www.musluman.biz

12 Mart 2012 Pazartesi

Günahlar Şeref ve Değeri Düşürür

Huseyin Ebu Emre - Harun Yildirim - ahlak ve imani dersler


Günahların bir cezası da kişinin Allah katındaki ve insanlar katındaki şan, değer ve makamını düşürmesidir. Zira kulların Allah (c.c.) katındaki en değerlileri en takvalıları, O'na en yakın makamdakiler O'na en itaatkârlarıdır. Kul Allah'a ne kadar itaat ederse nezdindeki değeri o kadar çok olur. Âsî olup emrine karşı gelirse, gözünden düşer ve Allah (c.c.) onu kullarının kalbinden de düşürür. Kullar nezdinde hiç bir değeri kalmayıp basitleşince, kullar tarafından da kötü bir muameleye maruz kalır. Böylece aralarında en kötü biçimde yaşam sürdürür. Adı sanı sönük, kıymeti düşük, perişan halli, hiç bir saygınlığı olmayan, sevinç ve neşe bilmeyen bir hayat sürdürür.
Ancak şehvet insanı sarhoş yapmakta ve ona masiyetleri işletmektedir.
Yüce Allah'ın kula en büyük nimetlerinden biri de onun kıymetini yüceltmesidir; bu hususta peygamberlerini ve rasullerini diğerlerinden ayrı tutmuştur. Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"Kuvvetli ve basiretli kullarımız İbrahim'i, İshak'ı ve Yâkub'u da an. Biz onları bir özellikle, o yurtta anılmakla hoş kıldık." (Sâd, 45,46)
Yani: biz onlara kimseye vermediğimiz bir özellik verdik. O da o yurtta güzel bir anılmayla anılmaları, haklarında övgüyle bahsedilmeleridir. Halil İbrahim'in (Sallallahu aleyhi ve sellem) duasında istediği "lisan-ı sıdk" da budur.
Nitekim O:
"Allah'ım, sonra gelenler arasında bana, bir doğruluk dili (sonraki nesiller arasında iyi anılmak iyi bir ad bırakmak) nasip eyle!" (Şuarâ, 84) demişti.
Yüce Allah o ve oğulları hakkında:
"Onlara rahmetimizden mal ve çocuk lütfettik ve onlar için yüce bir doğruluk dili verdik (yani bütün din mensuplarınca onların, övülüp hayır ile yâd edilmelerini sağladık) (Meryem, 50) buyurmuştur.
Yüce Allah peygamberi Muhammed'e de şöyle demiştir:
"Senin sânını yüceltmedik mi?" (İnşirah, 4)
Peygamber takipçilerinin Allah'a itaat ve peygamberleri izlemeleri oranında bundan nasipleri vardır. Peygamberlere muhalefet edenler ise peygamberlere muhalefet ve Allah'a isyanları oranında bu nasipten uzaktırlar.
Günahların bir cezası da sahibinden övgü ve şeref isimlerini attırıp ona yergi ve alçaltıcı isimleri kazandırmasıdır.
Ondan mümin, berr (iyi) muhsin (iyilik yapan, takva ehli), muttaki, itaatkar, tevbekâr, veli salih, âbid, hâif (Allah'tan korkan), evvâb (çok tevbekâr, Allah'a çok yönelen), hoş, mardî (kendinden razı olunan) gibi isimleri alır.
Ona facir, âsî, kötülük yapan, fesadçı, pis, sevimsiz, zinakâr, hırsız, katil, yalancı, hâin, livatacı, akrabalık ilişkisini koparan, hain gibi isimleri kazandırır.
Bunlar fısk isimleridir:
"İnandıktan sonra fısk adı ile çağrılmak ne kötü bir şey" (Hücûrat, 11) Bu isimlere sahip olmak ise Allah'ın gazabına cehenneme girmeye ve rezil alçak bir hayat sürmeye nedendir.
