www.musluman.biz

14 Mart 2012 Çarşamba

Eski Şeriatler ve Biz

Denebilir ki; sizin bu konuda göstermiş olduğunuz deliller, onlara ters düşen şu ilke ile çelişki halindedir. Söz konusu ilke şudur:
“Bizden öncekilerin şeriatı, şeriatımız tersine bir hüküm ortaya koymadıkça, bizim de şeriatımızdır.”
Ayrıca Cenab-ı Allah'ın (c.c.):
“Onların yoluna uy”,
“İbrahim'in şeriatına uy” ve
“İslâm olmuş Peygamberler onunla hüküm verirlerdi.” gibi çeşitli ayetleri de bu ilkeyi destekler niteliktedir.  (Maide: 44, Nahl: 123, En'am: 90.)
Daha bir çok delilleri olan bu ilkeyi üstelik siz de kabul ediyorsunuz. Bu ilke ilk dönem müslümanları ile fıkıhçıların çoğunluğunun ortak görüşüdür.
Bu arada söz konusu ilke tüm büyük hadis kaynaklarının ittifakla yer verdikleri ve Said b. Cubeyr tarafından İbn-i Abbas'a -Allah ondan razı olsun- dayandırılan şu hadise de ters düşer. Bu hadisin ilk ravisi olan İbn-i Abbas diyor ki:
“Peygamber Efendimiz (salât ve selâm üzerine olsun) Medine'ye geldiğinde yahudilerin Aşure günü oruç tuttuklarını gördü. Kendilerine:
“Oruç tuttuğunuz bu günün anlamı nedir?” diye sorunca onlardan şu cevabı aldı;
“Bu gün önemli bir gündür. Çünkü Allah bu gün Musa ile kavmini kurtarıp Firavun ile taraftarlarını boğmuştu, biz de ona karşı duyduğumuz saygıyı ifade etmek için aynı günde oruç tutuyoruz.”
Bu cevap üzerine yahudilere:
“Hz. Musa'ya saygı göstermek, sizden çok bize düşer” diyerek o gün hem kendisi oruç tuttu ve hem de müslümanlara oruç tutmalarını emretti.” (Buharî, Feth El-Bâri,c.4,s.244,H.No:2004; Kit.Oruç Bab: Aşure günü orucu. Müslim, Sözel dizgede az değişiklikle, c. 2, s. 796, H. No: 1130, Özel No: 128, Kitap Oruç, Bab: Aşure orucu.)
Öte yandan Ebu Musa -Allah ondan razı olsun- da bu konuyu şöyle anlatıyor:
“Yahudiler Aşure gününü bayram sayıyorlardı. Bunu gören Peygamberimiz bizlere sizde bu gün oruç tutunuz, dedi.”(Buhari, age., c. 4, s. 244, H. No: 2005, Aynı kitap ve bab.)
Bu ifade Müslim'e aittir. Aynı hadisin Buharî'deki bir ifadesi:
“O güne yahudiler saygı gösterip onu bayram kabul ediyorlar” şeklindedir.
Yine Buharî'nin yer verdiği bir başka rivayete göre hadis:
“Hayber halkı (yahudiler) Aşure günü oruç tutup bayram olarak kutluyorlar ve bu gün kadınları bayramlıklar giyip takılar takıyorlardı.” şeklindedir.
Bu arada yine büyük hadis kaynaklarının Zehri'ye dayanarak ortaklaşa kaydettiklerine göre yine İbn-i Abbas -Allah ondan razı olsun- şöyle diyor:
“Ehli Kitab (yahudiler ile Hrıstiyanlar) saçlarını alınlarından aşağı sarkıtır, buna karşılık müşrikler (putperestler) ikiye ayırıp yanlara tararlardı. Peygamber Efendimiz (salât ve selâm üzerine olsun) hakkında emir bulunmayan konularda Kitab ehline uymayı tercih ettiği için bir süre saçlarını alnından sarkıttı, fakat daha sonra ikiye ayırıp yanlara taramaya başladı.” (Buhari, Age., c. 10, s. 361, H. No: 5917, Kitap, Giyim, Bab: Fırkalar, Müslim, c. 4, s. 1816, H. No: 2336, Kitap Faziletler, Bab: Peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun) saçlarını alnından sarkıtması ve ortadan ayırmasına değin hadisler.)
