www.musluman.biz

12 Mart 2012 Pazartesi

Allah’ın İndirdiğinden Başkasıyla Hükmetmek

Huseyin Ebu Emre - Harun Yildirim - ahlak ve imani dersler

Allah’ın İndirdiğinden Başkasıyla Hükmetmek

Köklü, İlmî ve Yatıştırıcı Değerlendirme
İkinci Risale: Tekfir Meselesinde Sakındırma
(İmam İbn Useymin’in Son Fetvası)
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla
Allah’ın selamı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun.
Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmetme konusu, - şu zamanda - ilim talebelerinin en şiddetli problem oluşturan meselelerinden biri olması ve hatta bazı fazilet sahibi kimselerin dahi hatadan kurtulamadığı meselelerden biri olması sebebiyle gücüm yettiği kadarıyla hakkı açıklamak için bu kitabı çıkarmaya çalıştım. Allah Tebarek ve Teala’dan bu kitabı faydalı kılmasını ümit ederim.
Özellikle özet bir çalışma hazırlamaya gayret ettim. Nitekim Allah’ın rahmet ettikleri hariç – ki onlar da çok azdır - pek çok ilim talebesinin okuma konusunda gayretleri zayıflamıştır.
Bu giriş kısmını, Selef’in çeşitli sözlerinden alıntılarla tamamlıyorum:

Selefin Çeşitli Sözlerinden Seçmeler:

Ubade b. Samit radıyallahu anh şöyle demiştir: “Muhakkak ki hakkın üzerinde bir nur/aydınlık vardır”[1]
Muaz b. Cebel radıyallahu anh şöyle demiştir: “Hakkı işittiğin zaman kabul et. Zira hakkın üzerinde bir nur vardır”[2]
Abdullah b. Mesud radıyallahu anh şöyle demiştir: “Dikkat edin! Biriniz dininde kimseyi; o iman etmişse iman edecek, o kafir olmuşsa kafir olacak şekilde taklid etmesin. Birilerine uymadan yapamayacaksanız, size ölmüş olanları tavsiye ederim. Zira hayatta olanın fitnesinden emin olunmaz.”[3]
İbn Ömer radıyallahu anhuma şöyle demiştir: “İslam’da beni en çok sevindiren şey; şu hevâlardan (bidat görüşlerden) herhangi bir şeyin kalbime girmemiş olmasıdır.”[4]
Huzeyfe radıyallahu anh dedi ki: “Seni Allah’ın dini hususunda sık sık görüş değiştirmekten sakındırırım. Zira Allah’ın dini tektir.”[5]
El-Evzai rahimehullah şöyle demiştir: “Sünnet ne tarafa dönerse biz de o tarafa döneriz.”[6]
Sufyan es-Sevri rahimehullah şöyle demiştir: “Sünnet ehline hayrı tavsiye edin. Zira onlar gariplerdir.”[7]
El-Hasen el-Basri rahimehullah şöyle der: “Ey sünnet ehli! Yumuşak davranın. Zira sizler insanların azınlığısınız.”[8]
Yunus b. Ubeyd rahimehullah şöyle der: “Sünnetten daha garip kalan bir şey yoktur. Ondan da daha garip kalanı ise sünneti bilenlerdir.”[9]
Sufyan es-Sevrî rahimehullah şöyle demiştir: “Sana doğuda bir kimsenin ve batıda bir kimsenin sünnet ashabından olduğu ulaşırsa her ikisine de selam gönder ve dua et. Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat ne kadar da azdır!”[10]
Eyyub es-Sahtiyani rahimehullah şöyle der:” Sünnet ehlinden birinin öldüğünü işittiğimde bir organımı kaybetmiş gibi oluyorum.”[11]
Yine şöyle demiştir: “Sünnet ehlinin ölmesini temenni edenler, Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürmek isteyenlerdir. Kafirler istemeseler de Allah nurunu tamamlayacaktır.”[12]
Ebu Bekir b. Ayyaş rahimehullah’a; “Sünnet ehli kimdir?” diye sorulunca şöyle demiştir: “Bidat görüşler zikredildiğinde onlardan hiçbirine taraftar olmayandır.”[13]
Şaz b. Yahya rahimehullah şöyle demiştir: “Sahabelerden gelen rivayetlerin yolunu tutmak dışında cennete ulaştıran başka bir yol yoktur.”[14]
El-Fudayl b. Iyad rahimehullah şöyle demiştir: “Kendisine istişare için gelen birini bidatçi birine yönlendiren kimse islam’ı aldatmış olur.”[15]
El-Evzai rahimehullah dedi ki: “Hiçbir bidat sahibi yoktur ki, bidatine aykırı olarak Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in bir hadisi rivayet edildiğinde hadise buğzetmesin.”[16]
Ebu’l-Abbas el-Asam rahimehullah şöyle der: “İki Harici kabeyi tavaf ettiler ve biri diğerine; “Şu yaratılanlar içinde seninle benden başka cennete girecek kimse yok” dedi. Arkadaşı da ona: “Cennetin genişliği gökle yer arası kadar olduğu halde sadece ikimiz için mi kuruldu?” dedi. O da: “Evet” deyince, “O senin olsun” dedi ve görüşünü terk etti.”[17]
Kitabı dört konu olarak bölümlendirdim:
Birinci Konu: Bilinmesi zorunlu olan kaideler
İkinci Konu: Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmetme meselesinin detayları
Üçüncü Konu: Tamamlayıcı bölümler
Dördüncü Konu: Muhaliflerin getirdiği bazı delillere cevaplar
Şimdi konuya giriş yapabiliriz. Allah’ım! Senden hidayet ve doğruya isabet dilerim.

Birinci Konu: Bilinmesi Zorunlu Kaideler

Bunlar altı tanedir:

Birinci Kaide:

Allahın indirdiğiyle hükmetmek her müslümana farz-ı ayndır. Bu meselede de altı esas vardır:
Birinci Esas: Allah Tebarek ve Teala’nın şeriatıyla hükmetmenin vacip oluşu. Allah Teala şöyle buyurmuştur: “Aralarında Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeni, onların hevâ ve heveslerine uymamanı ve Allah'ın sana indirdiği şeylerin bir kısmından seni saptırmalarından sakınmanı da (sana emrettik). Eğer onlar (senin vereceğin hükümden) yüz çevirirlerse, bilesin ki Allah, bir takım günahları sebebiyle onları cezalandırmak istemektedir. Zaten insanların çoğu fâsıktır.” (Maide 49)
İkinci Esas: Allah Teala’nın şeriatına gönül rızasıyla muhakeme olup O’nun hükmüne teslim olmanın vacip oluşu. Allah Teala şöyle buyurmuştur: “Fakat hayır; Rabbine yeminler olsun ki onlar, aralarında çekiştikleri şeyler hakkında seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden dolayı içlerinde hiçbir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyet göstermedikçe îman etmiş olmazlar.” (Nisa 65)
Üçüncü Esas: Allah Teala’nın şeriatıyla hükmetmeyenlerin tehdit edilmesi. Allah Teala şöyle buyurmuştur: “Her kim Allah'ın indirdikleriyle hükmetmezse, işte asıl kâfir olanlar onlardır.” (Maide 44) “Zira kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte asıl zâlim olanlar onlardır.” (Maide 45) “Her kim Allah'ın indirdikleriyle hükmetmezse, işte asıl fâsık olanlar onlardır.” (Maide 47)
Dördüncü Esas: Allah Teala’nın ve Rasulü sallallahu aleyhi ve sellem’in emrine muhalefetten sakındırılması. Allah Teala şöyle buyurmuştur: “O’nun emrine muhalefet edenler, başlarına bir belânın gelmesinden, yahut acı bir azaba uğramaktan sakınsınlar.” (Nur 63)
Beşinci Esas: Allah Teala’nın hükmü, hükümlerin en güzelidir. Allah Teala şöyle buyurmuştur: “Onlar, yine de câhiliyye devrinin (o kokuşmuş) hükmünü mü arıyorlar? Oysa yakînen bilen insanlar için, Allah'tan daha güzel hüküm sahibi olan kim vardır?” (Maide 50)
Altıncı Esas: Vahiy; ruh ve aydınlıktır. Allah Teala şöyle buyurmuştur: “İşte sana da (ey Muhammed!) emrimizden bir ruh (Kurân)u böyle vahyettik. Önceden sen, Kitap nedir, îman nedir, bilmiyordun. Fakat biz, o Kitabı, kullarımızdan dilediğimizi kendisiyle hidayet edeceğimiz bir nûr kıldık. Şüphesiz sen de bu Kitap vasıtasıyle insanları dosdoğru yola iletiyorsun.” (Şura 52)
Derim ki; O (Allah’ın indirdiğiyle hükmetmek) ruhtur, çünkü o, cesedin kendisiyle hayat bulduğu ruh mesabesindedir. Vahiy, kalplere hayat verir, insanların din ve dünya işlerini düzenler. O kendisiyle aydınlanılan bir nurdur. Görüş ve hevâların karanlıklarından ona sığınılır.

İkinci Kaide:

Bir kimsenin küfür fiillerinden birine düşmesi, onun kafir sayılmasını gerektirmez.
Belirli bir şahsın tekfir edilmesinde hüccet ikamesi şarttır.
Şeyhulislam İbn Teymiyye rahimehullah şöyle demiştir: “Hiç kimsenin, Müslümanlardan birini hata ettiği ve yanlış yaptığı konuda, ona hüccet ikame edilip, deliller açıklanmadan tekfir etmeye hakkı yoktur. Müslümanlığı kesin olarak bilinen bir kimsenin İslam’ı, şüphe ile ortadan kaldırılamaz. Bilakis bu, ancak hüccetin ikame edilmesi ve şüphenin giderilmesinden sonra kaldırılabilir.”[18]
Diyorum ki; hüccet ikamesi, belirli bir şahsın tekfirinde gereken diğer şartlarla birlikte dikkate alınmalıdır. Diğer şartlar; cehalet ihtimalini kaldıran “ilim”, hata ihtimalini gideren “kasıtlılık”, ikrah ihtimalini gideren “seçme hakkının bulunması” ve geçerli bir te’vil ihtimalini gideren “te’vil bulunmaması” gibi şartlardır.
Bundan dolayı, âlimlerin büyük küfür olarak kararlaştırdıkları bir fiili işleyen herkesin tekfir edilmesi gerekmez. Zira küfrüne hükmedilmesinden önce hüccet ikamesi şarttır.