Diğer isimler ise Rahman'ın rızasına cennetlere girmeye ve kişinin diğer insanlardan şerefli olmasına yol açar. Masiyetin tek cezası bu isimleri ve yol açtıklarını hak etmek olsaydı, akıl için sahibini ondan men'etmeye yeterli bir neden olurdu. Tâatin tek ödülü bu isimleri ve gerektirdiklerini elde etmek olsaydı bu, akıl için sahibine bunu emretmeye yeterli bir gerekçe olurdu. Fakat Yüce Allah'ın verdiğini engelleyecek, engellediğini verecek, uzaklaştırdığını yaklaştıracak, yaklaştırdığını uzaklaştıracak hiç kimse ve güç yoktur.
"Allah her kimi zelil kılarsa, artık ona ikram edecek hiç kimse yoktur." (Hacc, 18)
Günah özellikle aklın noksanlaşmasında etki eder. Biri itaatkar diğeri âsi iki akıllı kimseden itaatkâr olanın aklı mutlaka daha fazla, fikri daha doğru, görüşü daha düzgündür ve doğru onun arkadaşıdır.
O yüzden Kur'an'ın hitabının sadece akıl ve fikir sahiplerine doğru olduğunu görürsün. Şu âyetlerde olduğu gibi:
"Benden korkun ey akıl sahipleri!" (Bakara, 197)
"Allah'tan korkun ey akıl sahipleri, ki felaha eresiniz" (Maide, 100).
"Ancak akıl sahipleri düşünüp anlar." (Bakara, 209) Bunların benzerleri çoktur.
Bir an veya gün veya bir süre tadılan sonra rüya gibi biten bir lezzeti ebedî nimetlere, büyük kurtuluşa, hatta dünya ve ahiret saadetine tercih eden kimsenin hangi aklından bahsedebilir?
Aleyhine hüccet olarak sunulacak aklı olmasaydı delilerden sayılırdı aslında. Hatta delillerin hali ondan daha iyi ve sonu daha selametli olacaktır.
Akıllar selîm ve sağlıklı olsalardı zevk, sevinç, neşe ve hoş yaşamı elde etmenin yolunu, her türlü nimetin rızasında, her türlü elem ve azabın da O'nun gazabında ve öfkesinde olduğunu görürlerdi. O zatın rızasını kazanmaya çalışırlardı. Çünkü gözlerin aydınlığı, nefislerin neşesi, kalplerin hayatı, ruhların lezzeti, hayatın hoşluğu, yaşamın lezzeti Allah'ın (c.c.) rızasındadır. Şayet öte dünyanın bir zerre nimeti dünyanın tüm nimetleriyle tartılsaydı dünya nimetleri daha hafif gelirdi. Hatta kalp ondan en az miktarda hazlansaydı onu dünyaya ve içindekilerinin tümüne karşılık vermek istemezdi. Bununla birlikte itaatkâr kimse dünyadaki nimetlerden orada müreffeh yaşam sürenlerden daha çok nasiplenir. Çünkü bu nimetle hazlanmasına, lüks yaşam sürenlerin hazlanmalarına katışan hüzünler, kederler ve dertler bulaşmaz. Bilakis o her iki nimet ve zevki yaşar. Ayrıca bunlardan daha büyük iki nimet bekler. Bu süre içerisinde de elem ve acılara maruz kalmaz. Durum Allah'ın buyurduğu gibidir:
"Eğer siz acı çekiyorsanız onlar da sizin acı çektiğiniz gibi acı çekmektedirler, üstelik siz Allah'tan, onların ummadıkları şeyleri ummaktasınız?" (Nisa, 104)
Lâilâhe illallah! Aman Allahım! İnci karşılığında gübre, misk mukabilinde dışkı, Allah'ın kendilerine ihsan buyurduğu peygamberler, sıddıklar, şehidler ve salihlerle arkadaşlık karşılığında Allah'ın gazap ettiği, lanetlediği ve kendileri için cehennemi hazırladığı kimselerle arkadaşlığı satın alan kimsenin aklı ne de azdır!