Yukardaki itiraza şöyle cevap verilebilir:
“Bizden önceki ümmetlerin şeriatı, şeriatımız tersine bir hüküm ortaya koymadıkça, bizim de şeriatımızdır” ilkesinin geçerli olabilmesi için mutlaka şu iki ön şart bulunmalıdır. Hemen belirtelim ki, konumuz olan bu ümmetlere benzeme meselesinde bu iki şartın her ikiside yerine gelmemektedir. Bu ön şartlar şunlardır:
1 - Bir defa uymamızın söz konusu olabileceği hükmün gerçekten onların şeriatınde yer aldığı güvenilir bir delille isbatlanmış olmalıdır. Bu da ya Allah'ın bu hususu bize Kur'an'da bildirmesi, ya Peygamberimizin bu konuyu bize haber vermiş olması veya bu hususun tevatür (çok kanallı rivayet) yolu ile belgelenmesi ile mümkündür. Böyle bir konuda sırf yahudiler ile hristiyanların söylediklerine veya ellerindeki kitablarda yazılı olanlara dayanmak, yetkililerin ittifakı ile, geçerli değildir.
Gerçi Peygamber Efendimiz (salât ve selâm üzerine olsun) zaman zaman yahudilerden bilgi istemiş ve onlarda Tevratın muhtevası (içeriği) ile ilgili olarak kendisine bilgi vermişlerdi. Ama onların asılsız uydurmaları (batılı) kendisine yutturmaları söz konusu olmadığı için bu böyle olmuştu. Tersine Cenab-ı Allah (c.c.) yahudilerin hangi sözlerinin doğru ve hangi sözlerinin asılsız olduğunu Peygamberimize bildiriyordu. Nitekim bir çok kez onların yalan söylediği hakkında kendisini uyarmıştır.
Bize gelince eğer onlara baş vurursak bize yalan söylemeyeceklerinden ve böylece fasıktan, hatta kâfirden gelen bir habere uyma tehlikesine düşmekten emin olamayız. Bu böyle olduğu içindir ki, Buharî'de yer alan bir hadise göre Peygamber Efendimiz (salât ve selâm üzerine olsun)
Yahudiler ile hrıstiyanlar (Ehl-i Kitab) size bir şey söylediklerinde sözlerine ne inanınız ve nede kendilerini yalanlayınız.”  buyurmuştur. (Buhari, age, c. 8, s. 170, H. No: 4485, Kitap Tefsir, Bab: Deyin inandık Allah'a ve onun yanından bize indirilene âyeti Hadisin sözcükleri şöyledir: “Kitaplıları ne doğrulayın ne de yalanlayın...”)
2 - İkinci ön şart o konu ile ilgili olarak bizim şeriatımızda özel bir hüküm, bir açıklama bulunmamalıdır.
Eğer o konuda şeriatımızda benimseyici veya karşı çıkıcı bir açıklama varsa şeriatımızdaki bu açıklama bizden öncekilerin o adetine uymamızı yasakladığı ve üstelik o adetin daha öncekilerin şeriatından olduğu isbatlanamadığı takdirde o adet ve uygulamadan uzak durmamız gerekir.
Eğer söz konusu adetin eskilerin şeriatından olduğu isbatlanır da Peygamberimizle sahabilerin buna karşı çıktıkları meydana konursa o takdirde bize emredilen şey Peygamberimize ve sahabilere uymak, onları örnek edinmektir. Bilindiği gibi, Peygamberimiz bize, davranış ve düşüncelerimizin yahudi ve hristiyanların düşünce ve davranışlarına uymamasını, onlara ters düşmesini emretmiştir. Onlara ancak geçici veya detayla ilgili bazı hükümlerde uyabiliriz, yoksa kalıcı geleneklerle temelli davranışlarda onlara uymamız söz konusu olamaz.