Üçüncü Kaide:

Yöneticilerin küfre girmesi, onlara karşı ayaklanmanın caiz olmasını gerektirmez.
Yöneticilere karşı ayaklanmanın beş şartı vardır:
1-                     Elimizde Allah katından delil bulunan apaçık bir küfre düşmesi
2-                     Ona hüccet ikame edilmiş olması.
3-                     Onu makamından indirmeye güç yetmesi.
4-                     Onun yerine bir Müslümanı tayin etmeye güç yetmesi.
5-                     Ona karşı ayaklanmanın, Müslümanların içinde bulundukları halden daha büyük bir kötülüğe düşmelerine sebep olmaması.
Şeyhulislam İbn Teymiyye rahimehullah şöyle demiştir: “Herhangi bir yerde veya bir dönemde zayıf durumda bulunan müminler, sabır ayetiyle amel etmeli, kendilerine kitap verilenler (Yahudi ve Hristiyanlar) ve müşriklerden; Allah ve rasulüne eza edenlere aldırmamalıdırlar. Ama kuvvet sahibi iseler, dine hakaret eden küfür önderleriyle savaşma ayetiyle ve kitap ehliyle (Yahudiler ve Hristiyanlar) ile küçülmüş bir halde kendi elleriyle cizye vermelerine kadar savaşmak ayetiyle amel ederler.”[19]
İmam İbn Baz rahimehullah şöyle demiştir: “Ancak müslümanlar, ellerinde Allah tarafından bir delil bulunan, apaçık bir küfür görürlerse ve güçleri de varsa bu yöneticiyi indirmek için ayaklanmalarında sakınca yoktur. Ama güçleri yoksa veya daha büyük bir kötülüğe sebep olacaksa, genelin maslahatını dikkate alırlar ve ayaklanmazlar. Üzerinde icma edilmiş şer’î kaidelerden birisi; “Kötülüğün, daha kötü olan bir şeyle giderilmesi caiz değildir” kaidesidir. Bilakis kötülüğün yok edilmesi veya hafifletilmesi gerekir. Kötülüğün, daha büyük bir kötülükle giderilmesi ise, Müslümanların icmaı ile caiz değildir. Eğer bu grup – apaçık küfür işleyen bu yöneticiyi devirmek isteyen grup – onu değiştirecek güçleri varsa ve onun yerine dindar, iyi bir yönetici getirmeleri, Müslümanlar için önceki yöneticinin kötülüğünden daha büyük bir kötülüğe sebep olmayacaksa, bunda sakınca yoktur. Ama ayaklanmak büyük bir kötülük getirecekse, emniyet ortadan kalkıp insanlar zulüm görecekse, suikastı hak etmeyenlere suikast edilecekse bu büyük bir kötülüktür ve caiz değildir.”[20]
İmam İbn Useymin rahimehullah kafir yöneticilere karşı ayaklanmak hakkında şöyle demiştir: “Bu yöneticileri değiştirmeye güç yetirebiliyorsak işte o zaman ayaklanırız. Eğer güç yetiremiyorsak ayaklanamayız. Zira bütün şer’î farzlarda güç yetirebilmek şartı vardır. Sonra, ayaklandığımız zaman, bu yöneticinin bulunduğu hal üzere kalmasından daha büyük bir kötülük getirecektir. Zira biz ayaklansak ve yönetici gücünü ortaya koyarsa, daha çok zillete düşeriz ve o da taşkınlık ve küfründe daha çok devam eder. Bu meselelerde akıllı hareket etmeye, aklı da şeriat ile bağlamaya ihtiyaç vardır. Bu konularda hissî hareketlerden uzak durmalıdır. Bizler hislere, bizi şevke getirecek konularda ihtiyaç duyarız. Ama helake sürükleyen duyguların arkasına düşmememiz için akla ve şeriata muhtacız.”[21]
Yönetici, alimlerin büyük küfür olarak kabul ettikleri bir fiili işlerse, hüccet ikame edilmiş olsa bile, bu ona karşı ayaklanmanın caiz olmasını gerektirmez. Bilakis ayaklanmanın caiz olmasını gerektiren diğer şartların da gözetilmesi gerekir.

Dördüncü Kaide:

Şeriata aykırı amellerde asıl, tekfir edilmemesidir. Aceleyle tekfir bu esasın dışına çıkmaktır.
Yani şeriata aykırı bütün ameller, tekfire dair delil bulunmadıkça tekfiri gerektirmez. Bu kaidede iki mesele vardır:
1-      Bir ameli, esas itibarıyla küfür olmaması hükmünden, bu esasa aykırı olan küfür olması haline taşımak isteyen kimse delil getirmek zorundadır. Delil getiremezse söylediklerine itibar edilmez.
2-      Bir amelden dolayı tekfir etmemek hususunda; bu esası ve bu esasın dışına çıkaran bir delilin bulunmayışını delil getirmek yeterlidir. 
Diyorum ki; Alimlerin kararlaştırdıkları bu kaideye abdesti bozan şeyler örnek verilebilir. Bir kimsenin doğru olarak aldığı abdestinin bozulduğuna delil olmadan hükmedilmez. Bir kimse delilsiz olarak, kendi görüşüyle bir şeyin abdesti bozduğunu söylese, onun sözü kabul edilmez.
İmam İbn Munzir rahimehullah şöyle der: “Bir kimse temizlense, o temizliğinin bozulduğuna delalet eden bir delil bulunmadığı sürece temizliği üzere kalır.”[23]
Yine şöyle demiştir: “Anlattığımız gibi abdesti gerekli kılan kimsenin delili yoktur. Bilakis ilim ehli temizlenenin temiz olduğunda icma etmişler, burun kanaması, hacamat gibi durumlarda temizliğinin (abdestinin) bozulmasında ihtilaf etmişlerdir. Bir grup; abdesti bozulur derken diğerleri bozulmaz demişlerdir. Tahareti icma ile sabit olanın abdesti, yine abdesti bozduğunda icma edilen bir şeyle veya Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’den, hakkında zıttı bulunmayan bir haber ile bozulur.”[24]
Sonra diyorum ki; İslam alimleri abdest ibadetinin bozulduğunu söyleyenin sözünü ancak getirdiği bir delil ile kabul etmek üzerinde duraklamışlardır. İslam’ın bozulması hususunda duraklamak, bu duraklamadan daha önceliklidir. Bir kimsenin islamının iptali, abdestinin iptalinden daha ileridir. Bunu aklında tut, zira önemlidir.
Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmeden hakim meselesinde de esas; şeriata aykırı tüm fiillerde olduğu gibi tekfir edilmemesidir. Herhangi bir şekilde tekfir edenin delil getirmesi gerekir. Aksi takdirde söylediğine itibar edilmez. (Muhaliflerin delillerinin değerlendirmesi 4. Konuda yapılacaktır.)

Beşinci Kaide:

Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmetme meselesi belli bir kimseye özel değildir.
 Ne kadıya, ne idareciye ne de büyük hakime has değil, bilakis, öğrencileri arasındaki öğretmen, çocukları arasında baba gibi, iki kişi arasında hükmeden herkes için geçerlidir.
Şeyhulislam İbn Teymiye rahimehullah şöyle demiştir: “İki kişi arasında hükmeden herkes kadıdır. İster savaşan biri olsun, ister bir kurulun sorumlusu olsun, ister iyiliği emretmek ve kötülüğü yasaklamakla görevli bir muhtesip olsun, hatta isterse çocuklara çizgiler hakkında hükmeden bir kimse olsun fark etmez. Muhakkak ki sahabeler bunları hakimlerden sayarlardı.”[25]
Yöneticinin hükmetmesi ile yönetici olmayanın hükmetmesi arasında fark yoktur. Bu meselede herhangi bir şekilde tekfiri söz konusu eden, ister yönetici olsun ister olmasın hükmeden herkesi tekfir etmesi gerekir.

Altıncı Kaide:

Genel hüküm pek çok sorunlara sebep olur. Delillerin detaylandırdığı meselelerin de detaylı olarak açıklanması gerekir.
Şeyhulislam İbn Teymiye rahimehullah şöyle demiştir: “Genel ifadelere gelince, bu konuda detaya gitmeksizin nefiy (reddetme) ve ispat hakkında konuşmak, cehalete, sapıklığa, fitnelere, karışıklığa ve dedikodulara düşürür.”[26]
Allame İbn Kayyım rahimehullah şöyle demiştir: “Kitap ve sünnete akıllarıyla – hakikatte cahillikleriyle -  karşı çıkanlar bu konudaki görüşlerini ancak birden çok manaya ihtimali olan şüpheli sözler üzerine kurarlar. Bu sözlerde, ifadelerindeki genellik sebebiyle şüpheli bir anlam bulunabilir. Hak ve batılı bir arada almayı gerektirebilir. İçinde bulunan hakkı yeterli ilmi olmayan bir kimse almaya kalkarsa şüphe ve karışıklıktan dolayı batılı da alır. Sonra peygamberlerin getirdikleri, ondaki batıl ile çatışır. İşte bu bizden önceki ümmetlerden sapanların sapıklığının başlangıcı olduğu gibi bütün bidatlerin de kaynağıdır. Ademoğullarının sapmasının temelinde; ifadeleri kapalı olup anlamları şüpheli olan sözler vardır. özellikle de dengesiz zihinler bunlarla karşılaşırsa..”[27]
Allame Abdullatif b. Abdirrahman b. Hasen rahimehullah da şöyle demiştir: “Bu konuda konuşmak, daha önce sunduğumuz genel esasları bilmeye bağlıdır. Bunları bilmeyen, bunları ve detaylarını öğrenmekten yüz çeviren kimsenin ne bu konuda ne de başka bir konuda konuşması caiz değildir. Zira şartları, engelleri ve detayları bilmeyen kimseler, Allah da anlayış nasip etmemişse, genel ifadelerden dolayı dinleri bozan ve zihinleri dağıtan, Kur’an ve sünneti anlamaya engel olan karışıklık ve hatalara düşerler”[28]
Dinin delillerinin detaylandırdığı meselelerin detaylı açıklanması gerekir. Fiillere delilin gerektirdiği şekilde detaylara itibar etmeksizin genel hükümler vermek doğru değildir.
Bu kaideyi de anladıktan sonra şimdi şu konulara geçebiliriz:

İkinci Konu: Allah’ın İndirdiğinden Başkası İle Hükmetme Meselesinin Detayları

Bu meselenin dokuz durumu vardır ki, bunlardan altısı tartışmasız olarak büyük küfürdür. Diğer üçü hakkında ise sonrakiler tartışmıştır. Doğrusu bunların küçük küfür olmasıdır.