Günahlar kul ile Rabbi arasındaki ilişkinin kopmasına yol açar. Aralarındaki bağ kopunca da kuldan her türlü hayır vesileleri kesilir, her türlü şer bağları onunla bağlantıya geçer. Hayır vesileleri ve yolları kopmuş ve tıkanmış, bir göz açıp kapama süresinde dahi onsuz edemeyeceği, ondan müstağni kalamayacağı, onun yerini tutacak başka kimsesi bulunmayan o dostu ve mevlası ile ilişkisi kopmuş, kendisiyle her türlü şer vesileleri irtibata geçmiş, en büyük düşmanıyla arası düzelmiş, düşmanı kendisine dost olup asıl dostundan uzaklaştırmış...
Artık böyle kimse hakkında hangi kurtuluş, hangi ümit ve hangi yaşamdan bahsedilebilir?
Hiç kimse bu (dosttan) ayrılma ve (düşmanla) birleşmedeki çeşit çeşit elem ve azapları hakkiyle bilemez.
Seleften bir zat şöyle der:
Kulu Yüce Allah ile şeytan arasına bırakılmış halde görüyorum; Yüce Allah yüz çevirince ona şeytan dost olur. Allah onu dost edinip himayesi altına alınca da şeytan ona güç yetiremez.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurur:
"Meleklere Âdem'e secde edin! demiştik. Secde ettiler, yalnız iblis etmedi. O cinlerdendi. Rabbi'nin buyruğu dışına çıktı. Şimdi siz benden ayrı olarak onu ve neslini dostlar mı ediniyorsunuz? Oysa onlar sizin düşmanınızdır. Zalimler için ne kötü bir değiştirmedir!" (Kehf, 50)
Yüce Allah bu âyette şöyle demektedir:
Ben atanıza ikramda bulundum, değerini yükselttim, başkasından üstün kıldım. Ona ikram ve şereflendirme olarak, tüm meleklerime ona secde etmelerini emrettim. Hepsi bana itaat ettiler, ancak onun da benim de düşmanım olan iblis bunu kabul etmedi. Emrime karşı geldi, bana itaati bıraktı. Tüm bunlardan sonra beni bırakıp onu ve neslini dost edinmeniz, benim ve sizin düşmanınız olduğu halde ona, itaat etmeniz, hoşnutsuzluğuma yol açacak hususlarda onu dost edinmeniz size hiç yakışır mı?
Ona düşmanlığı emrettiğim halde siz düşmanımı dost edindiniz. Bir hükümdarın düşmanlarını dost edinen kimse hükümdar nezdinde düşmanla aynıdır. Çünkü sevgi ve itaat ancak itaat edilenin düşmanlarını düşman, dostlarını dost edinmekle olur. Hükümdarın düşmanlarını dost edinip sonra da onun dostu olduğunu -iddia etmen saçmadır. Bu eğer hükümdarın düşmanı sizin düşmanınız değilse böyledir. Peki o aynı zamanda sizin hakiki düşmanınızsa ve sizinle onun arasıdaki düşmanlık koyun ile kurt arasındaki düşmanlıktan büyükse...
Yüce Allah böylesi bir dostluğun çirkinliğini "Oysa onlar sizin düşmanınızdır" ve "Rabbinin buyruğu dışına çıktı" sözleriyle vurgulamıştır.
Böylece hem Rabb'ine hem de bize olan düşmanlığının ona düşmanlığı gerektiren gerekçe olduğu ortaya çıkmıştır. Peki bu ne biçim dostluk?
Bu ne biçim alışveriş?
Zalimlerin cezası ne kötüdür!
Bu ayetteki hitapta sanki bir çeşit paylama var. Sanki şöyle deniliyor:
Ben meleklerimle birlikte secde etmediği vakit İblis'e düşman oldum. Ona düşmanlığım sizin hatırınızaydı. Sonra bu düşmanlığın sonu, onunla aranızda barış andlaşması imzalamanız oldu.
Günahlar ömrün bereketini, rızkın bereketini ilmin bereketini, amelin bereketini ibâdet ve tâatın bereketini siler.
Özetle din ve dünyanın bereketini götürür. Allah'a isyan içinde hayat sürdürenin ömründe, iş dünyasında hiç bir berekete rastlayamazsın.
