www.musluman.biz

14 Mart 2012 Çarşamba

Kader Bahane Yapılabilir mi?

“Kader” inanılacak bir şeydir, yoksa bahane edilecek, günahlara gerekçe olarak kullanılacak bir kavram değildir.
Başka türlü söylersek mümin musibetler karşısında kadere baş vurur, günah veya kusurlar karşısında Allah'dan (c.c.) af diler.
Tıpkı Cenab-ı Allah'ın (c.c.) şu ayette buyurduğu gibi.
(Ey peygamber) sabret, Allah'ın vadi mutlaka gerçekleşecektir. Günahlarına da istiğfar et ve akşam-sabah Rabbini överek tesbih eyle.” (Mümin: 55)
Nitekim Hz. Musa, Hz. Adem'i (selâm üzerlerine olsun) cennetteki yasak ağacın meyvasından yemiş olması dolayısıyle meydana gelen musibetten dolayı kınayınca Hz. Adem, Hz. Musa'ya karşı şu savunmayı yaptı:
“Bu benim yaratılmamdan önce yazılmıştı.” (Buhari, K. Peygamberlerle ilgili hadisler, bab. Musa'nın ölümü ve ondan sonrasının anlatımı, H. 3409; Müslim, K. Kader, bab. Adem ve Musa'nın savunmaları, H. 2652.)
Hz. Adem'in, Hz. Musa'ya karşı yaptığı bu savunma aşağıdaki ayetlerin anlamları doğrultusundadır:
“Gerek yeryüzünde ve gerekse kendinizde meydana gelen bütün musibetler, tarafımızdan yaratılmadan önce mutlaka bir kitabda belirlenmiştir. Bunu yapmak Allah için kolay bir şeydir.” (Hadid: 22)
“Başa gelen her musibet, ancak Allah'ın izni ile meydana gelir. Kim Allah'a inanırsa Allah kalbine hidayet verir.” (Teğabun: 11)
İlk dönem (selef) tefsircilerinin açıklamalarına göre:
“Kim Allah'a inanırsa Allah kalbine hidayet verir” ayeti, başına bir musibet geldiği zaman bunu Allah'dan bilerek teselli bulan, gönlü huzura kavuşan kimseyi kasdetmektedir.
İşte Hz. Adem'in (selâm üzerine olsun) kadere dayanarak yaptığı savunma bu anlamdadır. Yoksa -Allah korusun- ne Hz. Adem ve nede O'nun seviyesi altında olan herhangi sıradan bir mümin kaderi bahane olarak kullanıp işlediği günahları savunmaya kalkışamaz.
Eğer böyle bir şey olabilse başta şeytan olmak üzere onun tarafından ayartılan bütün cinler ve insanlar kendilerini bu bahaneye sığınarak savunurla.
Nuh kavmi, Ad kavmi ve Semud kavmi gibi bütün tanınmış küfür, fasıklık ve isyan temsilcileri bu gerekçeye başvururlardı. O zaman da Rabbimiz hiç bir günahkârı cezalandırmazdı. Bu bakış açısı, hem şeriat ve hem de akıl prensipleri açısından saçmadır.
Bu yüzden hiç bir aklı başında kimse böyle bir görüş ileri süremez. Eğer sürerse hiç kimsenin işlediği suçlardan dolayı kınanamaması ve cezalandırılamaması gerekir. Oysa kaderi böyle yanlış anlamda yorumlayan kimse eğer bir saldırganın saldırısına uğrasa mutlaka ona karşı hakkını arayacaktır. Eğer kader mutlaka bahane sayılacaksa saldırıya uğrayan, başına musibet gelen taraf için bahane ve sığınak sayılmalıdır. Değilse ne saldırgan için ve nede saldırıya uğrayan için bahane kabul edilmemelidir.
Eğer kaderi savunma gerekçesi olarak kullanmak doğru ve yerinde sayılacak olsa insanlar bir arada yaşayamazlardı. Çünkü o zaman her saldırgan saldırısını bu gerekçeye sığınarak savunacak ve insanlarda onun bu mazeretini kabul ederek kendisini cezalandıramayacaklardı. Bu görüşü benimseyen hiç bir iki kişi bir arada yaşayamaz. Çünkü herhangi biri kaderin bu yanlış yorumuna bahane ederek karşı tarafa karşı, her türlü kötülüğü yapabilir, hatta canına bile kıyabilir.
Ayrıca Tevhid inancına Allah'ın sıfatlarını yok saymayı sokuşturan bidatçılar ile bu ilkeyi emirlere uyma yükümlülüğünden sıyrılma şeklinde yorumlayanlar bu saçma saplantılarının kaçınılmaz bir sonucu olarak yaratıcı ile yaratıklar arasında fark olmadığını söylemek, başka bir ifade ile “varlık birliği (Vahdet-i vücud) nazariyesini benimsemek zorunda kalırlar.
Nitekim “Vahdet-i Vücud varlık birliği)”, “hulül” (Allah'ın varlıklara sızması) ve “ittihad (Allah ile varlıkların birliği) nazariyelerini savunan sapıklar bu görüşe inanırlar.
