www.musluman.biz

14 Mart 2012 Çarşamba

Mü'min Her Durumda Kardeşini Desteklemelidir

Cabir şöyle anlatıyor:
Bir defasında biri muhacirlerden ve öbürü Ensar'dan olan iki genç arasında kavga çıktı. Bunun üzerine Muhacirler kendi taraflarını “Ey Muhacirler, buraya bakın” ve ensar da kendi taraflarını “ey ensar, buraya bakın” diye kışkırtmaya kalkıştılar.
Durumdan haberdar olan Rasûlüllah ortaya çıkarak:
“Nedir, bu yoksa cahiliye usulü kışkırtmamı var?” diye seslendi.
Sahabiler kendisine:
“Hayır, ya Rasûlüllah, sadece iki genç biribirleri ile kavga etti ve arkasından biri öbürünün kaba etine hakaret maksatlı bir tokat vurdu” diye karşılık verince Peygamberimiz sözlerini şöyle bağladı:
“iyi o zaman mesele yok. Kişi ister haksızlık etmiş olsun, isterse haksızlığa uğramış olsun, kardeşine yardımcı olmalıdır. Eğer haksızlık etmiş ise onu bundan vazgeçirsin, bu ona yardım etmektir. Eğer haksızlığa uğramış ise de onu desteklesin.” (S. Muslim, Kitab El-Birr Ve El-Sıla Ve El-Adab, Zalimde Olsa Mazlum da Olsa Müslümanın Kardeşine Yardımcı Olması, Babı, H. No: 2584, c. 4, s. 1998.)
Bu iki isim, yani “Muhacirler” ile “Ensar” isimleri Kur'an'da ve hadislerde kullanılan şeriat kaynaklı (meşru) terimlerdir. Cenab-ı Allah bu iki zümrenin mensuplarını ve bizleri “Gerek daha önceki kitaplarda ve gerekse bu kitab'da (Kur'anda) Müslümanlar” olarak adlandırdı. (Hac: 78.)
Buna göre bir kimsenin “muhacirlere” veya “ensara” mensup olduğunun söylenmesi Allah ve Rasûlüllah katında güzel ve makbul bir nisbet şeklidir, bunlar kabile ve şehir nisbetleri gibi sırf tanıtma maksadı ile kullanılan mubah nisbet belirtme şekillerine benzemedikleri gibi bidata ve günaha götüren mekruh ve haram nisbet şekillerinden de başkadırlar.
Böyle olmasına rağmen bunlar mensuplarını biribirlerine karşı kışkırtmaya kalkışınca Rasûlüllah bu davranışına karşı çıkarak onu “cahiliye kışkırtması, cahiliye taassubu” olarak adlandırdı. Fakat kendisine bu kışkırtmanın topluluk tarafından değil, sadece iki genç tarafından yapıldığı anlatılınca haksızlık edene engel olunmasını ve haksızlığa uğrayana da arka çıkılmasını emretti.
Böylece Peygamberimiz böylesine durumlarda sakıncalı olanın sadece tıpkı cahiliye döneminde olduğu gibi kişinin haklı-haksız ayırım yapmaksızın kendi tarafını tutması olduğunu, buna karşılık insanın haklı yere ve ölçüyü kaçırmaksızın kendi tarafına arka çıkmasının bazan vacip ve bazan da müstahâp olan yerinde bir tutum olduğunu belirtmek istemiştir.
Nitekim Ebu Davud ve İbn-i Mace'de yer aldığına göre sahabilerden Vasile b. Aska,-Allah ondan razı olsun- diyor ki:
Bir defasında Rasûlüllah'a “Taassub nedir?” diye sordum Bana:
İnsanın kendi kabilesini, haksızlıkta desteklemesidir.”  diye cevap verdi.(S. Ebî Davud, Kitab El-Edeb, Tutuculuk (Taassub) Babı, H. No: 5119, c. 5, s. 341.)
bn Mace Fesîle'nin babasından naklettiği hadisi rivayet ediyor, İbn Hacer ve diğerleri bu ravinin Fesile binti Vasile b. El-Esk'a olduğunu kaydediyor. İbn Mace'nin Fesile'den naklettiği hadis şöyle:
“Babamdan duydum. Diyordu: Peygamber'e, ırkçılık, adamın kendi toplumunu sevmesi midir? diye sordum. Rasûlüllah: “Hayır, Irkçılık-tutuculuk- kişinin kendi kabilesini zulümde desteklemesidir.” buyurdu.
S. İbn Mâce, Kitab El-Fiten, Irkçılık Babı, H. No: 3949, c. 2, s. 1302. Fesile binti Vasile'nin soyu için bkz. El-İsâbe, c. 3, s. 626. Biyografi No: 9087. Orada Nesile adıyla geçiyor.)
(Vasile b. Aska; Ünlü Sahabi'dir. Adı, Vasile b. El-Esk'a b. Ka”b b. Âmir'dir. Beni Leys b. Abdi Menat kabilesindendir. Tebuk savaşından önce müslüman oldu ve bu savaşa katıldı. Müslüman olmadan önce Medine'nin bir bucağında oturuyordu. Müslüman olunca Ehl-i Suffa oldu. Rasûlüllah'ın ölümünden sonra Şam'a gitti, orada savaşlara katıldı. Şam Humus ve diğer şehirlerin fethinde bulundu. H. 95'de Şam'da 105 yaşında öldü. Bkz. İbn Sa'd, Tabakat El Kübra, c. 7, s. 407-408; El-İsabe, c. 3, s. 620, Biy. 9087.)
Yine Ebu Davud'da yer aldığına göre Sürakâ b. Malik şöyle diyor:
Bir defa Peygamberimiz bize verdiği bir hutbede:
“Aranızdaki hayırlılar, günah işlemedikçe, aşiretini savunan kimselerdir.buyurmuştur.
(Ebi Davud, Kitab El-Edeb Asabiye (ırkçılık) Babı, H. No: 5120, c. 5, s. 341 Ebu Davud bu rivayetini, Eyyub b. Süveyd'den alıyor ravi “zayıftır” diyor. S. Ebi Davud, c. 5, s. 341. Eyyüb b. Süveyd El-ramli El-Şeybani, Künyesi Ebu Mes'ud, adındaki bu ravi, Ahmed b. Hanbel, İbn Main, Buhari, Ebu Hatem Nesaî ve diğer Hadis imamlarınca zayıftır. H. 2O2'de vefat etti. Bkz. Tehzib El-Tehzib, c. 1, s. 405-406, biy. 745, s.)
(Sürakâ b. Malik; Asıl adı, Surake b. Malik b. Ca'şem b. Malik b. Amr b. Teym b. Müdlic El-Kinâni; El-Müdlici'dir. Büyük sahabidir. Benî Müdlic oymağındandır. Müslüman olmadan önce, Hicret yolculuğu sırasında Rasûlüllah'ı ve Ebûbekiri yakalayıp Kureyş'e teslim etme girişiminde bulundu. Bu sırada atının ayakları toprağa gömüldü. Bunun Peygambere özgü bir mucize olduğunu anladı. Amacını, Rasûlüllah ve arkadaşından gizledi. (Bilmezlikten geldi) Peygamber'e bir mektup verdi ve hemen orada müslüman oldu. Peygamber ona “Benim pazubentimi takınca Kisra'nın tacını tahtını parçalayıp yerle bir edeceksin. Hz. Ömer, iran'ı fethedince, Peygamberin (salât ve selâm üzerine olsun) vadini yerine getirmek ve mucizesini gerçekleştirmek için Rasûlüllah'in Pazubentini ona taktı. Bunun üzerine Ömer: “Kisra b. Hürmüzü yenilgiye uğratıp, tacını tahtını Müdlic oymağından Surake b. Malik gibi bir arabiye (köylüye) giydiren Allah'a hamd olsun.” diye dua etti. Surake, şairdi. H. 24'de vefat etti. Bkz. Esed El-Ğabe, c. 2, s. 264-265-266.)