Birinci Durum: Helal Saymak:

Şekli: Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmetmenin haram değil de caiz olduğuna inanarak Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmetmek.
Hükmü: Bu durumun büyük küfür olduğunda ittifak vardır.
Bunun iki delili vardır:
Birincisi; genel bir delildir. Ehli sünnet ve’l-cemaat haramlardan bir şeyi helal sayanın kafir olacağında ittifak etmiştir.
Şeyhulislam İbn Teymiyye rahimehullah şöyle demiştir: “Haramlardan herhangi birini helal sayarak işleyenin kafir olacağında ittifak vardır.”[29]
İmam İbn Baz rahimehullah şöyle der: “İslam alimleri Allahın haram kıldıklarını helal sayanın veya helal kıldıklarını haram sayanın kafir olacağında icma etmişlerdir.”[30]
İkincisi: Bu da meseleye özel delildir. Ehl-i sünnet Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmetmeyi helal sayanın kafir olacağında ittifak etmiştir.
Şeyhulislam İbn Teymiyye rahimehullah şöyle demiştir: “Kişi ne zaman haram oluşunda icma olan bir şeyi helal sayarsa veya helal oluşunda icma olan bir şeyi haram sayarsa yahut üzerinde icma edilmiş bir hükmü değiştirirse, fakihlerin ittifakıyla o kafir olur, dinden çıkar. Bunun örneklerinden birisi – iki görüşten birine göre – Allah Teala’nın: “Kim Allah’ın indirdikleriyle hükmetmezse, onlar kafirlerdir” (Maide 44) ayetidir. Yani Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmetmeyi helal sayandır.”[31]
Bu durumla alakalı altı mesele vardır:
Birinci mesele: Bu durumda olan bir kimse, Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmetmenin caiz olduğuna inandığı sürece, Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmetmese dahi kafir olur.
İkinci mesele: Helal saymak kalple ilgili bir meseledir. Hakikatte bu, bir şeyin helal olduğuna inanmaktır.
Şeyhulislam İbn Teymiyye rahimehullah şöyle demiştir: “İstihlal (helal saymak); bir şeyin helal olduğuna inanmaktır.”[32]
Allame İbnu’l-Kayyım rahimehullah şöyle demiştir: “Bir şeyi helal sayan, onu helal olduğuna inanarak işleyen kimsedir.”[33]
İmam İbn Useymin rahimehullah, “Kulun kafir olmasına sebep olan helal saymanın şartı nedir?” sorusuna şöyle cevap vermiştir:
“Helal saymak; bir kimsenin Allah’ın haram kıldığı bir şeyin helal olduğuna inanmasıdır. Fiilî olarak helal saymaya gelince, bakılır; şayet kişi faizle amel ediyor da onun helal olduğuna inanmaksızın bunda ısrar ediyorsa, o tekfir edilmez. Zira onu helal saymamıştır. Lakin eğer “Faiz helaldir” diyerek Allah’ın haram kıldığı faizi kastederse o kafir olur. Zira Allahı ve rasulünü yalanlamıştır.”[34]
Diyorum ki; Kalbî olan bir mesele ancak açığa vurulunca bilinebilir. (Bu konuda daha fazla açıklama üçüncü ve dördüncü meselelerde gelecek inşallah.)
Üçüncü Mesele: Bir fiili işleyen kimsenin onu helal saydığına hükmetmek için bazı alametlere itibar edilmez.
Bunun delili; Müslümanlardan bir kimseyi öldürüp, Usame b. Zeyd radıyallahu anh tarafından yakalanınca şehadet kelimesini söyleyen kimsenin durumudur. Usame radıyallahu anh, onun bu sözü öldürülmekten kurtulmak için söylediğini zannederek öldürmüştü. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem ise buna karşı çıkarak: “La ilahe illallah dedikten sonra onu öldürdün mü?!” demiştir.[35] Usame radıyallahu anh; “Bunu o kadar çok tekrarladı ki, o günden sonra Müslüman olmuş olmayı temenni ettim” demiştir.[36] Diğer bir rivayette: “Bunu doğru olarak söylediğini öğrenmek için kalbini yarmadın mı?[37] demiştir. Diğer rivayette: “Kıyamet gününde La ilahe illallah diyerek gelirse ne yapacaksın?[38] demiştir.
   Kalpler için hükmetmede alametlere tutunmaya itibar edilseydi, Usame b. Zeyd radıyallahu anhuma’nın içtihadı itibar edilmeye daha layık olurdu. Nitekim o adamın Müslüman olmada samimi olmadığı ihtimalini kuvvetlendiren alametler başkasında olmayacak kadar bir araya toplanmıştı. Bununla beraber Nebi sallallahu aleyhi ve sellem bu büyük sahabe (Usame b. Zeyd radıyallahu anhuma)nın içtihadını kabul etmemiş, kalplerde olana hüküm vermek için alametlere tutunmayı caiz görmemiştir. Sahabeden başkasının böylesi bir içtihadı ise kabul edilmemeye daha layıktır.
Allame el-Hattabî rahimehullah şöyle demiştir: “Kalbini yarsaydın..” sözü, hükmün ancak zahire göre uygulanması gerektiğinin delilidir. Zira gizli hallerin vekili Allah Subhanehu ve Teala’dır.”[39]
 Şeyhulislam İbn Teymiyye rahimehullah şöyle demiştir: “İmanın da bir başlangıcı, bir kemali (bütünlüğü), bir zahiri (açığa çıkanı) ve bir batını (gizlisi) vardır. Haklar, had cezaları, kanların, malların korunması, miras ve dünyevi cezalar gibi dünyevi hükümler, imana bağlı olarak söz konusu edildiklerinde, onun zahirine bağlıdırlar. Bunun başka türlü olmasına imkân yoktur. Çünkü bu gibi şeylerin batınına bağlanmaları imkânsızdır. Kimi zaman buna imkân olsa bile, ilim ve kudret bakımından bu çok zordur. Böyle bir şeyin zahirdeki hükmünün sabit olacağı şekilde bilinmesine imkân yoktur. Batında bu durumu bilinmeyen kişinin cezalandırılmasına da imkân olmaz.”[40]
İmam İbn Baz rahimehullah’a, Allah’ın şeriatıyla hükmetmeyen kimse hakkında sorulunca şöyle cevap vermiştir: “Ancak bunu helal saydığı zaman tekfir edilir. Şayet helal saymadığını iddia ederse, biz de sözünün zahirini alırız ve küfrüne hükmetmeyiz.”[41]
Dördüncü Mesele: Yalnız fiil, helal saymak anlamına gelmediği gibi, ona devam etmek ya da ısrar etmek de helal saymak anlamına gelmez. Bunun dört yönden delili vardır:
Birincisi: Önceki âlimlerden hiçbiri bunu söylememiştir. Şayet bu doğru olsaydı elbette onlar bizden önce davranır, bunu açıklarlardı.
İkincisi: Böyle bir durumda iki delil ve iki icmanın çelişmesi gerekir:
1- Günahkârların kâfir olmadıklarına dair icma
Hafız İbn Abdilberr rahimehullah şöyle demiştir: “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat – ki onlar fıkıh ve eser ehlidir – bir kimsenin işlediği günah büyük dahi olsa, günah sebebiyle islam’dan çıkmayacağı hususunda ittifak etmişlerdir.”[42]
Bu icma mutlaktır, herhangi bir kayda bağlanmamıştır. Günah işlemekte devam edip ısrar edeni de kapsar.
2- Günahı helal sayanın kâfir olacağına dair icma.
Şeyhulislam İbn Teymiyye rahimehullah şöyle demiştir: “Haramları helal sayarak işleyenin kâfir olacağında ittifak vardır.”[43]
Günahkârların kâfir olmayacaklarına dair icma, haramı helal sayanın küfrüne dair icmalarıyla birliktedir. Bu da, günaha devam ve ısrarın helal saymak olarak değerlendirilmediğinin kesin bir delilidir. Bunu aklında tut, çünkü önemlidir.
Üçüncüsü: Bu, günahkârların tekfirini gerektirir. Ehl-i Sünnetin icmaı ise bunun tam aksinedir. Bir kimse ömrü boyunca günah işlese, ona fiiliyle ısrar ederek devam etse, bu görüşte olana göre kâfirdir ve onlara göre bu kimse Allah’ın haram kıldığını helal saymış olur. Hâlbuki Ehl-i Sünnet onun kâfir olmadığında icma etmiştir.
Dördüncüsü: Helal saymanın aslı; helal olduğuna inanmaktır. Nitekim daha önce bunun açıklaması geçmişti. İnancı kesin olarak bilmeye imkân yoktur. Bu ancak böyle bir inancın sahibi olan kimse açığa vurursa bilinebilir. Bizler günaha düşen isyankâr kimselerin günahlarını itiraf ettiklerini, nasihatin onları etkilediğini, bazen kimisinin çokça tevbe etmeye çalıştığını görüyoruz. Durumu böyle olan bir kimsenin kesinlikle helal saydığını söyleyemeyiz. Günahını itiraf ettiği halde helal saydığı düşünülemez.
Beşinci Mesele: Helal saymanın fiil ile anlaşılabileceğini söyleyenlerden bazıları, Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’in, babasının karısıyla evlenen bir adamı öldürmeyi emretmesini[44] delil getirmiştir. Hadisin bazı metinlerinde “malını aldı..”[45] şeklinde geçer. Yine “Malından beşte bir aldı”[46] ziyadesi de gelmiştir.
Allame İbnu’l-Kayyım rahimehullah beşte bir hakkındaki ziyade ile birlikte hadisi naklettikten sonra şöyle demiştir: “Yahya b. Main “Bu hadis sahihtir” dedi.”[47]
Hafız İbn Hacer rahimehullah da beşte bir hakkındaki ziyade ile birlikte naklederek “İsnadı hasendir” dedi.[48]
Malından beşte bir alınması, onun fe’y olduğunu göstermektedir. Fe’y; kâfirlerden savaşsız olarak alınan maldır.[49] Bu da onun mürted olarak öldürüldüğüne delildir.[50]
Getirilen bu delil doğru değildir. Zira bu hadis, Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’in, o adamın kalbinde bu fiili helal saydığını bilmesine yorumlanır. Bunun üç yönden açıklaması vardır:
Birincisi: Cahiliyye halkı babanın eşini nikâhlamayı helal sayar, bunu miras olarak görürlerdi. Hadiste geçen adam da cahiliyyede yapılan bir işi yapmış, helal olduğuna inanarak bunu işlemiştir.
Allame es-Sindî rahimehullah şöyle demiştir: “Babasının eşini nikâhlamak cahiliye halkının adetlerinden idi. Onlar babalarının eşlerini nikâhlarlar, bunu miras olarak görürlerdi. Bu yüzden Allah Teâla özellikle bundan yasaklayarak şöyle buyurdu: “Babalarınızın   evlendikleri   kadınlarla   evlenmeyin” (Nisa 22) bu konudaki sakındırma mübalağalıdır. Hadiste geçen adam, cahiliye halkının yolundan giderek bunu helal saymış, bu sebeple mürted olmuş ve öldürülmüştür. Bu, hadisin zahirine göre hareket etmeyenlerin yorumudur.”[51]
İkincisi: İmamlar (Allah onlara rahmet etsin) bu adamın helal saydığını belirtmişlerdir.
İmam Ahmed rahimehullah şöyle demiştir: “Doğrusunu Allah bilir, bizim görüşümüze göre bu adam helal saydığı için öldürüldü.”[52]
İmam Tahavi rahimehullah şöyle demiştir: “Babasının eşini nikâhlayan bu adam, cahiliyedekilerin yaptığı gibi, bunu helal sayarak yapmıştır. Böylece mürted olmuştur. Bunun üzerine Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem ona mürtetlere uygulanan şeyi yapmıştır.”[53]
Allame Şevkani rahimehullah şöyle demiştir: “Hadisin şöyle açıklanması zorunludur: Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in öldürülmesine hükmettiği bu adam, haram kılındığını bildiği bir şeyi helal sayarak işlemiştir. Bu, küfrü gerektiren işlerdendir.”[54]
Üçüncüsü: Âlimler, babasının eşiyle zina eden adamı bin defa zina etmiş olsa bile tekfir etmemişlerdir.
Babasının eşiyle evlenmek, kalbî olarak değil de amelî olarak helal saymak sebebiyle küfür olsaydı, babasının eşiyle zina edeni de tekfir ederlerdi. Bunu aklında tut, zira önemlidir.
Altıncı Mesele: Âlimler, sadece fiiline bakarak, kalbî inanca bağlamadan olsa da bazı günahkârları helal saymış olarak nitelemişlerdir. Lakin onlar, onun kâfir olduğunu söylememişlerdir. Eğer böyle bir ifade varsa, bununla sadece ifadeyi geniş tutmuşlar, onların kâfir olduklarını söylememişlerdir. Bununla küfür kastedilmez ve bu delil olamaz.