Bu inkarcılar putlardan, putlara tapanlardan, Firavun'dan, Haman'dan ve bunların peşinden gidenlerden saygıyle söz ederler, gökleri ve yeri yaratanın varlığı ile evrendeki tüm varlıkların varlığını bir tutarlar ve böylece müşrikliğin, gerçi saptırmanın ve Allah'a iftira etmenin en koyusuna saplandıkları halde Tevhid inancına bağlı olduklarını, gerçeğe erdiklerini ve irfan mertebesine erdiklerini ileri sürerler.
Bunlardan olan bir sözde arif diyor ki:
“Tarikata yeni giren mürid, önceleri şeriatın emirlerine bakarak ibadet ile günah arasında fark gözetir, bunlar arasında ayırım yapar. Bir süre sonra kaderi göz önüne alarak her hareketi günahsız ibadetler bütünü olarak görür, daha sonra da varlık bütünlüğü (vahdet-i vücud) ilkesi açısından ne ibadet ve nede günah görür.”
Bu sözlerin sahibi bir defa benzersiz olan tek “bir” ile aynı türden olan şeyler arasından sayıca ayrılan “biri” aynı saymakta, bu iki kavram arasındaki ince farkı anlayamamaktadır.
Bilindiği gibi bütün varlıklar “varlık” kavramında, bu kavramla anılabilme bakımından ortaktırlar. Varlıklar, “kendisine dayanan” ve “başkasına dayanan” varlıklar olmak üzere iki kategoriye ayrılırlar.
Başka bir deyimle “varlığı zorunlu” varlık olduğu gibi “varlığı mümkün” varlık da vardır. Tıpkı bütün hayvanların “hayvanlık” kavramında ve bütün insanların “insanlık”, kavramında ortak oluşları, hep birlikte kesinlikle bilinen bir gerçektir ki, falanca hayvanla filânca insan birer birey olarak ele alındıkları takdirde aynı varlıklar değildirler. Aralarında genel karakterli bir ortak özellik vardır, o kadar. Bu ortak özellik, birleştirici bir genel kavram olarak sadece zihinlerde vardır, dış dünyada somut olarak bulunamaz.
Buna göre her varlık kendisini diğer bütün varlıklardan ayıran özel bir gerçekliğe sahiptir. Başka türlü söylersek dış dünyada hiçbir iki varlık arasında tıpatıp aynı olan hiç bir ortak özellik yoktur. Var olan ortak yönler, tıpatıp aynı özellikler değil, “benzer” özelliklerdir. Yani falanca varlıkta filanca varlığın niteliklerinden birinin “benzeri” vardır. Bu yüzden falanca varlık filanca varlığın benzeri olmaktadır. Oysa bu iki varlığın her-biri gerek özleri ve gerekse nitelikleri bakımından öbüründen farklı ve ayrı bir varlıktır, sıradan varlıklar arasındaki durum böyleyken nasıl olur da bütün varlıkların yaratıcısı olan Allah ile diğer sıradan varlıklar arasında “birlik”, “kaynaşma” ve “bütünleşme” gibi ilişkilerin var olduğu ileri sürülebilir?
Bu konuyu başka bir eserimizde daha geniş bir şekilde, konunun ciddiyetine yaraşır bir tafsilâtla ele alıp inceledik. Bu nokta çok sayıda insan ayağının kaydığı ve çok sayıda hayal gücünün şaşkınlığa sürüklendiği bir noktadır. Allah dilediklerini doğru yola (sırat-ı müstakime) iletir.
Bu tür sapıklıklara karşılık Allah'ın yaratıcılığı, sıfatları ve emirleri konusundaki iki ana ilkeyi iyi kavrayanlar Allah'ın emrettiği, sevdiği ve hoşlandığı varlıklar ile O'nun kudretinin ürünü olmakta ortak olan diğer varlıklar arasında fark gözetirler.
Bu kimseler aynı zamanda Allah'ın, varlıklardan hiçbirininkine benzemeyen kendine özgü sıfatlara sahip olduğuna, ne Allah'ın özünde varlıklardan bir parçanın ve nede varlıkların yapılarında Allah'dan bir parçanın bulunmasının söz konusu olmadığına inanırlar.
İşte bu iki temel ilkeyi kesin birer inanç prensibi halinde zihinlerine yerleştirenler Cenab-ı Allah'ın (c.c.) peygamberleri aracılığı ile insanlara tebliğ ettirdiği ve kitablarında açıkladığı “Tevhid” ilkesini kavramış olurlar. Meselâ; Kur'anın “Kâfirun” ve “İhlâs” surelerinde bu ilke özlü bir biçimde ifade ediliyor.
Huseyin Ebu Emre - Harun Yildirim - ahlak ve imani dersler