Yine Ebu Davud'un sahabilerden Cübeyr b. Mutim'e dayanarak bildirdiğine göre Peygamberimiz şöyle buyuruyor:
İnsanları zümre taassubuna çağıran (kışkırtan) kimse bizden değildir. Zümre taassubu uğruna savaşan bizden değildir. Zümre taassubu uğruna ölen bizden değildir. (Sünen-i Ebî Davud, Kitab El-Edeb, Irkçılık Babı, H. No: 5121, c. 5, s.5121, c. 5, s. 354. Müslim-Kitab El-İmare, H. No: 1848 Ebu Hureyre'den.)
(Cübeyr b. Mut'im b. Adiy bin Nevfel El-Kuraşi, Büyük sahabi ve Kureyşlilerin en halimi (Yumuşak huylu) ve en efendilerindendi. Kureyş'lilerin ve çoğu arapların soy kütüklerini, kendisinden öğrendiği soy bilginiydi (Nessabe). Babası El-Mut'im, Taifliler tarafından reddedilip geri dönen Rasûlüllah'ı himaye etti. Müslümanlar, Beni Haşimdiler ve Abdulmuttalib oğullarıyla ilişkiyi geçip onları açlık ve yokluğa mecbur eden Kureyş kabilesinin yaptığı antlaşmayı bozanlardan birisi de yine bu şahıstı.
Cübeyr, Mekke fethedilmezden önce müslüman oldu. Fetih savaşı sırasında Mekke'ye yakın bir yerde Peygamberimiz: “Kuşkusuz Mekke'de Kureyş'den dört gurup “nefer” vardır. Onlar aracılığıyla (insanlar) şirkten uzak olur, İslama ısınır...” Bunlar arasında. Cübeyr b. Mutim'dan da söz etti. 52 h'de vefat etti. Bkz. esed El-Gâbe, c. 1, s. 271-272.)
Ayrıca Ebu Davud'un, İbn-i Mesud'dan rivayet ederek kaydettiğine göre Peygamber Efendimiz (salât ve selâm üzerine olsun) yine bu konuda şöyle buyuruyor:
“Kim haksız bir konuda kendi kavmini desteklerse onun hali uçurumdan düşmüş de kuyruğundan yukarıya çekilmeye çalışılan bir deveninkine benzer.” (S. Ebî Davud, Kitab El-Edeb, Irkçılık Babı, H. No: 5118, c. 5, s. 341. Hadisin isnadı, sahihdir. E. Davud, İbn Mes'uddan buna uyan diğer bir hadis rivayet ediyor. S. Ebû Davud: H. No: 5117, c. 5, s. 340.)
Bu iki zümre ismini benimsemek ve bu zümrelere mensup olmak Allah'ın ve Rasûlüllah'ın sevgisini kazandırdığına göre, ya mubah veya mekruh olan nisbet ve ilişkilere taassupla nasıl bağlanabilir?
Sözün kısası; şeriatta yeri olan bir zümre ismine mensup olmak, başka her hangi bir guruplandırma ismine bağlanmaktan daha iyidir.
Baksana bu konuda Ebu Davud'un, bildirdiğine göre İran asıllı bir köle olan sahabilerden Ebu Ukbe ne diyor?:
Peygamber Efendimizle birlikte Uhud savaşına katılmıştım. Bir ara:
“Al sana, bu da İran asıllı bir köle olan benden sana bir ders olsun” diyerek karşıma çıkan bir müşrike bir darbe vurmuştum. Bunun üzerine bana doğru dönen Rasûlüllah:
“Al sana, bu da Ensar'dan bir köle olan benden sana bir ders olsun-desen olmaz mıydı?” buyurdu.
(S. Ebû Davud, Kitab El-Edeb, Irkçılık Babı, H. No: 5123, c'5, s. 343, İbn Mace, Kitab El-Cihad, Savaşta Niyet Babı, H. No: 2784, c. 2, s. 931, Ebî Ukbe'den rivayet edilen bu hadis “Mürsel”dir.)
(Ebu Ukbe; Abdurrahman b. Ebî Ukbe, El-Fârîsî, El-Medenî, Ensar'ın yakın dostu, bir sahabidir. İbn Hibban: Mürsel rivayet etmekle birlikte güvenilir olduğunu söyler İbn Hacer, “Üçüncü kuşaktan Makbul bir ravîdir.” der. Tehzib El-Tehzib, c. 6, s. 232, Biy. 472. Takrib El-Tehzîb, c. 1, s. 492, Biy. 1051.)
Görülüyor ki, Peygamber Efendimiz, bu sahabîyi Ensar'a mensup olduğunu söylemeye teşvik ediyor. Her ne kadar bu bağlılık kölelik ilişkisine dayansa da, bu bağlılığı benimsemeyi, aslında doğru olan ve haram da olmayan İran asıllığa bağlılığından daha makbul tutuyor. Anlaşılan bu titizliğin hikmetlerinden biri, insan nefsinin mensup olmayı benimsediği tarafı savunma eğiliminde oluşudur.
Yukardan beri gözden geçirdiğimiz hadislerin tümü bir şeyin cahiliye dönemi ile ilişkili olmasının o şeyin kınanmış ve yasak olmasını gerektirdiğini açıkça gösteriyorlar.
Bu da kayıtsız ve şartsız olarak bütün cahiliye adet ve davranışlarını kesinlikle yasaklamayı gerektirir ki bu kitabın maksadı da budur.
Bu hadislerin bir diğer benzeri Ebu Davud'da yer alan ve Ebu Hureyre -Allah O'ndan razı olsun- tarafından rivayet edilen aşağıdaki hadistir. Peygamber Efendimiz (salât ve selâm üzerine olsun) bu hadiste şöyle buyuruyor:
“Allah sizin cahiliye gururu ve o dönemin atalarla öğünme zihniyeti ile ilginizi kesti. İster takva bağlısı bir mümin, ister günahkâr bir kimse olunuz bu zihniyetten uzak olmalısınız. Sizler hepiniz Ademin torunlarısınız, Adem de topraktan yaratılmıştır. Bazı kimseler kavimleri ile öğünmeyi mutlaka bıraksınlar. Böyleleri birer cehennem kömürüdürler veya Allah katında burunları ile koku kovalayan pislik böceğinden daha değersizdirler.”
(Ebû Davud, Kitab El-Edeb, Soysopla övünme Babı, H. No: 5116, c. 5, s. 339-340, Müellif (İbn Teymiye) hadisin sahih olduğuna işaret ediyor.)
Tirmizî, Kitab El-Menakib, Şam Ve Yemen'in Üstünlükleri, H. No: 3955-3956, s. 734-735.
Tirmizî de bazı güzel değişiklikleri, kelimelerde öncelik sonralık (takdim-tehir) var.
Tirmizî İbn Ömer ve İbn Abbas, babında 3955 numara ile bir hadis rivayet ediyor. Bu hadisden sonra “Hadis “hasen” ve “garip” tir” diyor. İkinci hadisten sonra da: “Bu hadis bize göre birinciden daha sağlamdır. Yazgısını ekliyor. Sünen El-Tirmizi, c. 5, s. 734-735.)