İkinci Durum: İnkâr (Cuhud)

Şekli: Allah Tebarek ve Teâla’nın hükmünü inkâr ederek Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmetmektir.
Hükmü: Bu durumda büyük küfürle tekfir edileceğinde ittifak edilmiştir.
Bunun iki delili vardır:
Birincisi: Genel delildir. Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat, Allah’ın dininden bir şeyi inkâr edenin kâfir olacağında ittifak etmiştir.
İmam İbn Baz rahimehullah şöyle demiştir: “Allah’ın vacip kıldığı şeylerden birini inkâr eden hakkındaki hüküm böyledir… Zira o, Müslüman olduğunu iddia etse dahi âlimlerin icmaı ile islamdan çıkmış bir kâfirdir.”[55]
İkincisi: Meseleye özel delildir. Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyi inkâr edenin kafir olacağında ittifak etmiştir.
İmam Muhammed b. İbrahim rahimehullah bu durum hakkında şöyle demiştir: “Bu, âlimler arasında ihtilaf olmayan bir meseledir. Zira o dinden çıkaran bir küfür ile kâfir olmuştur.”[56]
Bu durumla ilgili dört mesele vardır:
Birinci mesele: Bu durumda Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmetmese bile, Allah’ın hükmünü inkâr ettiği sürece tekfir edilir.
İkinci mesele: İnkâr kalbî bir meseledir. Bunun hakikati; bâtında kabul etmeye rağmen zahirde inkâr etmektir. Allah Teâla şöyle buyuruyor: “Gönülleri, o delillerin hak olduğuna kanaat getirdiği halde, sırf zulüm ve kibir yüzünden onları inkâr etmişlerdi.” (Neml 14) bu ayette, zahirde inkâr eden kimsenin, kalbinde inkâr ettiği şeyin aksine inandığına delil vardır.
Ragıb el-İsfehani rahimehullah şöyle demiştir: “İnkâr; kalpte bir şeyin varlığını reddetmek ve kalpte olmayan şeyin varlığını iddia etmektir.”[57]
El-Firuzâbâdî rahimehullah şöyle demiştir: “Cahadehu; bilmesine rağmen inkâr etti demektir.”[58]
Kalpte olan bir şey ancak sahibinin açığa vurmasıyla bilinebilir. (Bu konuda helal saymak durumu hakkında söylenenlere bakınız.)
Üçüncü Mesele: Fiil sahibinin inkâr ettiğine hükmetmede alametlerin bir etkisi yoktur. (Helal saymak konusunda söylenenlere bakınız)
Dördüncü mesele: Âlimler bazı isyankârları “inkârcı” diye nitelemişlerdir. Bu, kalbin itikadıyla alakalı olmasa da, sadece fiili itibarıyladır. Lakin âlimler bu ifadeyi kullanırken – eğer kullanmışlarsa -  bununla sadece ifadeyi geniş tutmuşlar, onların kâfir olduklarını söylememişlerdir. Bununla küfür kastedilmez ve bu delil olamaz.

Üçüncü Durum: Yalanlama

Şekli: Allah Teâla’nın hükmünü yalanlayarak Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmetmektir.
Hükmü: Bu durumda büyük küfürle kâfir olunacağında ittifak edilmiştir.
Delili: Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat Allah ve rasulünü yalanlayanın kâfir olacağına ittifak etmiştir.
Şeyhulislam İbn Teymiyye rahimehullah şöyle demiştir: “Sonra onlara şöyle denilir: “Siz iman; kalp ile veya dil ile tasdik yahut her ikisidir” dediğinizde bu genel kapsamlı bir tasdik değil midir? Veya bunda ayrıntıya gidilmesi zorunlu değil midir? Şayet Muhammed’in (sallallahu aleyhi ve sellem) Allah’ın rasulü olduğunu doğrular da, onun doğruluk sıfatını bilmezse mümin olur mu, olmaz mı? Eğer mümin sayılırsa denilir ki: “Ona bu ulaşır da yalanlarsa, Müslümanların ittifakı ile mümin olamaz.”[59]
Yine şöyle demiştir: “Rasullerle geleni yalanlayan herkes kâfirdir.”[60]
Bu durum ile alakalı beş mesele vardır:
Birinci mesele: Bu durumda olan bir kimse Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmetmese dahi, Allah’ın indirdiğini yalanladığı sürece tekfir edilir.
İkinci mesele: İnkâr ile yalanlamanın arasını ayırmanın delili Allah Teâla’nın şu ayetidir: “Fakat onlar seni asla yalanlamıyorlar; o zalimler, asıl Allah'ın ayetlerini inkâr ediyorlar.” (En’am 33) Allah Azze ve Celle onların Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’i yalanlamadıklarını, fakat inkârlarının bulunduğunu bildiriyor. Bu ikisi arasında fark olduğunun delillerinden birisi de, inkâr edenin kalbinde, inkâr ettiği şeyin aksine inanmasıdır. Nitekim bunun açıklaması geçmişti. Yalanlayan ise, kalbinde de yalanladığı şeye inanmaz.
Üçüncü mesele: Yalanlamak kalbî bir meseledir. Bunun hakikati, bir kimsenin bir şeyi zahiren yalanlaması, içinden de onun yalan olduğuna inanmasıdır.
Allame İbnu’l-Kayyım rahimehullah şöyle demiştir: “Yalanlama küfrü; rasullerin yalan söylediğine inanmaktır.”[61]
Kalbî olan bir mesele, ancak sahibinin açığa vurmasıyla bilinir. (Daha önce açıklanan helal sayma konusuna bakınız.)
Dördüncü mesele: Fiil işleyen kimsenin yalanladığına hükmetmek hususunda alametlerin bir etkisi yoktur. (Helal sayma konusunda geçen açıklamalara bakınız.)
Beşinci mesele: Âlimler, bazı isyankârları “yalanlayan” olarak nitelemişlerdir. Bu kalbindeki itikat ile alakalı olmayıp sadece fiiline göre söylenir. Lakin onlar eğer bu ifadeyi kullanmışlarsa, bununla sadece ifadeyi geniş tutmuşlar, onların kâfir olduklarını söylememişlerdir. Bununla küfür kastedilmez ve bu delil olamaz.

Dördüncü Durum: Üstün Tutma

Şekli: Allah’ın indirdiğinden başkasının, Allah’ın indirdiğinden daha üstün olduğuna inanarak, Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmetmektir.
Hükmü: Bu durumda büyük küfür ile tekfir edileceğinde ittifak edilmiştir.
Bunun iki delili vardır:
İkincisi: meseleye özel delildir. Bu konuda icma vardır.
İmam İbn Baz rahimehullah şöyle demiştir: “Allah’ın şeriatından daha güzel görerek Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmeden bütün Müslümanlara göre kâfirdir.”[62]
Bu durumla alakalı üç mesele vardır:
Birinci mesele: Bu durumda olan kimse, Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmetmese bile, onun Allah’ın indirdiğinden daha üstün olduğuna inandığı sürece tekfir edilir.
İkinci mesele: üstünlüğe inanmak kalbî bir meseledir. Hakikati; bir şeyin başka bir şeyden üstün olduğuna inanmaktır.
Kalbî olan bir mesele, böyle bir inanca sahip kişi tarafından açığa vurulmadıkça bilinemez. (Helal sayma konusunda söylenenlere bakınız.)

Beşinci Durum: Eşit Görmek

Şekli: Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmetmenin, Allah’ın indirdiği ile hükmetmekle eşit olduğuna inanarak, Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmetmektir.
Hükmü: Bu durumda büyük küfürle tekfir edileceğinde ittifak edilmiştir.
Delili: Buna inanan Allah Azze ve Celle’nin şu ayetini yalanlamış olur: “Oysa yakînen bilen insanlar için, Allah'tan daha güzel hüküm sahibi olan kim vardır?” (Maide 50) Yani Allah’tan daha güzel hüküm veren kimse olamaz.
İmam İbn Baz rahimehullah, İslam ile çelişen şeylerin dördüncüsüne not olarak şöyle demiştir: “Dördüncü kısma şu da dahildir: İnsanların koyduğu yasa ve kanunların İslam şeriatından üstün olduğuna veya eşit olduğuna yahut bunlarla hükmetmenin caiz olduğuna inanmak..”[63]
Bu durumla alakalı üç mesele vardır:
Birinci mesele: Bu durumda olan kimse, Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmetmese bile, Allah’ın hükmü ile başkasının eşit olduğuna inandığı sürece tekfir edilir.
İkinci mesele: Eşit görmek kalbî bir meseledir. Bunun hakikati; iki veya daha fazla şeyin birbirine eşit olduğuna inanmaktır.
Kalbî olan bir meselede, inanç sahibi bunu açığa vurmadıkça bilinemez. (Daha önce geçen helal sayma kısmındaki açıklamalara bakınız.)
Üçüncü mesele: Âlimler bazı isyankârları şeytana itaat ile Allaha itaati eşit görmekle nitelemişlerdir. Bu kalbin itikadı ile alakalı olmasa da sadece fiile bakarak söylenmiştir. Lakin onlar eğer böyle bir ifade kullanmışlarsa, bununla sadece ifadeyi geniş tutmuşlar, onların kâfir olduklarını söylememişlerdir. Bununla küfür kastedilmez ve bu delil olamaz.

