir ki; dinimize her yönüyle talip olmalıyız. Dine hizmette ise alternatif veya paralel, farklı bütün çalışmaları peşinen kabul etmeliyiz. Tavrımız bu olmalı. Sonra kabullenmediğimiz noktalarda ikaz edip uyarmalıyız. Aynı şekilde uyarılara bizler muhatap olduğumuzda da gereken hassasiyeti göstererek düşünce ve icraatımızı gözden geçirmeli ve kontrol etmeliyiz. (Mütercim A. Metin Gültekin)
Dr. Ebu Huzeyfe, İslam Davetçilerinin Mazeretlerine Reddiye, : 95-99
[70] Dr. Ebu Huzeyfe, İslam Davetçilerinin Mazeretlerine Reddiye, : 100-103
[71] Dr. Ebu Huzeyfe, İslam Davetçilerinin Mazeretlerine Reddiye, : 104-105
[72] El-Buhari: K.İman: 13/Müslim:K.iman: 45
[73] Dr. Ebu Huzeyfe, İslam Davetçilerinin Mazeretlerine Reddiye, : 106-107
[74] Müsned-i Ahmed: 15224 \ Et-Tirmizi:2298\Ed-Darimi: 2614
[75] El-Avaık: Muhammed Raşid: 88
[76] Tehzib-üt-Tehzib: 7/7
[77] Dr. Ebu Huzeyfe, İslam Davetçilerinin Mazeretlerine Reddiye, : 108-110
[78] Sünen-i Tirmizi: 2898 \ S.Ebi Davut: 2151 \ Not: İstanbul-Eyüp’te medfundur.
Dr. Ebu Huzeyfe, İslam Davetçilerinin Mazeretlerine Reddiye, : 111-114
[79] Mecmu Fetava İbn-i Teymiyye: 18/295-297
[80] Medaricüs-salikin: 1/267
Dr. Ebu Huzeyfe, İslam Davetçilerinin Mazeretlerine Reddiye, : 115-121
[81] Not: Özellikle memleketimizde bu korkudan dolayı çok kimse namazı boşluyor, başörtüsünü çıkarıyor, oruç tutmuyor... (Mütercim A. Metin Gültekin)
[82] Müsned-i Ahmed: 11048
Dr. Ebu Huzeyfe, İslam Davetçilerinin Mazeretlerine Reddiye, : 122-123                       
[83] Not: Sırf cemaat, grup ve çevre değişikliği sebebiyle. Aynen günümüzde özellikle memleketimizde olduğu gibi. Çünkü hemen hemen  her yerde “dinden” ziyade “cemaatçilik” taassubu ile yetişme ve o doğrultuda gelişmeler gözlemleniyor. Böyle olunca da her fert “cemaatçilik oyununu”’nun birer aktörü konumuna itiyor. Bunun neticesinde de bulunulan camiadan herhangi bir sebeple kopma olduğunda sanki din değiştirilmiş gibi önceki kazanımların üzerine kalem çekiliyor. Tamamen terk ediliyor. Oysa ki; kaynak, yine Kur’an yine Rasulullah (s.a.v.)’in sünneti, yine icma ve kıyas. O halde çözüm nedir? Çözüm; meseleleri Allah ve Resulu’nün çizgisindeki ehil kimselere havale etmek ve “iyiliği emretme ve kötülükten sakındırma” prensibini işleterek dengelemektir. (Mütercim A. Metin Gültekin)
[84] El-İbane: 1/189-190
[85] El-İbane: 1/190-191
[86] El-İbane: 2/505
[87] El-İbane: 2/605
Dr. Ebu Huzeyfe, İslam Davetçilerinin Mazeretlerine Reddiye, : 124-127
[88] El-Fetvaid: İbn-ül-Kayyım: 19
[89] Hılyet-ül-Evliya: 2/321-Siyer-ül-E’lam: 5/224
[90] Siyer-ül-E’lam: 4/259
[91] Siyer-ül-E’lam: 3/221
[92] Siyer-ül-E’lam: 5/240
[93] Tehzib-üt-Tehzib: 1/447
[94] El-Mastar-üs-Sabik: 8/424
[95] Kitab-üz-Zühd: 11; Menakıb-ül-İmam Ahmed: İbn-ül-Cevzi: 140
[96] El-Fevaid: 56
Dr. Ebu Huzeyfe, İslam Davetçilerinin Mazeretlerine Reddiye, : 128-134
[97] İdet-üs-Sabirin: 121-
Not: Çünkü büyük günah sahipleri günahlarının farkında olup zaman zaman tövbe-i istiğfar yapıyorlar. Bunlar ise günahlarını günah olarak algılamaktan bile uzaklar. (Mütercim A. Metin Gültekin)
[98] Et-Tirmizi-İbn-ü Mace: El-Fiten
[99] Zira “Allah-ü Teala’nın sıfatları hadis ve Kur’an-ı Kerim mahluktur” diyorlar. (Mütercim A. Metin Gültekin)
[100] Mecmu’u Fetava İbn-i Teymiyye: 14/283,480
Dr. Ebu Huzeyfe, İslam Davetçilerinin Mazeretlerine Reddiye, : 135-146
[101] Buhari: 4537 / Müslim :5092
[102] Ebu Hureyre: Buhari: 4360 / Müslim: 4991
[103] Ebu Hureyre: Müslim: 4754
[104] Buhari: 5966
[105] El-Muvafakat: C:1  Shf: 178-179
Dr. Ebu Huzeyfe, İslam Davetçilerinin Mazeretlerine Reddiye, : 147-151
[106] Ez-Zühd - İbn-ül-Mübarek: 390
[107] Sayd-ül-Hatır - İbn-ül-Cevzi: 224
[108] Dr. Ebu Huzeyfe, İslam Davetçilerinin Mazeretlerine Reddiye, : 152-154
[109] Müslim [Ebu Hureyre(r.a)’dan rivayet edilmiştir]
[110] Dr. Ebu Huzeyfe, İslam Davetçilerinin Mazeretlerine Reddiye, : 155-160