Görüldüğü gibi Peygamberimiz gururu ve övünmeyi “Cahiliye” dönemine bağlayarak onu kınıyor. Yani bu huylar cahiliye zihniyetinin unsurları oldukları için kınanmaya uğruyorlar. Bu durum cahiliye zihniyeti ile irtibatlı olan her adet ve davranışın kınanmasını, hor görülmesini gerektirir. Aynı ana fikri işleyen başka bir hadis de Müslim'de yeralan ve yine Ebu Hureyre'den rivayet edilen şu hadistir.
Peygamberimiz buyuruyor ki:
“Kim başa itaati bırakıp cemaatten ayrılır da, bu halde iken ölürse cahiliye ölümü ile ölür. Kim zümre taassubu ile öfkelenir, zümre taassubunu kışkırtır veya zümre taassubunu destekleyerek kör döğüşünü sembolize eden bir sancağın altında savaşır da ölürse, cahiliye dönemindekilere benzer bir şekilde öldürülmüş olur. Kim ümmetime karşı isyan eder de iyi-kötü. ayırımı yapmaksızın herkesin boynunu vurur ve müminlerin kanına girmekten bile kaçınmaz, ayrıca yaptığı antlaşmalara bağlı kalmazsa Ben'den değildir, Ben de ondan değilim.” (S. Müslim, Kitab El-İmâre, Fitne (Karışıklıklar) Ortaya Çıktığında Müslümanların Topluluk Halinde Olmaya Özen göstermeleri Babı, c. 3, s. 1476-1477, H. No: 1848. Hadisin iki rivayet tarikin arasındaki sözcük dizgisinde bazı farklılıklar var.)
Peygamberimiz bu hadiste fıkıh alimlerinin ölüm cezasına müstahak gördükleri üç gurubu, yani asileri, saldırganları ve zümre taassubuna kapılarak ayrılıkçılığa kalkışanları saymaktadır.
Bu gurupların birincisi hükümdara isyan edenlerdir. Peygamberimiz bu hadiste başa itaattan sıyrılıp, cemaatten ayrılmayı yasaklıyor ve başa (imama) itaattan sıyrılmış olarak ölenlerin cahiliye ölümü ile öleceklerini belirtiyor. Çünkü tarihten öğrendiğimize göre gerek araplar ve gerekse diğer milletler cahiliye dönemlerinde yaygın egemenliğe sahip bir hükümdara itaat etmekten uzaktılar.
Peygamberimiz bunun arkasından sözü kavimcilik, hemşehrilik ve benzeri taassublarla savaşa girişenlere getirerek böylelerinin gölgesi altında savaştıkları sancağı “Kördüğüşü sancağı” diye adlandırıyor. Çünkü böylesine bir hareket, hedefi belirsiz bir körler eylemidir. Bu uğurda öldürülenleri de cahiliye dönemindeki öldürülmelerle aynı görüyor. Bu kimseler isterse zümre taassubu uğruna öfkelenmiş olsunlar, ister böyle bir taassubu sözle kışkırtsınlar ve isterse doğrudan doğruya bu amaçla çatışmaya girmiş olsunlar farketmez. Peygamberimiz, Müslim'de yer alan ve yine Ebu Hureyre tarafından rivayet edilen aşağıdaki hadiste bu durumu şu şekilde açıklıyor:
“Öyle bir zaman gelecek ki öldüren niçin öldürdüğünü ve öldürülen de neden öldürdüğünü bilemeyecektir.”
Peygamberimiz sahabilerden birinin:
“Bu nasıl olur?” şeklindeki sorusuna da:
“Herc-ü merc (kargaşalık) yüzünden bu böyle olacaktır. O durumda öldüren de ölen de cehennemliktir.” diye cevap vermiştir. (Müslim, Kitab El-Fiten Ve Eşrat-ı Saa-Birisi Öbürünün Devesini Çekinceye Kadar Kıyamet Kopmayacağı Babı: H. No: 2908, c. 4, s. 2231-2232.)
Bir önceki hadiste sözü geçen gurupların üçüncüsü de islam ümmetine karşı çıkanlardır. Bunlar amaçları mal yağmacılığı olan yol kesiciler ile benzerleri olabilecekleri gibi mevki ve iktidar hırsına kapılan kimseler de olabilirler. Asker-sivil ayırımı yapmaksızın kendi egemenliğinde olmayan bir şehrin halkını tümü ile öldüren zorbalar ile, sünnetten ayrılıp başkaldırarak ayırımsız bir şekilde kıble ehlinin kanlarını mubah görenler gibi. Hz. Ali'nin savaştığı Haruriler bu gurubun bir örneğidirler. (Hz. Ali'nin dönemindeki Haricîlere verilen ad. Bu ad, Küfe yakınlarında, Harun'a denen bir yer adına nisbetle verilmiş. Harici'ler Ali'nin (Allah ondan razı olsun) ordusundan ayrılınca buraya yerleşmiştiler. Bkz. El-Bidaye Ve El-Nihaye, c. 7, s. 278-280. Mu'cem El-Büldan, c. 2, s. 245.)
Görülüyor ki, Peygamber Efendimiz (salât ve selâm üzerine olsun) bu hadislerde anlattığı ölümleri ve vuruşmaları kınama ve yasaklama hedefi ilân ederek “cahiliye ölümleri” ve “cahiliye vurulmaları” olarak isimlendiriyor. Aksi halde bunları yasaklamazdı. Bundan anlıyoruz ki, cahiliye dönemi ile irtibatlı olan ölüm, vurulma ve diğer faaliyetler kınanmış ve yasaklanmış faaliyetlerdir. Bu da cahiliye dönemi ile ilgili olan tüm davranış ve adetlerin kınanmasını gerektirir ki, bizim vurgulamak istediğimizde budur.
Yine Buhari ile Müslim'in Marur b. Suveyd'e dayandırarak anlattığı şu olay da bu kabildendir.
Marur diyor ki:
Bir defasında sahabilerden Ebu Zerr'in üzerinde yeni bir takım elbise gördüm, kölesi üzerinde de ayni elbiseden bir takım vardı. Sebebini kendisine sorduğumda bana Peygamberimiz zamanında bir adamın anasına dil uzattığını anlattı. Adam Peygamberimize varıp bu olayı anlatınca Rasûlüllah, Ebu Zerr'i :
“Sen şahsında cahiliye döneminden kalıntılar bulunan bir adamsın” diye azarladı.
Başka bir rivayete göre Peygamberimiz sözlerine devam ederek Ebu Zerre şöyle buyurdu:
“Köleleriniz sizin kardeşlerinizdirler. Allah onları sizin ellerinizin altına verdi. Kardeşini elinin altında bulunduranlarınız onlara yedikleri yemekten yedirsinler, giydikleri elbiseden giydirsinler ve kendilerine güçlerinin üzerinde işler vermeyiniz. Eğer onlara güçlerinin yetmeyeceği işler verirseniz kendilerine yardım ediniz.” (Buharî, Kitab El-İman, Cahiliye işlerinden Olan Günahlar Babı, Feth El-Bari, c. 1, s. 84, H. No: 30; H. No: 6050, c. 10, s. 475, sözcük akışında bazı değişiklikler var. S. Müslim, Kitab, El-İman, Efendilerin Yediklerinden Kölelerine de Yedirmeleri Babı, H. No: 1661, c. 3, s. 1282-1283. Hadisi, çeşitli -birkaç- rivayet yoluyla nakleden Müslim'in rivayetleriyle, müellifin (İbn Teymiye) aldığı hadisin güzel dizgesinde bazı değişiklikler vardır.)
(Marur b. Suveyd; Asıl adı, Ebu Ümeyye, El-Ma'rur b. Süveyde El-Esedî'dir. Üçüncü Kuşak Küfe Tabiin'den olan bu ravi çok güvenilir hadis ezberleyicisidir. 120 yıl yaşadı. Bkz. İbn Sa'd, Tabakat El-Kübra, c. 6, s. 118; Takrib El-Tehzib, c. 2, s. 263; Biy. No: 1275.)