Ayrıca uyabileceğimiz geçici veya ayrıntılarla ilgili konularda da Peygamberimizle sahabilerin söz ve uygulamalarında tersine bir belge bulunmamalı veya özü şeriatımızda bulunmakla birlikte ya özü veya benzeri peygamberlerden birinin şeriatında yer almış olmalıdır. Evlâdını kurban olarak adayan kimsenin onun yerine koyun kesebilmesi ve Hz. İbrahimin (salât ve selâm üzerine olsun) şeriatında yeri olan sünnet olma geleneği gibi. Şu andaki konumuz bu meselelerin ayrıntıları değildir.
Aşure günü oruç tutmakla ilgili hadise gelince Peygamberimizin, o gün oruç tutmanın bir yahudi adeti olduğunu öğrenmeden önce de bu günde oruç tuttuğunu kesinlikle biliyoruz. Çünkü Kureyşliler de o gün oruç tutuyorlardı. Nitekim Buharı ve Müslim'e göre Peygamberimizin eşi Hz. Ayşe -Allah ondan razı olsun- Kureyşlilerin cahiliye döneminde Aşure günü oruç tuttuklarını, Rasûlüllah'ın da böyle yaptığını Medine'ye göç edince de o gün oruç tutmayı müslümanlara emrettiğini, fakat Ramazan orucu farz kılınınca “Bu gün, isteyen oruç tutsun, isteyen tutmasın.” dediğini belirtmektedir. (Buharî, age., c. 4, s. 244, H. No: 2002, Kitap Yukarıda geçti.)
Yine Buhari ile Müslim'in belirttiğine göre bu konuda Abdullah b. Ömer -Allah ondan razı olsun- şöyle diyor:
“Cahiliye dönemi arapları Aşure günü oruç tutarlardı. Peygamberimiz ile Müslümanlar da Ramazan orucu farz kılınıncaya kadar o gün oruç tutmaya devam ettiler. Ramazan orucu farz kılınınca Rasûlüllah -Aşure günü Allah'ın günlerinden biridir. O gün isteyen oruç tutsun, isteyen tutmasın- buyurdu.”(Müslim, c. 2, s. 792-793, Aynı kitap, aynı bab.)
Peygamberimizin o gün oruç tutması, yahudilere özenmekten kaynaklanmadığı içindir ki, yahudilere:
“Musa'ya saygı göstermek sizden çok bize yakışır” diye cevap vererek o gün kendi tercihi ile oruç tuttuğunu belirtmiş yahudilere ve Hz. Musa'ya saygı sunmak üzere yaptıkları bir hareketi müslümanların da yapmakta olduğunu ve bunu yapmanın önce onlara düşeceğini hatırlatmıştı.
Ayrıca gerek Peygamberimizin yahudilere vermiş olduğu bu cevap ve gerekse İbn-i Abbas'ın O'nun hakkındaki “Rasûlüllah, hakkında emir bulunmayan konularda Kitab ehline (yahudiler ile hrıstiyanlara) uymayı isterdi, tercih ederdi” şeklindeki sözleri bir kaç bakımdan açıklanmaya muhtaçtır. Şöyle ki:
1 - Her şeyden önce İslâmın ilk yıllarına aittir. Daha sonra Cenab-ı Allah, bu hükmü yürürlükten kaldırarak Kitab ehline karşı çıkmayı yasalaştırmış ve bunu açıkça emretmiştir. Nitekim İbn-i Abbas bu sözlerinin devamında:
“Onlara uyarak bir süre saçlarını alnından sarkıttı, fakat daha sonra ikiye ayırıp yanlara taramaya başladı” demektedir.
Nitekim o andan itibaren saçları ikiye ayırıp yana taramak müslümanların ayırıcı geleneklerinden biri olmuş ve zimmilere (gayri müslim azınlıklara) saçlarını bu şekilde taramayacakları şartı konulmuştu.