Yeryüzünden bereket insanların isyanlarından başka hangi nedenle ortadan kalkmıştır ki?
Yüce Allah:
"Şayet kasabalılar iman edip Allah'tan sakınsalardı. Onlara gökten ve yerden bereket kapıları açardık." (A'râf, 96) buyurur. Yine:
"Şayet doğru yolda gitselerdi onlara bol su verirdik." (Cin, 16-17) buyurur.
"Kul, işlediği günah yüzünden rızıktan-nimetten mahrum bırakılır".
Bir hadiste şöyle denmektedir:
"Rûhulkudüs (=Cebrail) kalbime hiçbir nefis rızkının tümünü almadıkça ölmez diye üfledi. O halde Allah'tan sakının, talep ve dualarınızı güzelce ve edeplice yapın. Zira Allah katındaki şey, ancak O'na (c.c.) itaatle elde edilir. Allah canlılığı ve sevinci Allah'ın kaderine razılıkta ve yakînde, keder ve hüznü de şek-şüphe ve hoşnutsuzlukta kılmıştır."
İmam Ahmed'in Zühd kitabında zikrettiği şu kudsî hadis daha önce geçti;
"Ben Allahım; hoşnut olduğumda bereket veririm ve bereketimin ucu bucağı yoktur. Kızdığımda da lanet ederim ve lanetim yedinci toruna kadar ulaşır."
Daha önce kulun ömrünün yaşadığı süre olduğunu, Allah'tan yüz çevirip başkasıyla meşgul olanın yaşamından bahsedilemeyeceğini, hayvanların yaşamının onunkinden hayırlı olduğunu söyledik.
Çünkü insanın yaşamı kalp ve ruhunun yaşamı iledir.
Kalbinin yaşam ve hayatı ise ancak kendisini yaratanı tanımak, sevmek, sırf ona kulluk etmek, ona yönelmek, tevbe etmek, onun zikriyle tatmin olmak ve rahatlamak, ona yakınlıkla ünsiyet bulmakla olur.
Bu hayatı kaybeden hayrın tümünü kaybetmiştir. Karşılığında dünyalıklardan alabildiğini alsa bile aksine bu dünya tümüyle bu hayata bedel olamaz. Kul, elden kaçırdığı her şeyin yerini doldurabilir, ama Allah'ı (c.c.) kaybettiğinde O'nun (c.c.) yerini tutacak hiçbir şey kesinlikle yoktur.
Allah'a âsî olmanın rızık ve ömrün bereketini gidermesinin sebebi şudur:
Şeytan masiyetlere ve masiyet ehline bırakılmıştır. Onun hükümranlığı onlar üzerindedir, Şeytanın bitiştiği, yanında olduğu her şeyin bereketi ortadan kalkar. Bu sebeple, Allah'ın isminin olduğu yerde bereket olacağından yerken, içerken binerken, giyerken ve cima ederken Allah'ın adının anılması tavsiye edilmiştir. Adının anılması şeytanı kovar ve ortada yalnız Allah'ın adı bulunduğundan bereket hasıl olur. Allah için olmayan her şeyin de bereketi alınmıştır. Çünkü bereketi verecek sadece Allah'tır, bereketin tümü O'ndandır. O'na nisbet edilen herşey bereketlidir. Onun kelamı bereketlidir. Rasûlü bereketlidir, yaratıklarına faydalı kulu bereketlidir. Beltülharam'ı bereketlidir. Bereket sahibi ancak O'dur ve ancak O'na nisbet edilen şeyde bereket vardır. Bununla O'nun ulûhiyetine ilâhlığına, yani kulluğa layık oluşuna, sevgisine ve rızasına nisbeti kastediyorum. Yoksa, zaten bir bütün evren O'nun Rabb'liğine her-şeyin sahibi oluşuna ve yaratıcılığına şahittir. Yüce Allah'ın kendinden uzaklaştırdığı her şahıs, söz ve harekette hiçbir bereket, hiçbir hayır yoktur. Ona yakın olan her şey de ise, yakınlığı nisbetinde bereket vardır.