Görüldüğü gibi, Peygamberimiz bu hadiste cahiliye hayatı ile ilgili adetlerin kınanmış olduğunu bildiriyor. Çünkü Rasûlüllah'ın:
Sende cahiliye döneminden kalıntılar var” şeklindeki ifadesi söz konusu huyu kınamak, kötülemektir. Çünkü eğer cahiliye niteliği içerdiği unsurların kınanmasını gerektirmeseydi, kullanılış maksadını gerçekleştirmemiş olurdu.
Bu arada bu hadiste neseblere dil uzatmanın bir cahiliye huyu olduğu belirtiliyor.
Yine bu hadisten anladığımıza göre ilminin genişliği, fazileti ve dindarlığı ile tanınan bir kimsede “cahiliyet” “yahudilik” ve “hrıstiyanlık” diye adlandırılan özellikler sisteminin bazı unsurları bulunabilir ve bu yüzden adamın kâfir veya fasık olması gerekmez.
Yine Müslim'in, İbn-i Abbas'a dayandırarak kaydettiğine göre Peygamberimiz aynı gerçeği vurgulayan başka bir hadisinde şöyle buyuruyor:
“Allah'ın sevmediği insanlar şu üç kimsedir:
1 - Harem-i şerife mahsus yasakları çiğneyen kimse
2 - İslamda cahiliye geleneklerini hortlatmak isteyen kimse
3 - Haksız yere bir insanın kanını dökmek isteyen kimse.”
(Müellif, (Allah ona rahmet etsin) burada Müslim'de bulunan bir hadise işaret ettiğini söylüyor. Ne ki, yukarda geçen sekliyle Müslim'de böyle bir hadise rastlayamadım. Fakat Bu senet ve bu sözcüklerle burada geçen hadisi Buhâri'de gördüm.
Bkz. Sahih El-Buhârî, Kitab El-Diyat, Haksız Yere Öldürülen Kimsenin Kanının Bedelini isteme Babı, Feth El-Bâri, c. 12, s. 210, H. No: 6882. Burada “Li yurhika” var “Li yurika yerine.” Her ikisi de aynı anlamdadır.)
Peygamber Efendimiz, insanlar arasında Allah'ın en sevmediği kimselerin söz konusu üç kimse olduğunu haber veriyor.
Bunu şöyle açıklayabiliriz: Çünkü fesad ya dinle ilgili veya dünya ile ilgili olur.
Dünya ile ilgili en büyük fesad; haksız yere insan öldürmektir. Bu yüzden adam öldürmek, en büyük dini fesad ve yıkım olan kâfirlikten sonraki ikinci en büyük günah sayılmıştır.
Dinle ilgili fesad; ve yıkıma gelince bu iki kısma ayrılır:
1 - Bir kısmı davranışın (amelin) kendisi ile ve,
2 - Öbür kısımda davranışın işlendiği yerle ilgilidir.
Davranışın kendisi ile ilgili olanı cahiliye gelenekleri peşinde koşmak, onları hortlatmaya çalışmaktır.
Davranışın yeri ile ilgili olan kısma gelince Harem-i Şerif in (Kâbenin) saygınlığını çiğnemektir. Çünkü en önemli, en seçkin amel işleme yeri Harem-i Şeriftir. Davranışın (amelin) işlendiği yerin saygınlığını çiğnemek davranışın zamanla ilgili sınırlamalarını çiğnemekten yani zamanla ilgili yasaklamaları tanımamaktan daha önemlidir. Bu yüzden Harem sınırları içinde bazı hayvanları avlamak ve bazı bitkileri yolmak haram kılındı. Oysa aynı davranışları haram aylarda işlemek yasaklanmamıştır. Yine bu yüzdendir ki, sahih kaynakların ispatladığı gibi savaşma Harem sınırları içinde her zaman haram olduğu halde, haram aylarda böyle değildir. Allahüalem bu yüzden Peygamberimiz Harem-i Şerifin saygınlığını çiğnemeyi cahiliye geleneklerini hortlatmaya çalışmakla birlikte saymıştır.
Sözün kısası; bu üç kimse İslamda cahiliye geleneklerini hortlatmak isteyen kimselerdir. İslamda her hangi bir cahiliye adetini uygulamak isteyen herkes bu hadisin kapsamına girer.
Cahiliye geleneği (yolu, sünneti): O dönemin insanlarının uyguladıkları adetlerin bütünüdür. Yani sürekli şekilde gidilen yoldur. Bu yol çeşitli halk kesimlerini kapsamına alır ve ibadet sayılan ve sayılmayan davranış ve tutumları tümü ile içine alır.
Nitekim Cenab-ı Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
“Sizden önce de nice gelenekler (sünnetler) gelip geçmiştir.” Yeryüzünde geziniz de yalancıların akıbetlerinin nasıl olduğunu görünüz.” (Âl-i İmran, 137)
Peygamber Efendimiz (salât ve selâm üzerine olsun) de şöyle buyuruyor:
“Sizden öncekilerin geleneklerine (yaşama tarzlarına) noktası noktasına uyacaksınız.”
(Bu hadis, yaygın sahih hadis kitaplarında (Buhâri Müslim) Sünenlerde (Süneni Ebû Davud, S. Tirmizi, S. Nesâi S. İbn Mâce) ve Müsned'lerde (Ahmed İbn Hanbel'in müsnedi) nakledilmiştir. Buhari, Müslim, hadisi bir takım yollardan rivayet ediyorlar. Neki, orada “Hazvel kuzaeti bil-kuzze” ibaresine rastlanılmadı. Sahihayn'in (Buhâri -Müslim) söz birliğiyle rivayet ettikleri sözcükler Ebu Said El-Hudri'nin rivayetidir. O da “Le tetbe 'anne sünene men kâne kableküm şibran bi şibrin ve zira'an bi zira in...” -Yani, (Sizden öncekilerin geleneklerine karış karış adım adım uyacaksınız- kelimelerini içeren rivayettir.
Bkz. Sahih el Buhârî, Kitab el-İ'tisam, Peygamberin:
“Sizden öncekilerin geleneklerine mutlaka uyacaksınız” hadisi Babı, H.No: 7320, Feth El-Bâri, c. 3, s. 200. Müslim, Kitab El-İlim, Yahudi Ve Hıristiyanların Yollarına Uyma Babı. H. No: 2669, c. 4, s. 2054.
Hadisi yukarıda geçen metniyle Ahmed bin Hanbel Müsned'inde c. 4, s. 125'de tahriç etti. Ayni sözcüklerle İbn el Esir, Cami El-usûl isimli eseri, c. 10, s. 34'de anlatmış.)
“Uymak” : İzlemek ve örnek edinmek demektir.
“Onların” geleneklerinin her hangi bir unsurunu uygulayanlar cahiliye döneminin yaşama tarzına uymuş olurlar. Bu ilke cahiliye geleneklerinden olan her hangi bir adete -ister bir bayram töreni olsun, isterse bunun dışında bir davranış olsun- uyulmasının haram olmasını gerektiren genel bir kuraldır.
“Cahiliye” terimi:
- kimi zaman "belirli bir tutumu" -ki Kur'an ve hadislerde çoğunlukla böyledir-
- kimi zaman da bu "belirli tutumun sahibini" ifade eder.
Peygamberimizin, Ebu Zerr'e:
“Sen şahsında cahiliye zihniyetinden kalıntılar bulunan bir adamsın”
Hz. Ömer'in:
“Ben cahiliye döneminde bir gece itikafa girmeyi (bir yere kapanmayı) adadım”
Hz. Aişe'nin:
“Cahiliye döneminde dört türlü nikah vardı” ve sahabilerin:
“Ya Rasûlüllah, cahiliye ve kötülük içinde idik” şeklindeki sözleri cahiliye teriminin bu anlamına örnektirler.