İslâm tarihinde bunun benzeri olan bir olay Kıble değişimi meselesidir. Bilindiği gibi, Cenab-ı Allah (c.c.) önceleri müslümanlara, tıpkı yahudiler gibi, Beytülmukaddes'e (Kudüs'e) yönelerek namaz kılmalarını emretmiş, fakat bir süre sonra bu hükmü yürürlükten kaldırarak (neshederek) Kabe'ye yönelme direktifini indirmiş ve arkasından çeşitli ayetlerde anlamlı gerekçeler Peygamberimizi bu konuda uyarmıştır. Bu uyarıcı ayetlerin başlıcaları şunlardır:
“İnsanlardan bazı beyinsizler -Onları yönelegeldikleri kıbleden döndüren sebeb nedir?- diyecekler.” (Bakara: 142)
“Sen kendilerine Kitab verilenlere her türlü ayeti (delili, mucizeyi) getirsen yine de senin kıblene uymazlar. Sen de onların kıblelerine uyacak değilsin.”
“Eğer sana gelen bilgiden sonra onların keyiflerine uyacak olursan, o takdirde zalimlerden biri olursun.” (Bakara: 145)
“Sen onların dinlerine uymadıkça ne yahudiler ve nede hristiyanlar senden hoşnut olmazlar... Eğer sana gelen bilgiden sonra onların arzularına uyacak olursan, hiç şüphesiz, Allah artık senin ne dostun ve ne de destekçin olur.” (Bakara: 120)
“Herkesin yöneldiği bir istikamet vardır.” (Bakara: 145)
Bu açıklamalarımızı pekiştiren diğer bir delil de şudur ki, Peygamberimiz önceleri oruç tuttuğu ve hakkında yahudiler
Musa'ya saygı göstermek sizden önce bize düşer” dediği Aşure günü ile ilgili olarak vefatından az önce tutumunu değiştirerek sahabilere bu değişikliği emir olarak duyurmuştur, Bu yüzdendir ki, Peygamber Efendimiz hakkında ilahi emir bulunmayan konularda Kitab ehline uymayı tercih ettiğini ve Rasûlüllah'ın yahudilere:
“Musaya saygı göstermek sizden önce bize düşer” dediğini bildirmiş olan ünlü sahabi İbn-i Abbas -Allah ondan razı olsun- söz konusu tutum değişikliğinden sonra Aşure günü oruç tutmayıp bu bakımdan yahudilere ters düşmekte en çok ısrar eden kimse olmuştur. Çünkü daha önce belirttiğimiz gibi, Peygamberimizin sözünü ettiğimiz tutum değişikliği ile ilgili emrini hadis olarak kendisi nakletmiştir.
Nitekim Müslim'de yer aldığına göre Hakem b. A'rec(65) diyor ki:
“Bir defasında İbn-i Abbas'ın yanına vardım, o zemzem kuyusunun yanında paltosunu dürüp başının altına koyarak uzanmıştı. Kendisine -Bana Aşure günü orucu hakkındaki bildiklerini anlat- dedim. Bana -Muharrem ayı hilâlini görünce saymaya başla ve dokuzuncu gün gelince oruç tut- dedi. Kendisine -Rasûlüllah böyle mi yaptı- diye sormam üzerine de bana -evet, öyle yaptı- diye karşılık verdi.”  
(Müslim, c. 2, s. 707, H. No: 1133, Kitap Oruç, Bab: Aşura günü için hangi günden oruca başlanmalıdır.)
(Hakem b. A'rec; Hakem b. Abdullah b. İshak b. El-A'rec, El-Basri, için İbn Hacer: “Güvenilirdir, çoğu kez yanılır” üçüncü kuşak ravilerden olup Müslim ve başkaları ondan hadis alır.” diyor. Takrib El-Tehzib, c. 1, s. 191, Biy. No: 486.)
Yine Müslim'in bu konuda İbn-i Abbas'a -Allah ondan razı olsun- dayanarak bildirdiğine göre Peygamber Efendimiz (salât ve selâm üzerine olsun) şöyle buyurdu:
“Eğer gelecek yıl hayatta olursam, (Aşure ile birlikte) Muharrem'in dokuzuncu gününde (Tasua) de oruç tutacağım”   (Age., adı geçen kitap ve bab: H. No: 1334.)