Altıncı Durum: Tebdil (Hükmü Değiştirme)

Şekli: Hükmedilen şeyin Allah’ın hükmü olduğunu iddia ederek Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmetmektir.
Hükmü: Bu durumda büyük küfürle tekfir edileceğinde ittifak edilmiştir.
Bunun delili: icmadır.
Şeyhulislam İbn Teymiyye rahimehullah şöyle demiştir: “Ne zaman insan; üzerinde icma edilmiş bir haramı helal sayarsa veya icma ile helal olan bir şeyi haram sayarsa yahut üzerinde icma edilmiş bir hükmü değiştirirse fakihlerin ittifakı ile dinden çıkan bir kâfir olur.”[64]
Bu durumla alakalı altı mesele vardır:
Birinci mesele: Bu durum, inkâr edenin durumu gibi küfürdür. Zira kendi hükmünü Allah’a nispet etmesi, terk ettiği Allah’ın hükmünü inkâr anlamına gelir.
İkinci mesele: Tek bir mesele veya bir seferliğine de olsa bu durumda hükmeden kâfir olur. Sayıya itibar edilmez. Zira icma sayıyla kayıtlı değildir. Delilsiz olarak bunu sınırlamak doğru değildir.
Üçüncü mesele: Tebdil’in dine nispet edilmesinin gerekmediğini zanneden hata eder. Bu dört açıdan açıklanacaktır:
Birincisi: Allame İbnu’l-Arabi ve allame Kurtubi’den naklederek ikrar eden Şankıti rahimehumullah şöyle demişlerdir:
“Kendi görüşüyle hükmedip bunun Allah katından olduğunu iddia etmek küfrü gerektiren tebdildir.”[65]
İkincisi: Şeyhulislam İbn Teymiyye rahimehullah şöyle demiştir: “Tebdil edilen (değiştirilen) şeriat; Allaha ve rasulü adına yalan söylemek veya insanlara yalan şahitlikle ve benzerleriyle açık bir zulümdür. Kim “Bu Allah’ın şeriatındandır” derse, tartışmasız olarak kâfir olur.”[66]
Allah seni gözetsin, dini değiştirenin iddiasına bağlı olarak nasıl açıklandığını ve bunun Allah ve rasulü adına yalan olarak isimlendirildiğini görüyorsun. Bunu iddia sahibinin: “Bu Allah’ın şeriatındandır” demesiyle ifade ediyor ve tartışmasız kâfir olacağını anlatıyor.
Üçüncüsü: Şayet sadece değiştirmek; tebdil olsaydı, bu iki icma ile çelişirdi:
1- Dini değiştirenin kayıtsız olarak kâfir olacağına dair icma
Şeyhulislam İbn Teymiyye rahimehullah şöyle demiştir: “Ne zaman insan,  haram oluşunda icma olan bir şeyi helal sayarsa veya helal oluşunda icma olan bir şeyi haram sayarsa yahut dinden olduğunda icma edilen bir şeyi değiştirirse fakihlerin ittifakıyla dinden çıkarak kâfir olur.”[67]
2- Hükümde zulmeden kimsenin kâfir olmayacağına dair icma.
Hafız İbn Abdilberr rahimehullah şöyle demiştir: “Âlimler, bilerek, kasten hükümde zulmetmenin büyük günahlardan olduğunda icma etmişlerdir.”[68]
Kesin olarak ortaya çıkmıştır ki, tebdil, sadece değiştirmek değildir. Zira tebdil sebebiyle tekfirde icma mutlaktır. Bununla beraber hükümde zulmetmek – ki buna da istibdal denir – sebebiyle tekfir edilmeyeceğinde de icma vardır. Bunu aklında tut, çünkü önemlidir.
Dördüncüsü: Bu, bir önceki ile bağlantılıdır. Şayet tebdil (hükmü değiştirmek), istibdal’den (Hükmü değiştirmeye çalışmaktan) başka olmasaydı, bundan dolayı günah işleyen herkesin tekfir edilmesi gerekirdi. Mesela sakalını kesenlerin, elbisesinin paçalarını kibirle sarkıtanların tekfir edilmesi gerekirdi. Çünkü Allah’ın hükmünü hevasının hükmüyle değiştirmesinden dolayı bunların her biri istibdal niteliğindedir.
Dördüncü mesele: Dini değiştirenin tekfir edilmesinde hiç kimse çekişmemiştir. Lakin bazı fazilet sahipleri, tebdilin şeklini tayinde tartışmışlardır. Doğrusu ise yukarıda açıkladığımız gibidir.
Beşinci mesele: Bazı fazilet sahipleri, tebdilin açıkladığımız şekilde tarifine itiraz ederek bu şekilde tebdilin mevcut olmadığını söylemişlerdir. Bu itiraz iki sebeple reddedilir:
1- Şu an böyle bir tebdilin mevcut olmadığına dair görüşün haklılık payı olabilir. Ama bunun mevcut olmamasının mutlak olduğu görüşü doğru değildir. Nitekim bu, Yahudilerde, zina edene had cezasının terk edilerek tahmimi (yüzünün kömürle karartılması) şeklinde gerçekleşmiştir. Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’e sorduklarında: “Tevratta recm (taşlayarak öldürme) cezası hakkında ne buluyorsunuz?” demiş, onlar da: “Utandırılırlar ve sopa vurulur” demişlerdi.[70] Diğer rivayette: “Tevratta recm cezasını görmediniz mi?” diye sormuş, onlar da: “Bu konuda bir şey görmedik” demişlerdi.[71] Onların okuyucuları Tevrat’ı okurken recm ayetinin üzerine elini kapatarak baş tarafını ve sonunu okumuştu.[72]
Onlar Allah’ın hükmünü inkâr ediyorlar, onun yerine başka bir hüküm getiriyorlar ve bunun Allah’ın hükmü olduğunu iddia ediyorlardı.
2- Mesele bir şekilde değiştirilse de, tebdilin şeklinin muasır yöneticilere indirgenmesi amaç değildir. Bilakis maksat, ilim ehlinin kastettiği ve onunla tekfir edilmesinde icma naklettikleri şekli tayin etmektir. Bunun çok nadir gerçekleşmesi, hatta bu asırda mevcut olmaması, bunun hiç olmayacağı anlamına gelmez.
Altıncı mesele: Tebdilin şekli konusunda muhalefet edenler, İmam Buhari rahimehullah’ın şu sözüyle delil getirmişlerdir: “Ebu Bekir radıyallahu anh, elinde Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in namaz ile zekâtın arasını ayıranların dini değiştirmek istediklerine dair hükmü bulunduğundan istişare etmemiştir.”[73]
Bunu delil getirmek doğru olmaz. Zira Buhari rahimehullah, bizim tebdil olarak tayin ettiğimiz anlamda bir değişiklik yapan topluluğu kastetmiştir. Zira onlar zekâtın terkinin dinden olduğunu iddia ediyorlar ve bu iddialarında, zekâtın ancak Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’e verilebileceğine dair Allah Teâla’nın şu ayetini delil getiriyorlardı: “Müslümanların mallarından (belirli miktarda) bir sadaka al” (Tevbe 103)
Bunun delili, Hafız İbn Hacer rahimehullah’ın şu açıklamalarıdır: “Kadı Iyaz ve başkaları şöyle demişlerdir: Riddet ehli (dinden dönenler) üç sınıf idi… Üçüncü sınıfı, İslam üzere kalmaya devam ettiler, ancak zekâtı inkâr ederek, bunun Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in zamanına has olduğuna tevil ettiler. Bölümün hadisinde görüldüğü gibi, Ömer radıyallahu anh’ın kendileriyle çarpışmak için Ebu Bekir radıyallahu anh ile tartıştığı kimseler bunlardır.”[74]
Durum anlaşılmış ve sorun giderilmiştir. İmam Buhari rahimehullah’ın sözü bizim açıkladığımıza uygundur.

Yedinci Durum: Şer’î Hükmün Mevcut Olduğu Bir Konuda Hüküm Koymak (İstibdal)