Bereketin zıddı lanettir. Allah'ın lanet ettiği bir toprak parçası, Allah'ın lanet ettiği bir şahıs, Allah'ın lanet ettiği bir eylem hayır ve bereketten en uzak şeydir. Bununla ilişkili, irtibatlı ve bağlı olan, buna yol bulan her şeyde de ebediyyen hiçbir bereket yoktur.
Yüce Allah İblis'e lanet etmiş, onu yaratıkların kendisine en uzağı yapmıştır. Onun tarafından gelen her şeyde, Ona yakınlığı ve bitişikliği oranında Allah'ın laneti bulunur. O sebeple masiyetlerin ömür, rızık, ilim ve amelin bereketini yok etmede büyük etkileri vardır. Allah'a isyan ettiğin emrinin dışına çıktığın her vakit onunla Allah'a âsî olduğun her mal, beden, şân-şöhret, ilim ve amel şeytanadır kendisine değil, Kişiye ömründen, malından, gıdasından, şan şerefinden, ilminden ve amelinden sadece Allah'a itaat ettiği kadarı vardır.
Bu yüzden öyle insanlar vardır ki yüz yıl yaşamıştır, ama hakiki ömrü on seneyi dahi bulmamıştır. Yine onlardan kimisinin yükler dolusu altın ve gümüşü vardır da, hakikatte malı bin dirhemi dahi bulmaz. İlim ve şan-şöhret de böyledir.
Tirmizî'de geçen bir hadiste Rasûlullah şöyle buyurur:
"Dünya mel'undur bereketten uzaktır, içindekiler de mel'undur. Ancak Allah'ı bilip zikir eden âlim ve öğrenci müstesna."
Başka bir hadiste de:
"Dünya mel'undur, içindekiler de mel'undur. Ancak Allah için olan müstesna" buyrulmuştur.
İşte bereket sadece bunda vardır. Allah'tan yardım dileriz.
Günahların bir cezası da sahibini yüksek dereceli olmaya yatkın olduğu halde alçak dereceli yapmasıdır. Zira yüce Allah insanları yüceler ve alçaklar olmak üzere iki kısım yarattı.
İliyyîn (yüceler)'i yüce insanların,
esfel-i safilini (en alçak yeri) de alçalmışların mekânı kıldı.
Kendine itaat edenleri dünya ve ahirette en yükseklerde, âsî olanları da dünya ve ahirette en alçaklarda yapmıştır.
İtaatkâr kullarını en değerli yaratıkları, âsi kullarını ise katındaki en değersiz yaratıkları kılmış, izzeti itaatkârlara zilleti ise âsilere vermiştir.
Nitekim İmam Ahmed'in Abdullah b. Amr kanalıyla rivayet ettiği bir hadiste Rasûlullah şöyle buyurmuştur:
"Kıyametin biraz öncesinde, kılıçla gönderildim. Rızkım mızrağımın altında kılındı. Zillet ve alçaklık emrime muhalefet edenlere verildi!"
Kul her masiyet işleyişinde bir düşük dereceye iner. Bu iniş kulun her masiyetinde devam eder ve kişi sonunda en alta varır. Kul her tâat işlediğinde Allah'ın emir ve yasaklarına uygun hareket ettiğinde de derecesi yükselir. Bu yükselme en yükseğe çıkana kadar devam eder.
Kul hayatı boyunca hem iniş hem de çıkışlar yapabilir. Hangisi çok olursa kendisi oranın ehli olur. Yüz derece çıkıp bir derece inenle, bir derece çıkıp yüz derece inen bir değildir.
Ancak insanlar burada büyük bir yanlışlık yapıyorlar. Zira kişi bazen öylesine derine, batıyla doğu arası, gökler yer arası mesafeden daha derine düşer ki, bin derece yükselişi dahi onu karşılamaz dengelemez.
Nitekim sahih bir hadiste Allah Rasûlu şöyle buyurur:
"Kul hiç önemsemediği bir laf söyler ve onunla cehennemin batıyla doğu arası uzaklığından daha derinine düşer"
Peki hangi yükseliş bu düşüşe denktir?