Bu cümlelerde “cahiliye” terimi “cahiliye halinde”, “cahiliye yolunda” ve “cahiliye adetine göre” gibi anlamlara gelir. Bu örneklerdeki cahiliye terimi, aslında sıfat olduğu halde kullanıla kullanıla isim halini almıştır.
Terimin ikinci anlamının örnekleri : “cahiliye zümresi”, “cahiliye şairi” gibi deyimlerdir. Terimin bu anlamı “bilgisizlik” veya “bilgiye uymamak” demek olan cahillikle ilgilidir.
Biraz açıklarsak;
- Bir kimse gerçeği bilmezse o basit anlamı ile cahildir.
- Fakat eğer bu kimse gerçeğin zıddını gerçek biliyorsa o katmerli (mürekkeb) cahildir.
- Bir kimse gerçeği bilerek veya bilmeyerek zıddını söylerse o da cahil adını alır.
Nitekim Cenab-ı Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
“Rahman'ın (has) kulları yeryüzünde tevazu içinde yürürler ve cahiller kendilerine lâf atınca “selâm” derler” (Furkan: 63)
Peygamberimiz de bir hadisinde bu terimi şöyle kullanılıyor:      
“Her hangi biriniz oruçlu iken çirkin söz söylemesin, kötü iş yapmasın ve cahillik etmesin.”
(Buharî, Müslim ve diğer hadis kitaplarında geçen hadisin bir bölümüdür. Buhâri hadisi, Ebû Hureyre'deri rivayet ediyor. Rasûlüllah şöyle buyurdu: “Oruç (arkasına sığınılan) kalkandır. (Biriniz otururken) çirkin söz söylemesin, cahillik etmesin...” S. Buhari, Kitab, El-Savm Orucun Üstünlükleri Babı, H. No: 1894, Feth El-Bârî, c. 4, s. 103.
Müslim, Kitab El-Sıyam, Oruçlu iken Dili Koruma Babı, H. No: 1151, c. 2, s. 806. Sözcükler “İza Esbaha, Ehadüküm yevmen saimen, felâ yerfüs ve lâ yechel,” (Sizden biriniz bir gün oruç tuttuğunda, kötü konuşmasın, cahillik etmesin). Ebû Davud, Müellifin anlattığı hadisin sözcükleriyle uyum içindedir. Bkz. Sünen-i Ebt Davud, Kitab El-Savm, Oruçlu İken Gıybet Etme Babı, H. No: 2362, c. 2, s. 768.)
Öte yandan ünlü muallaka şairi Amr b. Gülsüm de bir beytinde bu terime şöyle yer veriyor:
Hey bize karşı hiç kimse cahillik yapmasın.
Yoksa biz cahillerinkinden daha baskın cahillik yaparız.
 (Amr b. Gülsüm; Bu ikilik -beyt- cahiliye döneminin ve ünlü Muallakat-ı Seb'a (yedi askı) nın ozanlarından Amr b. Külsüm adındaki şairin uzun övgü-kasidesinden alınmıştır. Bkz. Ebûbekir El-anbarî, Kitab Şerh El-Kasaid El-Seb'a s. 426.)
Terimiin bu anlamdaki kullanımı çoktur. Tıpkı bunun gibi gerçeğin tersine davranan kimseye de davranışın gerçeği ters olduğunu bilse bile cahil denir.
Nitekim Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor:
Tevbe, ancak cahillik sonucu kötülük yapanlar içindir.”  (Nisa: 17)
Yine bazı sahabiler de bu anlamda “kötülük yapan herkes cahildir.”demişlerdir. (Bkz. Tefsir İbn Cerir, c. 4, s. 202-203.)
Çünkü; kalbde kökleşmiş gerçek bilgi kendisine ters düşen söz ve davranışın meydana çıkmasına engel olur.
Buna rağmen eğer bilgi ile çelişen, ona ters düşen bir söz veya davranış ortaya çıkarsa, bu durum mutlaka ya kalbin o tersliği farketmediğini (ondan gafil kaldığını) ya bu tersliğe karşı direnmede zayıf kaldığını gösterir. Bu durumların her ikisi de bilginin özüne ters düştüğü, onunla çeliştiği için bu durumlar bu anlamda cahillik olurlar.
Bundan amellerin mecazi anlamda değil, hakiki anlamı ile iman teriminin kapsamına girdikleri anlaşılıyor. Gerçi her hangi bir ameli terkeden kimsenin kafir olduğu veya iman teriminin kapsamı dışında kaldığı söylenemez. “Akıl” ve benzeri terimler de böyledir.
Böyle olduğu için Cenab-ı Allah (c.c.) Kur'anda cahiliye örneğine uygun bir hayat tarzı sürenleri “ölüler” “körler” “sağırlar”, “dilsizler”, “sapıklar”, “cahiller”, “düşünmeyenler” ve “işitmeyenler” diye nitelendiriyor.
Buna karşılık müminleri de “düşünce sahipleri”, “izan sahipleri” “doğru yolda olanlar”, “nur sahipleri” ve “işitenler” gibi sıfatlarla tanıtıyor.
Bu noktayı açıkladıktan sonra hemen belirtelim ki, insanlığın tümü Peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun) gönderilişinden önce bilgisizliğe dayalı bir cahiliyet hayatı yaşıyordu. Söyledikleri sözler ve yaptıkları davranışlar cahiller tarafından ortaya konmuş ve ancak cahillerin benimseyip işleyebilecekleri şeylerdi. Bu arada peygamberlerin getirenleri ve sonradan bozulan, gerçeklerle bağdaşmayan yahudilik ve hristiyanlık gibi inanç ve hayat sistemleri de cahiliye teriminin kapsamına dahildirler. Bu dönem yaygın ve genel bir cahiliye dönemi idi.
Buna karşılık Peygamberimizin gelişinden sonra cahiliye niteliği genel olmaktan çıkarak yerel ve sınırlı bir karaktere bürünmüştür. Yani artık şu veya bu şehirde, şu veya bu kimsede cahiliyenin varlığından sözedilebilir. Mesela falanca kafir ülke ile müslüman diyarında yaşasa bile henüz müslüman olmamış filanca şahıs cahiliye dönemindedir denir. Buna karşılık, mutlak anlamda artık cahiliye döneminden söz edilemez. Çünkü bu ümmetin içinde Kıyamet gününe kadar hakkı destekleyen, gerçeğin taraftarı olan bir zümre her zaman varolacaktır. Yalnız müslümanların yaşadıkları bazı yörelerde ve bazı müslümanlarda sınırlı bir cahiliye zihniyeti varolabilir. Peygamberimizin yukarda yer verdiğimiz:
“ümmetim arasında şu dört şey cahiliye zihniyetinin uzantısıdır” şeklindeki hadisi ve Ebu Zerr'e:
“sen şahsında cahiliye zihniyetinin tortusu bulunan birisin” şeklinde hitap eden sözleri gibi.
Şunu da hemen belirtelim ki, Peygamberimizin yukarıdaki hadiste geçen:
“Müslümanlık içinde cahiliye geleneğini arayan, güden kimse” şeklindeki ifadesi genel, yaygın, sınırlı, yahudilik, hristiyanlık, ateşperesttik, yıldızlara tapıcılık, putperestlik, müşriklik gibi zihniyet ve sistemlerin tümünü, bunların kısmî veya karma yapılmış şekillerini, hatta bunların sonradan uydurulmuş veya daha önce yürürlükten kalkmış biçimlerini tümü ile kapsamına alır. Gerçi “Cahiliye” terimi çoğunlukla sadece arapların İslamdan önce hayat tarzlarını ifade etmek için kullanılıyor ama anlam aynıdır.