Şekli: Allah’ın indirdiğinin önüne geçirmeksizin Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmetmektir.
Anlamı: Allah’ın hükmünü başka bir hükümle değiştirmektir. Helal sayma, inkâr etme, yalanlama, Allah’ın indirdiğinden üstün görme veya onunla eşit görme söz konusu değildir. Bu hüküm Allah’ın dinine de nispet edilmez.
Hükmü: İslam dininden çıkarmayan küçük küfürdür.
Bunun delilleri:
1- Zulmeden yöneticinin tekfir edilmeyeceğinde icma edilmesi
Hafız İbn Abdilberr rahimehullah şöyle demiştir: “Âlimler, kasten ve bilerek hükümde zulmetmenin büyük günahlardan olduğunda icma etmişlerdir.”[75]
Durumu böyle olan bir kimse, Allah’ın hükmünün yerine başkasıyla hükmeden zalim yönetici gibidir.
2- Bunun büyük küfür olduğuna dair delil yoktur. Nitekim az önce nakledilen icma bunu reddetmektedir. İslama girdiği kesin olarak bilinen bir müslümanı İslamdan bu fiil sebebiyle çıkaramayız.
Bu durum ile alakalı altı mesele vardır:
Birinci mesele: Tebdil ile istibdal arasında (daha önce geçtiği gibi) fark vardır. Bu farkı şu iki açıdan özetlemek mümkündür:
Birincisi, bu meselenin şekliyle alakalıdır. Tebdil yapan getirdiği hükmün Allah Teâla’nın hükmü olduğunu iddia eder. İstibdal yapan ise bu iddiada değildir.
İkincisi de, meselenin hükmü ile alakalıdır. Tebdil yapan ilim ehlinin icmaı ile kâfirdir. İstibdal yapanın tekfirine ise delil yoktur.
İkinci mesele: İstibdal yapanı tekfir eden, sadece Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyi terk etmekten dolayı bunu gerekli görmektedir. Zira kişinin hakim olması, Allah Azze ve Celle’nin hükmünü terk etmesi, sonra da kavmi arasında bir şeye hükmetmeden oturması düşünülemez. Böylece istibdal hükmü, arada fark olmaksızın tamamen terk etmenin hükmü gibi olur.
Diyorum ki: Sadece Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyi terk etmek sebebiyle tekfir edilmesi gerektiğini Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat âlimlerinden hiçbiri söylememiştir. Bilakis Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’in ashabı (Allah onlardan razı olsun) Abdullah b. Şakik rahimehullah’ın dediği gibi bunun zıddına dair icma etmişlerdir. O şöyle demiştir: “Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in sahabeleri namaz dışında amellerden herhangi birinin terkini küfür olarak görmezlerdi.”[76]
Bu rivayet hakkında Hâkim: “Buhari ve Müslim’in şartlarına göre sahihtir” demiş, Zehebi de onaylamıştır. İmam Elbani de sahih olduğunu söylemiştir.[77]
Eğer: “Terk sebebiyle tekfir, Allah Azze ve Celle’nin: “Her kim Allah'ın indirdikleriyle hükmetmezse, işte asıl kâfir olanlar onlardır.” (Maide 44) ayetinin zahiri değil midir?” denilirse şöyle cevap verilir:
Evet, ayetin zahiri budur. Lakin ehl-i sünnet ve’l-cemaat bu ayetin zahirine göre alınmaması hususunda icma etmiştir. Hatta bu ayeti zahirine göre alanları haricilik ve mutezile’ye nispet etmişlerdir.
Bunun delili, İmam el-Âcurrî’nin şu sözleridir:
“Haruriler (Hariciler) müteşabihlere tabi olanlardandır. Allah Azze ve Celle’nin: Her kim Allah'ın indirdikleriyle hükmetmezse, işte asıl kâfir olanlar onlardır.” (Maide 44) ayetini, “O küfredenler, yine de (başkalarını) Rablarına denk tutuyorlar.” (En’am 1) ayetiyle beraber okuyorlar. Hakka uygun hükmetmeyen bir idareci görünce “Kâfir oldu, kâfir olan da rabbine denk tutmuş olur, bu idareciler müşriktirler” derler. Böylece isyan ederek istediklerini yaparlar. Zira onlar bu ayeti tevil etmektedirler.”[78]
Hafız İbn Abdilberr rahimehullah şöyle demiştir: “Bidat ehlinden Hariciler ve Mutezile gibi bir topluluk, bu konuda sapıtarak bu ve benzer rivayetleri, günah işleyenleri tekfire delil getirmişlerdir. Allah’ın kitabından, zahirdeki anlamı kastedilmeyen ayetleri delil getirmişlerdir. Bunlardan birisi de:  Her kim Allah'ın indirdikleriyle hükmetmezse, işte asıl kâfir olanlar onlardır.” (Maide 44) ayetidir.”[79]
Allame el-Kurtubi rahimehullah şöyle demiştir: Her kim Allah'ın indirdikleriyle hükmetmezse, işte asıl kâfir olanlar onlardır.” (Maide 44) ayetini, günah sebebiyle tekfir eden hariciler delil getirmişlerdir. Hâlbuki bu ayette onlara delil yoktur.”[80]
Allame Ebu Hayyan el-Endülüsî rahimehullah şöyle demiştir: “Hariciler bu ayeti, Allah’a isyan eden herkesin kâfir olduğuna delil getirmişler ve şöyle demişlerdir: “Bu ayet, Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmeden herkesin kâfir olduğunu ifade etmektedir. Her günah işleyen de Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmetmiştir. Bundan dolayı kâfir olur[81]
Şeyh Muhammed Reşid Rıza rahimehullah şöyle demiştir: “Meşhur fıkıh imamlarından hiçbiri bu ayetin zahirini söylememiştir. Hatta hiç kimse[82] böyle bir şey dememiştir.”[83]
Üçüncü Mesele: İstibdal sebebiyle tekfir eden, Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hangi şekilde hükmedilirse hükmedilsin, tekfir etmeyi gerekli görmektedir. Bu ise Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaatin icmaına aykırıdır. Bunun iki açıdan delili vardır:
Birincisi: Ehl-i Sünnet, Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmetmenin bazı şekillerinin büyük küfür olmayacağında ittifak etmişlerdir.
Hafız İbn Abdilberr şöyle demiştir: “Âlimler, bilerek ve kasten hükümde zulmetmenin büyük günah olduğunda icma etmişlerdir.”[84]
İkincisi: Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmeden herkesin, Allah’ın hükmüyle başka hükmü değiştirmesi kaçınılmazdır. Hiçbir şekilde istibdal vasfının dışına çıkamaz.
 Dördüncü mesele: İstibdal sebebiyle tekfir eden, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaatin tekfir edilmeyeceği hususunda icma ettiği günahkâr kimseleri de tekfir etmesi gerekir. Zira isyan eden kimse, Allah’ın (emir ve yasak) hükmünü başka bir hükümle (heva ve şeytanın hükmü ile) değiştirmektedir.
Allame İbn Hazm rahimehullah şöyle demiştir: “Allah Azze ve Celle şöyle buyurmuştur: Her kim Allah'ın indirdikleriyle hükmetmezse, işte asıl kâfir olanlar onlardır.” (Maide 44)Zira kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte asıl zâlim olanlar onlardır.” (Maide 45) “Her kim Allah'ın indirdikleriyle hükmetmezse, işte asıl fâsık olanlar onlardır.” (Maide 47) Mu’tezile her günah işleyenin, zalimin ve fasığın kâfir olacağını açıkça söylemişlerdir. Zira günah işleyen herkes Allah’ın indirdiği ile hükmetmemiş olur.”[85]
Beşinci mesele: Bazı fazilet sahipleri, istibdal yapan hâkimin, bütün şeriatta bunu yaptığı takdirde büyük küfürle kâfir olacağını söylemişlerdir. Bu görüş reddedilmiştir. Şer’î deliller, bir hükmün istibdali ile daha fazla hükmün istibdali arasında fark gözetmemiştir. Tekfiri delilsiz bir mesele üzerine kurmak ise caiz değildir. Şeriatın tamamında istibdal yapanın, daha az meselede istibdal yapandan daha büyük suç işlemiş olduğu doğrudur. Lakin araştırma konusu; delili olmayan bir tekfirdir. Hangisinin daha büyük suç olduğunu tespit değildir.
  Bu yüzden şöyle denilmiştir: Şeriatın tamamında istibdal yapan kâfir ise, dörtte birinde, yarısında veya üçte birinde istibdal yapanın hükmü nedir? Böylece bu sorular, delil olmadığı sonucuna çıkarır. Bir mesele haricinde şeriatın tamamında istibdal yapanın hükmü nedir? Eğer kâfirdir denilecek olursa, tekfirin sebep ve illeti olan tamamında istibdal şeklindeki dayanağa muhalefet edilmiş olur. Eğer tekfir edilmezse, sarih akla uygun olmayan bir söz söylenmiş olur!
Diyorum ki, tamamen istibdalin tayinine imkân olmadığı ortaya çıktığına göre bilmek gerekir ki, tamamen istibdal neredeyse mevcut değildir. Müslümanların şeriatla yönetilmeyen ülkelerinde Allah Teâla’nın dininin hükümlerinden bir kısmı az veya çok uygulanmaktadır.
Altıncı mesele: Bazı fazilet sahipleri bu durumun tekfiri gerektirmesine dair, Ehl-i sünnetin kararlaştırdığı şekilde zahir ile batın arasındaki ayrılmazlık akidesini delil getirmişlerdir. Şu iki sebepten dolayı bu delil getirme doğru değildir:
1- Bu kastedilene delalet etmeyen bir delil çıkarmadır.
2- Bu, tartışmalı bir konuyu delil getirmektir.
Bunun açıklaması şöyledir: Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat akidesine göre, bir kimsenin zahirinde iyilik ve kötülük bulunduğu takdirde, o miktarda batınında da iyilik ve kötülük vardır. Bu, Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’in şu sözünün açık anlamıdır:
Dikkat edin! Vücutta bir et parçası vardır ki, o düzgün olursa vücudun diğer organları da düzgün olur. Eğer o bozulursa, diğer organlar da bozulur.”[86]
Şeyhulislam İbn Teymiyye rahimehullah şöyle demiştir: “Sonra, asıl olan kalptir. Eğer kalpte bilgi ve irade bulunuyorsa, bu zorunlu olarak bedene de sirayet eder. Bedenin, kalbin dilediğinden geri kalması mümkün değildir. İşte bundan dolayı Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) sahih hadiste şöyle buyurmuştur: "Dikkat edin! Vücutta bir et parçası vardır ki, o düzelirse vücudun diğer kısımları da düzelir. Eğer bozulursa vücudun diğer kısımları da bozulur. Şunu bilin ki, bu kalptirKalpteyse durum böyle değildir. Vücut ona tabidir, hiçbir şekilde kalbin iradesinin dışına çıkmaz. Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in buyurduğu gibi: "Bu et parçası düzelirse vücudun diğer kısımları da düzelir. Eğer bozulursa vücudun diğer kısımları da bozulur." Eğer kalp, içinde taşıdığı - kalbî ilim ve amel ile - imandan dolayı düzelmiş ise, vücudun da mutlak îman ile ortaya çıkan zahirî söz ve amellerle düzgün olması zorunlu bir şeydir. Hadis imamlarının dedikleri gibi: “İman söz ve ameldir, söz de, amel de; bâtın ve zahir olmak üzere ikişer kısımdır. Bâtın düzgün olursa, zahir de düzgün olur, bozuk olursa o da bozuk olur.”[87]
Yine şöyle demiştir: “Zahirdeki amellerden küfür olanlar – putlara secde, rasule sövmek ve benzerleri gibi – ancak kalpte olan küfrün gereği olarak ortaya çıkarlar.”[88]
Bu esasın uygulanmasında şöyle denilir: Şüphe yok ki şeriatın tamamını değiştirmek isteyenin kalbinde, zahirdekine eşit büyük bir kötülük vardır. İçindeki bu kötülük, kendisini Allah’ın şeriatını tamamen istibdal etmeye çağırmaktadır.
Lakin buradaki konu; içerde aynı miktarda bulunan kötülüğün sonucu olarak zahire çıkan bu kötülüğün, büyük küfürle hükmedilmesi için sahibini büyük küfür sınırına ulaştırıp ulaştırmadığına bakılmasıdır. Şüphesiz bu sorunun cevabı zahire hükmedilen diğer şer’î delillere bakmayı gerektirir. Bu meselenin zahir ile batın arasındaki ilişkiyle yakından ve uzaktan alakası yoktur.
Eğer muhalif: “Zahirde ortaya çıkan bu kötülük, büyük küfürle hükmetmeyi gerektirir” derse, ona şöyle denilir:
Bunun sahibini büyük küfre götürdüğünün delili nedir? Şayet zahir ile batın arasındaki bağ ile delil getirilirse, tartışmalı olan ve maksada delalet etmeyen bir konu delil getirilmiş olur. Bu durumda başka bir delile ihtiyaç vardır. İşte kastedilen de budur.
Zahir-batın ayrılmazlığı akidesini bu uygulamada biraz daha açıklamak gerekir: yol kesen hırsıza baktığımızda, onun günahı ancak imanındaki eksiklikten dolayı dile getirdiğini görürüz. Bu eksiklik artarak genişler ve bu günahı işleyecek seviyeye gelir. Lakin bu eksikliğin onu İslam dininden çıkarttığına hükmetmek için, zahire çıkan bu yol keserek hırsızlık yapma günahından dolayı şer’î delillere bakmak zorundayız. Baktığımızda iman eksikliğinden dolayı tekfir edemeyeceğimizi buluruz.
Sonra bu uygulama, başka bir meseleyle açıklığa kavuşur: Ehl-i Sünnet, bin defa zina etse bile zina edenin tekfir edilmeyeceğinde ihtilaf etmemiştir. Sen de görüyorsun ki, günahın artması batındaki kötülüğün arttığına hükmetmeye yarar. Lakin bu kötülüğün dinden çıkaran küfür sınırına ulaşması, zahir-batın ayrılmazlığı akidesi ile alakalı değildir. Bilakis, bu zahire çıkan amelin hükmünü beyan eden diğer şer’î deliller dikkate alınır.
Bu konuyu İmam el-Elbani rahimehullah’ın Her kim Allah'ın indirdikleriyle hükmetmezse, işte asıl kâfir olanlar onlardır.” (Maide 44) ayeti ile ilgili sözleriyle kapatalım:
“Allah Tebarek ve Teâlâ’nın şeriatına, onun her zaman ve her yerde uygun olduğuna iman eden, lakin fiilen tamamıyla veya bir kısmıyla hükmetmeyenin bu ayetten bir payı vardır. Lakin bu pay onu İslam dairesinden çıkaracak seviyeye gelmemiş olabilir.”[89]