İniş insandan ayrılmayan bir şeydir. Ancak insanların kiminin düşüşü gaflete olur. Bu gafletinden uyandığında, uyanıklığının kuvvetine göre önceki derecesine hatta daha yüksek dereceye tekrar çıkar.
Bazen iniş, onu tâatinde vesile kılma maksadını taşımadığı bir helâl derecesine olur. Bu itaat haline döndüğünde, bazen eski derecesine döner, bazen ona ulaşamaz, bazen onu geçer.
Çünkü gayreti bazen daha fazla, bazen daha az, bazen de aynı olur.
İnişi bazen küçük veya büyük bir günaha olur. Böylece bazen geri dönüşü olmayan bir tevbeye, samimi bir "Allah'a dönüşe" gereksinim duyar.
Âlimler bu durumdaki kişinin; tevbenin günahın izini silmesi, onu hiç olmamış gibi yapması ve varlığını yokluğu gibi kılmasına binaen önceki derecesine tekrar dönebileceği veya tevbenin sadece cezayı ortadan kaldıracağı; kaçırdığı önceki dereceyi ise elde edemeyeceği düşüncesine binaen önceki hâline ve derecesine tekrar dönemeyeceği hususunda farklı görüşlere sahiptirler.
Bir grup bunu şöyle açıklar:
Günah işleyen kişi onu işlediği vakitte tâatle iştigal etmek suretiyle bir yükseliş kaydetmeye ve eski amellerinin üzerine ekleyip yüksek dereceye ulaşmaya hazır ve yatkın haldeydi. Bu, sahip olduğu mal ile ticaret yapan, sermayesi ne kadar çok olursa o kadar çok kâr elde eden kimsenin haline benzer. İşte bu kimse günahla iştigal ettiği vakit eski amellerinin üzerine yapabileceği yükselme ve kârdan mahrum kalmıştır. Günahtan sonra tevbe edip işe başladığında iniş halinden çıkışa geçmiş olur. Oysa günahı işlemeseydi yükselişi zeminden (bulunduğu noktadan) daha yükseğe olacaktı. Bu ikisi arasında büyük bir fark vardır.
Bunlar derler ki: Bunların hali sonsuz bir merdivene çıkan ve aynı basamakta olan iki kişinin haline benzer. Bunların biri bir basamak dahi-inip sonra tekrar yükselişe geçse, hiç şüphesiz inmeyip çıkmaya devam eden kişi ondan daha yüksekte olacaktır.
Şeyhülislam İbn Teymiye iki grup arasında bir yargı belirterek şöyle demiştir:
İyice tahkik edildiğinde varılacak doğru sonuç şudur: Tevbe edenlerin bazıları öncekinden daha yüksek dereceye bazıları aynı seviye dönerler, bazıları ise eski derecelerine dönemezler.
Ben derim ki:
Bu tevbenin gücüne ve kemâline, günahın kulda yaptığı Allah'a karşı zillet, boynu eğiklik, mahcupluk, O'na yönelme duygusu, O'ndan sakınma, korkma Allah korkusundan ağlamaya vs. göredir.
Bu hususlar bazen güçlü olur ve tevbekâr öncekinden daha yüksek dereceye çıkar, tevbeyle birlikte günah işlediğinden önceki halinden daha iyi olur. Bazen hatâ onun hakkında daha hayırlı olur. Çünkü ondan kendini beğenme hastalığını giderir. Kendine güvenme ve amelleriyle naz yapmadan kurtarır. Yalvarış, zillet ve "boynu eğiklik" yanağını efendisinin ve seyyidinin eşiğine koydurur. Kendi değerini öğretir, efendisinin ve mevlasının onu korumasına, affetmesine ve bağışlamasına ne kadar muhtaç olduğuna tanık ettirir. Kalbinden tâatin onda peyda ettiği azgınlığı çıkarır. Kibirlenmemesi, böbürlenmemesi için burnunu kırar. Kendisini başkasından daha iyi görme düşüncesini yok ettirir. Onu Rabbinin huzurunda hatalıların, günahkârların duruşuyla; başı öne eğik Rabb'inden utanır ve korkar, ibadetlerini küçümser, günahlarını büyütür halde, nefsinin ne kadar kusurlu ve kötü olduğunu, hamd ve övgüye layıklığm vefakârlığın ancak Allah'ta olduğunu bilmiş halde durdurur.