Nitekim Buhari ile Müslim'de yer aldığına göre sahabilerden İbn-i Ömer(166) -Allah ondan razı olsun- şöyle diyor:
“Müslümanlar Peygamber Efendimizle birlikte vaktiyle Semud kavminin yaşadığı yöreye vardıklarında oranın kuyularından su çekmiş ve hamur yoğurmuşlardı. Fakat Peygamberimiz sahabilere çektikleri suları dökmelerini, yoğurdukları hamurları develere yedirmelerini ve sadece vaktiyle yörenin develere su sağlamak için yararlanılan kuyudan su almalarını emretmiştir.” (S. Müslim, Kitab El-Zühd, Kendilerine Zulm Edenlerin Oturdukları Yere Girmeyin, Babı, H. No: 2981, c. 4, s. 2286.)
(İbn-i Ömer; Büyük Sahabi'dir. Asıl adı: Abdullah b. Ömer b. El-Hattab, b. Nüfeyl El-Kuraşî El-Advî'dir. Bi'setten üç yıl önce doğdu. On yaşında bir çocukken Medine'ye hicret etti. Bedir ve Uhud savaşında, babası onun savaşa katılmasını Rasûlüllah'tan istedi. Küçük olduğu için Rasûlüllah, uygun bulmadı. Hendek Savaşına katılmasını onayladı. Şüphelilerden sakınması ve ibadete düşkünlüğüyle ünlüydü. Osman'ın öldürülme fitnesinde, olaylardan uzak durmayı tercih etti. H. 73 yılında vefat etti. (Allah ondan razı olsun) Bkz. El-İsabe, c. 2, s. 347-350, Biy. 4834.)
Ayni olayın yine İbn-i Ömer'e dayandırılan değişik kanaldan gelmiş başka bir rivayetindeki bu rivayet de Buhari'de yer almıştır. Şöyle deniyor:
Peygamber Efendimiz Tebük savaşında Hicr adı verilen ve bir zamanlar Semud kavminin yaşamış olduğu bölgeye girince sahabilere oranın kuyusundan içmemelerini ve bu suyu kullanmamalarını emretti. Sahabiler:
“Ya Rasûlüllah, biz bu kuyunun suyu ile hamur yoğurduk, kablarımızı doldurduk” deyince Peygamberimiz onlara yoğrulan hamurları atmalarını ve su dolu kapları dökmelerini emretti.” (S. El-Buhari, Kitab El-Enbiya, Allah'ın “Semud'a Kardeşleri Salih'i gönderdik” Ayeti Babı, H. No: 3378, Feth El-Bari c. 6, s. 378; 3379 No'lu hadisde bu hadisin aynısıdır.)
Bu arada sahabilerden Cabir'in aynı olayla ilgili olarak rivayet ettiği bir hadise göre Peygamberimiz şöyle buyurmuştur:
“Şu azaba çarptırılmışların diyarına ancak ağlaya ağlaya giriniz. Eğer ağlar durumda değilseniz, buraya ayak basmayınız ki, onların başına gelenler sizin başınıza da gelmesin.” (Buhari ve Müslim, hadisi İbn Ömer'den naklediyorlar. Bkz, S. Buhari Kitab El-Enbiya, Bir önceki bab, H. No: 3380, Feth El-Bari, c. 6, s. 378-379.  S. Müslim, Kitab El-Zühd, Kendine Zulmedenlerin Yerlerine Girmeyin Girerseniz Ağlayarak Girin Babı, H. No: 2980, c 4 s 2285.)
Görülüyor ki, Peygamber Efendimiz müslümanları vaktiyle azaba çarptırılmış bir kavmin diyarına ağlar durumda olmaksızın girmemeye çağırıyor ve buna gerekçe olarak oraya ağlamaksızın ayak basacak olanların başına o kavmin başına gelenlerin gelebileceğini, böyle bir ihtimalin varolduğunu belirtiyor. Ayrıca Müslümanların giriştikleri en zorlu savaş olduğu için İslâm tarihinde “sıkıntı savaşı” diye geçen bu savaşta o yörenin suyu ile yoğurulmuş hamurların develere yedirilmesini emrediyor. Başka bir rivayete göre de Peygamberimizin:
“Vaktiyle toplu azaba sahne olan topraklar üzerinde namaz kılmayı yasakladığı” bildiriliyor.
Nitekim Ebu Davud'un, Ebu Salih Gıfarî'ye dayanarak bildirdiğine göre bir defasında Hz. Ali, Babil'e vardı. Fakat orada eğlenmeyerek yoluna devam ediyordu. Bu sırada müezzin yanına gelerek ikindi namazının vaktinin girdiğini söyledi. Ama Hz. Ali ancak kasaba dışına çıkınca müezzine ezan okumasını emrederek namazı kıldı. Namazın bitiminde de böyle yapmasının sebebini “Sevgili Peygamberimiz bana mezarlıkta ve Babil toprağı üzerinde namaz kılmamamı, çünkü buranın lanete uğramış olduğunu söyledi.” diye açıkladı.”
(Sünen Ebi Davud, Kitab el-Salat, Namaz Kılmanın Caiz Olmadığı Yerler Babı, H. No: 490, c. 1, s. 329. Hutabf, Mealim El-Sünen isimli eserinde bu hadisin açıklamasında şöyle diyor: “Bu hadisin isnadı “Mekal”dir.”
Hiç bir alimin, babil topraklarında namazın haram olduğunu söylediğini bilmiyorum. Bunu söyledikten sonra Ebu Davud daha sahih olan şu hadisi sunuyor: Yer yüzü bana mescit ve temiz kılındı...” Bkz. Hamiş Sünen-i Ebî Davud, c. 1, s. 329. Gerçi müellif az sonra hadisin burada geçen senetten daha sağlam senetle rivayet edildiğini anlatacak. Bu senet hadisin sıhhatini destekler niteliktedir. Aynı Hadisi Beyhaki Süneninde, c. 2, s. 451, Korku ve Azab Yerlerinde Namaz Kılmanın Kerameti Babında tahriç ediyor.)
(Ebu Salih Gıfarî; Bu ravi, Said b. Abdurrahman El-Ğıfarî-El-Mısrî'dir. Künyesi, Ebu Salih olan bu zat hakkında İbn Hacer Tehzib El-Tehzib'inde, “İbn Hibban onun güvenilirliğini onayladı” diyor. El-Aclâ: “Mısri, güvenilir Tabii'dir.” der. Hz. Ali'den olan rivayeti, mürseldir Bkz. Tehzib El-Tehzib, c. 4, s. 58-59, Biy. 100.)