Ayrıca Yahya b. Mansur, Amr b. Dinar'a dayanarak Ata'nın, İbn-i Abbas'ın:
“Muharrem'in dokuzuncu ve onuncu günlerinde (Tasua ve Aşure) oruç tutarak Yahudilere ters düşünüz” dediğini kulakları ile işittiğini bildirmiştir. Bunlar yanında Said b. Mansur'un “Sünen” adlı eserinde belirttiğine göre Davud b. Ali, dedesi İbn-i Abbas, Peygamberimizin şöyle buyurduğunu nakletmiştir:
“Aşure günü oruç tutunuz, fakat bu konuda yahudilere ters, düşünüz. Bunun için de (Aşure ile birlikte) ya bir gün önce veya bir gün sonra da oruç tutunuz.” (Sahih İbn Huzeyme, c. 3, s. 290-291, Beyhâkî, Sünen El-Kübrâ, c. 4, s. 287, Ahmed, El-Müsned, c. 1, s. 231.)
Nitekim Esremin bildirdiğine göre İmam-ı Ahmed bu konuda:
“Ben Aşure günü orucu ile ilgili olarak Muharrem'in dokuzuncu ve onuncu günlerinin ikisinde oruç tutulması gerektiği görüşündeyim. Çünkü İbn-i Abbas'ın rivayet ettiği bir hadise göre Peygamberimiz bu konuda Muharrem ayının dokuzuncu ve onuncu günlerinin her ikisinde de oruç tutunuz buyurmuştur” diyor.
Öte yandan Meymunî ile İbn-i Haris de bu konuda İmam-ı Ahmed'in şu benzer sözlerini naklediyorlar:
“Kim Aşure günü oruç tutmak isterse Muharrem'in dokuzuncu ve onuncu günlerini birlikte tutar. Fakat eğer bu kimse ayın kaçı olduğunu kesinlikle bilemiyorsa o zaman üç gün oruç tutar.
Arkadaşlarımızdan birinin görüşüne göre Muharrem'in dokuzuncu ve onuncu günlerini birlikte tutmak daha iyi olmakla birlikte sırf onuncu günü (Aşureyi) tutmak da mekruh değildir.” (El-Muğni ve El-Şerh El-Kebîr, c. 3, s. 104.)
Bize gelen bu sözlerinden anladığımıza göre İmam-ı Ahmed, sadece Aşure günü oruç tutmayı mekruh sayıyor. Çünkü kendisine bu konuda sorulan soruyu, iki gün oruç tutulması gerektiği şeklinde cevaplandırdı ve bu görüşünü İbn-i Abbas'ın sırf Aşure günü oruç tutmayı mekruh saymasına dayandırdı. (S. El-Buharî, Feth El-Bârî, c. 2, s. 445, H. No: 952, Kitap Bayramlar, Bab: Müslümanların bayram sünnetleri. Müslim, c. 2, s. 607, H. No: 892, Kitap Bayram namazları, Bab: Bayramlarda oyun oynamanın mubah olması.)
Bu durumu genel olarak şöyle açıklayabiliriz:
İslâm'ın ilk döneminde yahudi ve hrıstiyanlara benzeme niteliği taşıyan tüm uygulamalar Hicretin ilk yıllarında görüldü ve daha sonra bunlar yürürlükten kalktı (neshedildi). Çünkü o günlerde meselâ yahudiler ne düşünce tarzı ne kıyafet ve ne de sembolik nitelikli gelenekler bakımından müslümanlardan pek farklı değillerdi. Fakat daha sonraki yıllarda gerek Kitab (Kur'an) gerek sünnet ve gerekse halife Hz. Ömer -Allah ondan razı olsun-zamanında olgun bir görünüm kazanan icma-i ümmet yolu ile Allah'ın kâfirlere ters düşmek, zihniyet ve davranışlar bakımından onlardan ayrı olmak ilkesi ortaya çıkıp ağırlık kazanmaya başladı.