Sekizinci Durum: Kanun Koymak

Şekli: Allah’ın indirdiği dışında kendinden bir hüküm koymaktır.
Anlamı: Bu hükmü yani kanunu Allahın indirdiğinden başkasıyla hükmetmeyi helal saymadan, inkâr etmeden, yalanlamadan, üstün tutmadan ve eşit görmeden koyar. Bu kanunu Allah’ın dinine de nispet etmez.
Hükmü: küçük küfürdür.
Bunun delili: tekfirini gerektirecek delil bulunmamasıdır. Şeriat, hükmün kaynağına göre büyük küfürle alakalı değildir. Nitekim deliller, başkasının hükmüyle hükmeden hâkim ile kendinden hüküm koyan hâkim arasında fark görmemektedir.
Diyorum ki; şayet bu ayrım doğru olsaydı şeriat bunu açıklamadan bırakmaz, bunun aksine şer’î deliller gelirdi.
Bu durumla ilgili dört mesele vardır:
Birinci mesele: şeriata aykırı hüküm uyduran hâkimin suçu, böyle yapmayan hâkimden daha şiddetlidir. Lakin konumuz suçun şiddetli ya da hafif olması değil, hakkında delil olmayan küfür hakkındadır.
İkinci mesele: Bazı faziletli kimseler, bu durumda tekfir edileceğine dair, uydurulan bu kanunun Allah Teâla’ya has olan teşride (emir ve yasaklamada) Allah Tela ile çekişmek anlamında olduğunu söylemişlerdir.
Diyorum ki; doğrusu onun durumunda detaya gidilmesidir. Zira kanun koyan şu iki durumdan birisinde olur:
Birincisi: kendisinde teşride bulunma hakkı olduğunu sadece fiiliyle değil, açıkça ortaya koyup iddia ederek amel eder. İşte bunun büyük küfürle kâfir olacağında şüphe yoktur.
İkincisi: kendisinde böyle bir hak iddia etmeden amel eder. Bu kimse, üç sebepten dolayı tekfir edilemez:
1- Küfrüne delil yoktur.
2- Ehli Sünnet, günah için kanun koyup onu süsleyen ve ona davet eden kötü arkadaşı tekfir etmemiştir. Ehl-i sünnet onun tekfir edilmeyeceğinde ittifak etmiş olmasına rağmen, zikredilen görüşün sahiplerine göre bu kimse kâfirdir.
3- Ehl-i Sünnet suret (resim) yapanları tekfir etmemiştir. Hâlbuki kudsi hadiste Allah Azze ve Celle şöyle buyurmuştur: “Benim yarattığım gibi yaratmaya kalkışandan daha zalim kim vardır?[90] Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem de suret yapanlar hakkında şöyle demiştir: “Kıyamet gününde insanların en şiddetli azap görecek olanları Allah’ın yarattığına benzetmeye çalışanlardır[91] bunlar arasında fark yoktur. Zira suret yapan kimse, kendisini Allah ile beraber yaratıcı kılmıştır. Kanun koyan ise kendisini Allah ile beraber kanun koyucu kılmıştır. Allah ile beraber kanun koyanı tekfir edenin, yaratma konusunda da tekfir etmesi gerekir. Bunlar birbirine eşittir. Bu görüş sahiplerine göre resim yapan kâfirdir. Hâlbuki ehl-i sünnet onun tekfir edilmeyeceğinde ittifak etmiştir.
Diyorum ki; Ehl-i sünnetin bahsi geçen kötü arkadaşı ve resim yapan kimseyi tekfir etmemekte ittifak etmeleri, bu görüşün sahiplerine karşı kesin bir delildir. Bunu aklında tut, çünkü önemlidir.
Üçüncü mesele: Bazı fazilet sahipleri, bu durumda kanun koyanın Allah’tan başkasına muhakeme olan bir tagut olacağına delil getirmişlerdir. Bu delil getirme doğru değildir. İki açıdan hatalıdır:
Birincisi: Bu hükmün üzerine kurulduğu başlangıç doğru değildir. Bu da her tagutun kâfir olacağı görüşüdür. Bu bir hatadır. Bunun hata olması da üç bakımdan açıklanacaktır:
1- Tagut; her sapıklık önderi hakkında kullanılan bir kelimedir. Bu kelime sınırı aşmak anlamındaki tuğyan kelimesinden türemiştir.
Allame Kurtubi rahimehullah, “Biz her ümmete, yalnız Allah'a ibadet etmeleri ve taguttan da sakınmaları için bir peygamber gönderdik” (Nahl 36) ayetinin tefsirinde şöyle demiştir: “Yani; Allah dışında kendisine ibadet edilen şeytan, kâhin, put ve sapıklığa çağıran her şeyi terk edin demektir.”[92]
  El-Firuzabadî rahimehullah şöyle demiştir: “Tagut; Lat, Uzza, Kâhin, Şeytan, her sapıklık önderi, putlar, Allah dışında kendisine ibadet edilenler ve Ehl-i Kitabın inatçılarıdır.”[93]
İmam İbn Baz rahimehullah şöyle demiştir: “Senin haddin (sınırın) Allah’a itaatkâr bir kul olmandır. Eğer bu sınırı aşarsan, yaptığın o şey ile bir tagut olursun. Kâfir de olabilirsin, bunun dışında (isyankâr) da olabilirsin.”[94]
Diyorum ki; tugyan (haddi aşmak) küfür derecesine varabilir de, varmayabilir de.
2- Sınırı aşmasından dolayı bir kimseye tagut vasfını veren bazı âlimler, bununla şahsı değil, sadece taşkınlık yaptığı ameli kastetmişlerdir. Bunun delili iki yoldandır:
a- Tagutu tarifleri; Kulun, kendisine kulluk ettiği mabudunun sınırını ya ittiba ederek ya da itaat ederek aşması şeklindedir. Bunu İbn Kayyım rahimehullah söylemiştir.[95]
İmam İbn Useymin, Allame İbn Kayyım’ın sözüne not olarak şunları söyler: “Kastettiği şudur: Kim razı olarak itaat eder veya uyarsa. Yahut kendisine ibadet edilene, kendisine tabi olunana ve kendisine itaat edilene itibarla ona tagut denilir. Zira o haddini aşmış, kendisini Allah Azze ve Celle’nin koyduğu makamın üzerine çıkarmıştır. Böylece ibadeti, uyması ve itaati ona yönelik olur. Haddini aşarak tuğyan etmiş olur.”[96]
Diyorum ki: Tagutluk vasfı, bu vasfa sahip olanın kâfir olmasını gerektirmez. Zira kendisine değil, ameliyle yöneldiği hedefe itibarla tagut olmuş (sınırı aşmış) olabilir.
b- Alimler, Allah’ın dışında kendisine ibadet edilen cansız varlıkları da tagut olarak vasıflamışlardır. Açıkça bilinmektedir ki cansız varlıklar ne İslam ile ne de bunun zıddı olan küfürle vasıflanmazlar.
Allame İbnu’l-Cevzi rahimehullah şöyle demiştir: “İbn Kuteybe dedi ki: taş, suret veya şeytan gibi her kendisine ibadet edilen şey cibt ve taguttur. Ez-Zeccac lügat âlimlerinden bu şekilde nakletmiştir.”[97]
Şeyhulislam İbn Teymiyye rahimehullah şöyle demiştir: “Tagut, cins ismidir. Bu kelimenin kapsamına; şeytan, put, kâhinler, dirhem (gümüş para), dinar (altın para) ve başka şeyler girmektedir.”[98]
Diyorum ki: Şayet her tagut kâfir olsaydı cansız varlıklar bu kelimenin kapsamına girmezdi.
3- (Bu en kuvvetli açıklamadır) Bazı âlimler tagut vasfını bazı günahkârlara vermişlerdir.
Ragıb el-İsfehani rahimehullah şöyle demiştir: “Tagut, haddi aşan her şey ve Allah’ın dışında kendisine ibadet edilen her şeyi ifade eden bir kelimedir. Daha önce geçtiği gibi sihirbaz, kâhin, azgın cin ve hayır yolundan alıkoyan şeylere tagut denilir.”[99]
İmam Muhammed b. Abdilvehhab rahimehullah şöyle demiştir: “Tagutlar çoktur. Bize bunlardan beş tanesi açıklanmıştır. Bunların ilki olan şeytan, zulmeden yönetici, rüşvet yiyen, kendisine ibadet edilen şey ve ilimsiz olarak amel eden kimsedir.”[100]
İmam İbn Useymin rahimehullah şöyle demiştir: “Sapıklık ve küfre çağıran yahut bidatlere davet eden, veya Allah’ın haram kıldığını helal saymaya, Allah’ın helal kıldığını haram saymaya çağıran kötü âlimler tagutlardır.”[101]
Diyorum ki, her tagut kâfir olsaydı, bu kelimenin bunlar hakkında mutlak kullanılması caiz olmazdı. Zira bu, günah işleyenlerin tekfir edilmesini gerektirirdi. Nitekim bu meseleyi “Ve cadilhum billeti hiye ahsen” adlı kitabımın beşinci baskısında geniş olarak açıkladım.
İkincisi: Bu görüş, Ehl-i Sünnetin tekfir edilmeyeceğinde ittifak ettikleri kimseleri tekfir etmeyi gerektirir. Bu da günah kanunu koyan kimsedir. Ehl-i sünnet bu kimsenin kâfir olduğunu söylemezler. Zira günah kanunu koyanla, Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hüküm koyan arasında fark yoktur.
Örnek: Bir topluluk kendilerini Müslümanların yolunu kesmek için tayin etseler ve başlarına bir reis edinseler ve bu reis onlar için bir yasa belirlese, bu reisleri onları taşkınlığa ve Müslümanların yolunu kesip korkutmaya çağırmış olur. Onlar da bunun koyduğu yasaya uyarlar. Reisleri emir verir, onlar da uygularlar. Reisleri yasaklar, onlar da sakınırlar. Böylece bu adam günah için kanun koymuş olur. Hâlbuki kâfir değildir.
Diyorum ki: Kanun koyanın tekfirinde bu asla dayanmak doğru olsaydı, bu eşkıya reisinin de tekfir edilmesi gerekirdi. Bununla beraber Ehl-i Sünnet günahkârların tekfir edilmeyeceğinde ittifak etmişlerdir.
Dördüncü mesele: Bununla beraber bu durum, ilim talebeleri arasında en şiddetli tartışma konusudur. Ancak asrın üç imamı; İbn Baz, Elbani ve İbn Useymin rahimehumullah bundan dolayı tekfir edilmeyeceğinde ittifak etmişlerdir.
İmam İbn Baz rahimehullah şöyle demiştir: “Şayet zina, hırsızlık ve içki içme cezalarının uygulanmamasını öngören bir kanun koyulursa bu kanun batıldır. Bunu helal sayan yönetici kâfir olur.”[102]
İmam el-Elbani rahimehullah’ın kanun koyanın helal saymadıkça tekfir edilmeyeceğine dair sözleri için bkz.: Silsiletu’l-Hedyi ve’n-Nur, kaset: 849 dakika: 72
İmam İbn Useymin rahimehullah şöyle demiştir: “Anlattığımız gibi bu ayet hakkındaki açıklamamız şudur: Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmetmenin dinden çıkaran küfür olmadığına, lakin amelî küfür yani küçük küfür olduğuna hükmederiz. Zira bu şekilde hükmeden hâkim, doğru yoldan çıkmıştır. Bu konuda başkasının koyduğu beşeri bir kanunu alarak devletinde uygulayan bir adam ile kendisi kanun koyan adam arasında fark yoktur. Önemli olan, bu kanunun semavi kanuna aykırı[103] olup olmamasıdır.”[104]