Kendisine bir belâ ve ceza ulaştığında da kendisinin ondan daha büyüğünü hak etmiş olduğunu, cürmünün, yansının hatta en az parçasının dahi cezasını vermeyerek, Allah'ın kendisine, ihsanda bulunduğunu düşünür.
Çünkü onun hak ettiği cezayı, bırakın bu zayıf ve aciz kul, koca dağlar dahi taşıyamaz. Çünkü günah, küçük olsa bile; kendinden daha yüce ve daha güzel olmayan en yüceye, büyüğüyle küçüğüyle her çeşit nimetleri ihsan buyuran o lütufkâra isyanla karşılık vermek en kötü ve korkunç bir şeydir.
Zira insanların büyüklerine, saygınlarına, lütufkârlarına böylesi karşılık vermeyi her mü'min ve kâfir çirkin bulur. İnsanların en alçağı, en mürüvvetsizi ve en şerefsizi onlara kötülüklerle karşılık verendir.
Peki göklerin ve yerin hükümdarına, göklerin ve yerin ilâhına bu karşılığı vermek ne demek olur?
Rahmeti gadabına galebe çalmış, affetmesi cezalandırmasını geçmiş olmasaydı, Allah'a layık olmadığı şekilde karşılık veren bir kişiden dolayı yeryüzü sarsılır, dümdüz hale gelirdi. Hilmi yumuşaklığı, sabrı ve bağışlaması olmasaydı kulların günahlarından dolayı gökler ve yer sarsılırdı. Yüce Allah buyurur ki:
"Allah yıkılmamaları için gökleri ve yeri tutmaktadır. Andolsun, yıkılsalar kendisinden sonra artık onları kimse tutamaz. Şüphesiz O, halimdir, çok bağışlayandır." (Fatır, 41)
Ayetin sonunda zikredilen, Allah'ın isimlerinden iki ismi, halim ve çok bağışlayan isimlerini düşün; altında ne anlamlar buluyorsun?
Demek ki Allah'ın canilere hilmi, sabrı olmasaydı; âsîleri bağışlaması olmasaydı yerler ve gök durmayacaklardı. Yüce Allah bazı kullarının küfürlerinin etkisini şöyle anlatmaktır:
"Neredeyse ondan (Rahman çocuk edindi, sözlerinin dehşetinden) gökler çatlayacak, yer yarılacak ve dağlar yakılıp dağılacaktır." (Meryem, 90)
Yüce Allah Adem ile Havva'yı cennetten tek günahtan dolayı çıkardı. İblisi kovması, lanetlemesi ve göklerin yerin melekûtundan çıkarması tek bir günahtan dolayı oldu. Biz ise şu şiirde söylendiği gibi ahmaklar güruhuyuz:
Günahlar üzerine günah ekler, sonra da
Ebedî nimetlerin cennetlerine yükselmeyi umarız.
Oysa biz biliriz ana babamız
En yücelerdeki melekûtundan bir günahla çıkartıldılar.

Bu başlık altında anlatılmak istenen kısaca şudur:
Kul tevbeden sonra günah öncesinden daha iyi hale gelip, daha yüksek derecelere çıkabilir. Ancak günah onun gayretini zayıflatıp azmini kırıp kalbini hastalandırabilir ve böylece tevbe ilacı onu evvelki sağlığına döndüremeyebilir.
Bazen de hastalık tamamen ortadan kalkar ve kul eski sağlığına, aynı işine döner ve aynı dereceyi yakalar.
Bu, eğer inişi günaha olursa böyledir. Ama imanını temelden sarsan şek, şüphe ve nifak gibi şeylere inerse bu, sahibi için İslâmını yenilemedikçe yükselme ümidinin kalmadığı bir durumdur.