Sebebine gelince yahudi ve hrıstiyanlara ters çıkmak, cihad ve cizyeye bağlamak gibi çıkışlarla İslâm'ın gelişip egemenliğini kabul ettirmesi perçinlenmedikçe mümkün olamazdı. Müslümanlar ilk yıllarda zayıf oldukları için yahudi ve hrıstiyanlara karşı çıkma ilkesi ortaya konamamıştı. Fakat islâmiyet güç kazanıp egemenliğini perçinleyince bu ilkenin ortaya konduğunu görüyoruz.
1 - Bu durumun günümüzdeki benzeri şöyle olabilir. Eğer bir müslüman Dar-ul harb'de veya Dar-ul harb niteliğinde olmayan kâfir bir ülkede yaşasa, yaşadığı yörenin kâfirleri ile dış görünüş bakımından ters olmakla yükümlü tutulmaz. Çünkü böyle bir tutum söz konusu müslümana zarar verebilir. Tersine böyle bir müslûmanm zaman zaman çevresindekilerin dış görünüşlerine katılması müstahab, hatta bazı durumlarda vacip bile olur. Elbetteki eğer böyle davranmakta İslâm için yarar söz konusu ise bu böyledir. Böyle bir durumda İslâm için beklenebilecek yarar yöredeki kâfirleri İslâma çağırabilmek, onların içyüzlerini öğrenip müslümanlara bildirmek ve bu kâfirlerin müslümanlara zarar vermelerini önlemek gibi çeşitli amaçlar olabilir.
2 - Bu konudaki ikinci izah tarzı da şudur:
Farzedelim ki, Peygamberimizin söz konusu tutumu yürürlükten kalkmamıştır (neshedilmemiştir) O takdirde bilmeliyiz ki, bazı konularda kâfirlerle uyuşmak sadece Peygamberimizin başarabileceği bir iştir. Çünkü o, Allah'ın kendisine indirmiş olduğu özel bilgi sayesinde kâfirlerin adet ve gelenekleri arasında bulunan hak ve batıl unsurları ayırdetmek imkânına sahipti. Bize düşen bu konuda ona uymaktır.
Bizim kendi kendimize kâfirlerin dinlerinden alıntılar (iktibaslar) yaparak onların söz ve davranışlarını rehber edinmemiz, yetkili tüm müslümanların söz birliği ile, caiz değildir ve Peygamberimizin mesajının ihmal edilemez bir gereğidir.
Buna göre eğer biri ortaya çıkar da: “bizim zamanımızda yaşayan kitab ehli ile, günümüzün yahudi ve hristiyanları ile uyum halinde olmamız müstahabdır.” derse bu ümmetin dininin sınırları dışına çıkmış olur.
3 - Üçüncü izah şekline gelince diyelim ki; yukarıdaki hadis gereğince Peygamberimiz: “Hakkında emir bulunmayan konularda kitab ehline uymaktan hoşlanırdı”, fakat bir süre sonra müslümanlara aynı konuda onlara karşı çıkmalarını emretti. Bize emredilen şey de Peygamberimize ve onun sahabilerine uymaktır.
Fakat bizim asıl vurgulamak istediğimiz şey;
Bu ümmetin öncüleri olan ilk dönem müslümanlarının uygulamalarında hiç görülmemiş olan konularda kafirlere benzememizin yasak olduğudur.
İlk dönem müslümanların uygulamalarında görülen şeylere gelince; bunlardan kuşku duyulamaz. İsterse bu uygulamaları, zamanın kafirleri de yapmış olsun, isterse yapmamış olsun, farketmez. Çünkü biz Allah'ın bize yapmayı emrettiği bir işi kâfirler de öyle yapıyor diye terkedecek değiliz.
Üstelik şunu da hemen belirtelim ki, onlarla ortak konularda Allah'ın bize emrettiği her şey, mutlaka Allah'ın yürürlükteki hak dinini, yürürlükten kaldırılmış veya değiştirilmiş eski şeriatlerden ayırdettirecek şekilde değişik ve farklıdır.
Huseyin Ebu Emre - Harun Yildirim - ahlak ve imani dersler