Ahmed b. Hanbel de Hz. Ali'nin bu sözlerini değişik ve az öncekine göre daha sağlam iki kanaldan nakletmiştir. Bu yüzden kendisi de Hz. Ali'ye uyarak böyle yerlerde namaz kılmayı mekruh saymıştır. Şüphe yok ki, Hz. Ali'nin:
“Peygamberimiz bana babil toprağı üzerinde namaz kılmamamı, çünkü buranın lanete uğramış olduğunu söyledi” şeklindeki sözü diğer her hangi bir “lanete uğramış” yerde de namaz kılmamayı gerektirir. Daha önce gördüğümüz Semud kavminin diyarı ile ilgili hadis ile Hz. Ali'nin bu sözlerinin biribirleri ile bağdaştığı görülüyor. Çünkü Peygamberimiz toplu azaba sahne olan yerlere ayak basılmamasını emrettiğine göre bu yasağın kapsamında öyle bir yerde namaz kılmak veya başka bir şey yapmak gibi eylemler haydi haydi girer. Ayrıca bu sözler Cenab-ı Allah'ın (c.c.) Mescid-i Dırar ile ilgili şu ayeti ile uyum halindedir:
“Orada asla namaza durma... Yapısı Allah korkusu ve rızası üzerine kurulan bina mı, yoksa bir yarın kenarına kurulup o yarla birlikte cehennem ateşine yuvarlanan bina nu daha hayırlıdır? Allah zalimler güruhuna hidayet vermez.” (Tevbe: 108-109)
Çünkü söz konusu yer azaba sahne olmuş yerlerden biri idi ve rivayete göre üzerinde yapılan bu mescid yıkılınca yıkıntılarından havaya duman yükselmişti. (Siyer kitapları Rasûlüllah'ın bu mescidin yakılmasını emrettiğini yazıyorlar Bkz. İbn Ishak, Sire El-Nebi; İbn Hişam, Tehzib, c. 4, s. 956; İbn Kesir, El-Sire El-Nebi, c. 4, s. 40.)
Bu noktaya başka bir açıdan bakarsak, nasıl ki üç seçkin mescid (Beytüllah, Beytülmukaddes ve Mescid-i Nebevi) ile Kuba mescidinde namaz kılmak teşvik edilmiş ise, vaktiyle azaba sahne olmuş yerlerde namaz kılmak da yasaklanmıştır.
(üç seçkin mescid; Buhari, Kitab Fadl El-Salat Fi Mescid-i Mekke ve El-Medine, Mekke ve Medine Mescitlerinde Namaz Kılmanın Üstünlükleri Babı, H. No: 1189, Feth El-Bari, c. 3, s. 63, Buhari'nin Ebu Hureyre'den rivayet ettiği hadis şöyledir, Cenab-ı Rasül buyurdu: “Develer ancak üç mescit için sürülürler. Mescidi Haram, Mescidi Rasûl ve Mescidi Aksa.” Bu hadisi izleyen 1190 No'lu hadisde (yine Ebu Hureyre'den) şöyle denmektedir: “Benim mescidimde bir namaz, Mescid-Haram'ın dışında kılınan bin namazdan daha hayırlıdır.”)
(Kuba; Tirmizi, Namazla İlgili Bablar, Mescid-i Küba'da Namaz Kılma Babı, H. No: 324, c. 2, s. 145-146. Üseyd b. Zahir El-Ensari, Rasûlüllah'dan şöyle naklediyor: “Mescid-i Küba'da namaz kılmak umre gibidir.” Üseyd'in bu hadisine Tirmizi: “Hasen ve gariptir” diyor. Hakim, el-Müstedrek, c. 1, s. 487'de, aynı hadisi rivayet ettikten sonra şöyle ekliyor: “Bu isnadı sağlam bir hadistir. Neki, Eba El-Ebred'den başka kimse tahriç etmedi. Hadisin ravilerinden biri meçhuldür (kimliği bilinmiyor).”
Buhari ve Müslim'de Rasûlüllah'ın Mescid-i Küba'yı her Cumartesi günü ziyaret ettiği ve orada iki rekaat namaz kıldığım kanıtlayan bilgiler var. Bkz. Feth El-Bari, H. No: 1193-1194, c. 3, s. 69; S. Müslim, H. No: 1399, c. 2, s. 1016-1017.)
Bu arada azaba sahne olmamış olan küfür ve günah yerleri eğer iman ve ibadet yerlerine dönüştürülürse, bu hareket iyi ve övülmeye değerdir.
Nitekim Peygamber Efendimiz (salât ve selâm üzerine olsun) Taiflilere kralların saraylarını ve Yemame halkına çevrelerindeki bir manastırı mescid yapmalarını emretmişti. (Nesâî, Hadisi Talak b. Ali (Allah ondan razı olsun) rivayet ediyor. Talak diyor: “elçi olarak Rasûlüllah'a çıktık. Bi'at edip arkasında namaza durduk. Ülkemizde bizim çok manastırlarımız olduğunu kendisine söyledik. Oraları nasıl temizleyip kullanır hale getirilmesini bize öğretmesini istedik. Su istedi. Ağzını burnunu yıkayıp abdest aldı. Sonra o suyu bir kaba döktü. Bize: “Çıkınız. Ülkenize gittiğinizde manastırlarınızı değiştirin. Bu sudan oralara serpin ve oraları mescit edinin” buyurdu. Hadis, “Biz orayı mescitleştirdik ve müslümanlan ezanla oraya çağırdık” ifadelerine kadar devam ediyor. Bkz. Sünen-i Nesâi, Kitab El-Mesacit, Manastırların Mescit Edinilmesi babı, s. 38-39, c. 2.)
(Taiflilere; Ebu Davud, Osman b. Ebi El-As'dan, Rasûlüllah'ın şöyle buyurduğunu tahriç ediyor: “Rasûlüllah, Taiflilere diktatörlerinin saraylarım mescit haline getirmelerini emretti.” “S. Ebi Davud, Kitab El-Salat, Mescitlerin Yapılması Babı, H. No: 450, c. 1, s. 311. İbn Mâce aynı hadisi Kitab El-Mesacid Ve El-Cemaat, Nerelere Mescit Yapmak Caizdir Babı, aynı sözcüklerle, Sadece burada Ebu Davut'dan farklı olarak “Tavağitihim” yerine “Tağitihim” kelimesi var. H. No: 743, c. 1, s. 245.)
Bunlardan başka Peygamberimiz Medinedeki mescidi de müşrik mezarlığı idi. Burası mezarlar sökülerek mescid yapılmıştır. (Bu hususla ilgili Buhari-Müslim ve diğer hadis kitaplarında bilgi gelmiştir. Rasûlüllah, Medine'ye hicret edince müşriklerin mezarlığı olan yere bir mescit yapılmasını ve Oradaki mezarların sökülmesini emretti.
Bkz. S. Buhari, Kitab El-Salat, Müşriklerin Ve Cahiliye Döneminden Kalan Mezarlıkların Sökülüp Yerine Mescit Yapılabilir mi? Babı, H. No: 428, Feth El-Bari, c. 1, s. 524.
Müslim, Kitab El-Mesacid Ve Mevadıu El-Salah, Mescitlerin Yapımı Babı, H. No: 524, c. 1, s. 373.)
Şimdi düşünelim! İslâm şeriatı kâfirlerle azaba uğradıkları yerlerde ortak olunmasını yasakladığına göre, söz konusu azaba çarpılmalarına yol açan davranış ve tutumlarda onlarla ortak olmaya nasıl göz yumabilir?
Şöyle diyen belki çıkabilir:
Onların söz konusu her hangi bir hareketi onlara benzemekten soyutlanacak olursa aslında haram ve yasak değildir. Bizim de o hareketi yaparken onlara benzeme niyetimiz yoktur.
Cevabımız şudur:
Azaba sahne olan bir yere ayak basmak orada azaba çarpılanların izlerinin bulunduğu gerçeğinden soyutlanacak olursa, aslında günah değildir. Biz de oraya girerken onlara benzeme amacı gütmüyoruz.
Oysa, onlara davranışlarında ortak olmak belirli bir yere girmekten daha güçlü bir azab gerektiriri gerekçedir. Çünkü onların kendilerinden önceki müslümanlarla ortak olmayan bütün davranışları;
- ya doğrudan doğruya kâfirlik sebebidir
- ya günahtır
- ya kâfirlik ve masiyet sembolüdür
- ya kâfirlik ve masiyete/günaha sürükleyicidir
- veya günaha sürükleyeceğinden endişe edilecek bir harekettir.
Hiç kimsenin bu yargıya karşı çıkacağını sanmıyorum. Eğer bu yargıya karşı çıkan olsa bile böyle bir kimse bu tip davranışlarda müslüman olmayanlara karşı olmanın daha güçlü bir şekilde kâfirlik ve günaha karşı çıkmak olacağını inkâr edemez. Ayrıca bu amacın yerlere nazaran davranışlarında daha öncelikle gerçekleşeceğini de reddedemez.
Baksana, peygamberlerin, sıddıkların, şehidlerin ve salih kulların davranışlarını örnek edinmek onların evlerini örnek edinmekten ve bıraktıkları izleri görmekten daha yararlı ve önceliklidir (evlâdır). Zaten bu konuda Ebu Davud'da yer alan açık delaletli bir hadis vardır. İbn-i Ömer'den rivayet edildiğine göre Peygamberimiz:
“Kim bir kavme özenirse, benzerse o onlardandır.” buyuruyor.(Sünen-ı Ebî Davud, Kitab El-Libas, Şöhret (gösteriş de denebilir.) için Elbise Giyme Babı, H. No: 4031, c. 4, s. 314.)
Bu hadisin rivayet zinciri sağlamdır. Çünkü bu zincirin halkaları olan Ebu Şeybe, Ebu Nadr ve Hassan b Atıyye Buharî ile Müslimin rivayetlerine yer verdiği çok ünlü ve güvenilir hadis nakilcileridirler.
(Ebu Şeybe; Asıl adı, Osman b. Muhammed b. İbrahim b. Osman El-Abesi, Ebul Hasen b. Ebî Şeybe'dir. Tefsirde ve hadiste güvenilir ünlü kaynaktır. Onuncu kuşak Küfe Tabii'lerindendir. Ayrıca güvenilir ünlü hadis ezberleyicisidir. İbn Hacer, Takrib El-Tehzib'de: “'Evhamlı olmasına karşın ezberi çok güçlüdür. Kur'an'ı Ezberlemediği söylenir” der. H. 239 yılında 83 yışında öldü. Bkz. îbn Kesir El-Bidaye Ve El-Nihaye, c. 10, s. 319; Îbn Hacer, Takrib El-Tehzib, c. 2, s. 13-14, biy. 107.)
(Ebu Nadr; Bu ravi, Haşim b. Müslim El Leysi El-Bağdadi'dir. Künyesi, Ebun Nadr'dır. Daha çok künyesiyle tanınır. Takma adı, Kaysar'dır. Dokuzuncu kuşak Bağdatlı Tabiilerdendir. Güvenilir bir ravidir. İbn Hacer Takrib El-Tehzib'de “Güvenilirliği kanıtlanmıştır” der. 73 yaşında vefat etti. (h. 207). Bkz. İbn Sa'd, Tabakat El-Kübra, c. 7, s. 314, biy. 39.)
(Hassan b Atıyye; Asıl adı, Hasan b. Atiye El-Muharibi, kabilesinin efendisidir, Künyesi Ebubekir el-Dimaşki'dir. Güvenilir, fıkıhçı, abid bir kimsedir. H. 120'de öldü, Takrib El-Tehzib, c. 1, s. 162, biy. 237.)
Hatta bu kimseler rivayetlerine Buharî ile Müslim'de yer verildiğini söylemeye lüzum bırakmayacak derecede büyük hadis ravileridir. Yine bu hadisin rivayet zincirinin bir halkası olan Abdurrahman b. Sabit b. Sevban ele alırsak Yahya b. Main, Ebu Zar'a ve Ahmed b. Abdurrahman b. İbrahim “O güvenilir bir rivayetçidir” demekte ve Ebu Hatem de “O istikamet sahibi bir hadis adamıdır” şeklinde görüş belirtmektedir.
(Abdurrahman b. Sabit b. Sevban; Ravinin adı Abdurrahman b. Sabit b. Sevban El-Anbesi El-Dımeşkî'dir. Hatası olmakla birlikte, doğru sözlüdür. 165'de vefat etti. Bkz. El-Takrib, c. 1, s. 474, Biy. 886.)
(Yahya b. Main; Ünlü hadis imamı ve ezbercisi olan bu alimin asıl adı, Yahya b. Main b. Avn El-Ğadfanî'dir. Künyesi, Ebu zekeriya El-Bağdadi'dir. Cerh ve Ta'dil'de (Hadis ravilerini kategorilere ayırarak güvenilirliklerini kritize etmek) imamdır. Ahmed b. Hanbel'in arkadaşıdır. İmamlığı ve bütün erdemleri kendisinde toplamıştı. 233'de 70 yaşlarındayken vefat etti. Bkz. El-Cerh Ve El-Ta'dil, c. 1, s. 314, 318; Takrib El-Tehzib, c. 2, s. 358, biy. 181.)
(Ebu Zar'a; Asıl adı, Abdullah b. Abdulkerim b. Yezid b. Ferruh El-Razî'dir. Künyesi, Ebu Zer'a'dır. Güvenilir hadis imamlarının büyüklerindendir. Cerh ve Ta'dil'de Yahya b. Main gibi güçlüdür. 264'de vefat etti. Öldüğünde 63 yaşındaydı. Bkz. Takrib El-Tehzib, c. 1, s. 536, biy. 1479; El-Cerh Ve El-Ta'dil, c. 1, s. 328-349.)
(Ahmed b. Abdurrahman b. İbrahim; Adı, Abdurrahman b. İbrahim b. Amr El-Osmani; Künyesi, Ebu Said El-Dımaşki; Lakabı Dahim'dir. Güvenilir, sağlam hadis ezberleyicisidir. 245'de, 75 yaşındayken öldü. Bkz. Takrib El-Tehzib, c. 1, s. 471, biy. 856.)
(Ebu Hatem; Muhammet bin İdris b. El-Münzir El-Hanzalî Ebu Hatem El-Razî'dir. Ünlü imam, hafız ve düzgün kişiliği ve ezberleme ve koruma gücü, sağlamcılığı kanıtlanmış hadis imamlarından biridir. Cerh ve Tadil konusunda iyi olan alimler de bu savı doğruluyor. 277'de vefat etti. Doğumu, 195. Bkz. Tehzib El-Tehzib, c. 9, s. 31-34, Biy. 40.)
Yine bu hadisin bir diğer rivayet halkası olan Ebu Munib Cerşî'ye gelince Ahmed b. Abdullah Acelî onun “güvenilir” olduğunu bildirmektedir. Ben onun hakkında kötü söyleyen hiç kimse bilmiyorum. Ayrıca Hassan b. Atıyye ondan hadis öğrenip nakletmiştir. Bu arada İmam Ahmed b. Hanbel ve başka alimler bu hadisi delil olarak göstermişlerdir.
Bu hadisin en toleranslı yorumu müslüman olmayanlara özenmenin yasak oluşunu gerektirdiği şeklindedir. Oysa zahirî ve, kabaca anlamı bu özenmenin kâfirlik olacağı yolundadır.
Tıpkı Cenab-ı Allah'ın (c.c.):
“Kim onları (yahudi ve hristiyanları) dost edinirse onlardan olur.”  (Maide: 51) ayetindeki buyruğu gibi.
Abdullah b. Amr'ın şu sözü de bu hadisin ana fikrini pekiştirir. O diyor ki:
“Kim müşriklerin semtinde ev yaparsa (oturursa), onların Nevruz ve Mihrican bayramlarını benimseyip kutlarsa ve ölünceye kadar onlara özenir, onları taklit ederse Kıyamet günü onlarla birlikte haşrolur.” (Sünen El-Beyhaki, c. 9, s. 234)
Huseyin Ebu Emre - Harun Yildirim - ahlak ve imani dersler