Dokuzuncu Durum: Genel Kanun Koymak

Şekli: Allah’ın indirdiğinden başkası ile hükmedip emri altında olan herkes hakkında bu hükmü genelleştirmektir.
Anlamı: Allah’ın hükmünü başkası ile değiştirmektir. İdareci, yetkisi altındaki herkese bu hükmü bağlayıcı kılar. Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmetmeyi helal saymadan, onu inkâr etmeden, yalanlamadan, başka hükmü ondan üstün veya eşit görmeden, bu hükmü Allah’ın dinine nispet etmeden yapar.
Hükmü: küçük küfürdür.
Bunun delili: Tekfirini gerektirecek delilin bulunmamasıdır. Şeriat, büyük küfrü, hükmün genelleştirilmesine veya bağlayıcı kılınmasına bağlamamıştır. Nitekim deliller, hükmü genelleştiren hâkim ile genelleştirmeyen hâkim arasında veya hükmü emri altındakilere bağlayıcı kılan ile bağlayıcı kılmayan idareci arasında fark gözetmemektedir.
Diyorum ki; şayet böyle bir ayrım doğru olsaydı, şeriat bunu açıklamadan bırakmaz, bu konuda bunun aksine deliller gelirdi.
Bu durumla alakalı altı mesele vardır:
Birinci mesele: Kim genel bir hüküm koyarsa veya emri altındakileri bağlayıcı bir yasa koyarsa, bu kimsenin suçunun genel veya bağlayıcı bir hüküm koyanın suçundan daha büyük olduğu doğrudur. Lakin konumuz suçun büyüklüğü değil, bu durumun küfür olduğuna dair delil bulunmamasıdır.
İkinci mesele: Bazı fazilet sahipleri bu durumun tekfiri gerektirdiğine dair delil getirmişler, bunun Allah’ın hükmünü kendisinin hükmüyle değiştirmek ve sonra emri altındakilere genelleştirmek olarak görmüşlerdir. Bu kimsenin bu getirdiği hükmü, Allah’ın hükmünden daha faydalı ve daha uygun olduğuna inanmasından dolayı koyduğunu söylemişlerdir. Getirilen bu delil – bu görüşün sahibinin değerinin yüce olmasına rağmen – dört açıdan reddedilir:
Birincisi: Âlimler lazımu’l-mezhebin mezhep olamayacağını (yani sözün gerektirdiği şeyin sözün kendisi olamayacağını) kararlaştırmışlardır. Ancak onu bilen ve gereğini yapan bundan hariçtir. Kişi, sözünün gerektirdiği şeyin zıddına inanabilir. Bu bağlantı, söyleyenine nispetle kuvvetli bir çelişki olsa dahi böyledir.
Şeyhulislam İbn Teymiyye rahimehullah şöyle demiştir: “Sözün gerektirdiği şey, sözün kendisi değildir. Bilakis insanların çoğu bazı sözler söyler de gereğini yapmazlar. Bir kimse ta’tili (Allah’ın sıfatlarından birini iptal etmeyi) gerektiren bir söz söyler de, buna itikad etmeyebilir. Bilakis o sıfatın varlığına iman ettiği halde, söylediği sözün bunu iptal anlamına geldiğini bilmeyebilir.”[105]  
Yine şöyle demiştir: “Bir söz söyleyen, o sözün gerektirdiği anlam açıklandıktan sonra bundan razı olursa o görüşte demektir. Razı olmazsa, çelişkiye düşmüş olsa da o görüşte değildir… Ama sözün gerektirdiği bu anlamı reddederse, bu görüşün ona nispet edilmesi caiz değildir.”[106]
Başka bir yerde de şöyle demiştir: “Şu soruya gelince: “Bir sözün gerektirdiği anlam, sözün kendisi midir, değil midir?” doğrusu; kişinin söylediği bir sözün gerektirdiği anlam, eğer bu kimse o sözün gereği ile amel etmiyorsa sözün kendisi değildir. Zira o kimse eğer bu anlamı inkâr ederse veya reddederse, bu sözün gerektirdiği anlamın o kimseye nispet edilmesi bir yalan olur.”[107]
İkincisi: Sözün gerektirdiği bu anlam ihtilaflı olabilir. Zira bu fiili işleyen kişi, şeriatın daha faydalı ve daha uygun olduğuna itikad ediyor olabilir.
Şeyhulislam İbn Teymiyye rahimehullah’ın ta’tili (Allah’ın sıfatlarını inkâr etmeyi) düşündüren sözler söyleyen kimsenin bu sözünden dolayı ta’til ehlinden olmasını gerektirmediği hakkında verdiği örnek daha önce geçmişti:
“Bir kimse ta’tili (Allah’ın sıfatlarından birini iptal etmeyi) gerektiren bir söz söyler de, buna itikad etmeyebilir. Bilakis o sıfatın varlığına iman ettiği halde, söylediği sözün bunu iptal anlamına geldiğini bilmeyebilir.”[108]
Diyorum ki, sözün gerektirdiği anlamın farklı olması, o sözün kendisi olmadığına delildir. Buna tutunmak doğru değildir. Özellikle de kesin bilgiden başkasına itibar edilmeyen tekfir meselesinde!
Üçüncüsü: Ehl-i Sünnet ancak ihtimal taşımayan bir meselede tekfir ederler. Bu konuda da şüpheleri ortadan kaldırırlar. Elbette tekfir meselesi buna daha layıktır.
Şeyhulislam İbn Teymiyye rahimehullah şöyle demiştir: “İslama mensup olduğu kesin olarak bilinen kimsenin bu sıfatı, şüphe ile ortadan kaldırılamaz.”[109]
Şeyhulislam Muhammed b. Abdilvehhab rahimehullah şöyle demiştir: “Ancak bütün âlimlerin küfründe icma ettikleri kimseleri tekfir ederiz.”[110]
Dördüncüsü: Bu, Ehl-i Sünnetin tekfir edilmemesi hususunda ittifak ettiği kimseyi yani şirki değil de günahı yasa olarak koyanı tekfir etmeyi gerektirir. Bu kimse ailesinde günahı meşru görmese de, onlara bunu bağlayıcı kılmasa da, buna karşı çıkmayana muhalefet etmese de ve nasihat edeni dinlemese de, Ehl-i Sünnete göre bu kimse tekfir edilmez. Bu görüşün sahiplerine göre ise, bu kimse tekfir edilir.
Üçüncü Mesele: Bazıları bu durumda tekfir için Yahudilerin recm cezası yerine tahmim (kömürle yüz karartma) cezası uygulaması üzerine şu ayetlerin nazil olmasını[111] delil getirdiler: “Ey Peygamber! Kalpleri îman etmediği halde, ağızlarıyla "İman ettik" diyenlerin, yalana kulak verenlerle, sana gelmeyen başka bir kavmi dinleyenlerin küfür hususunda yarış etmeleri, seni mahzun etmesin; bunlar, (Tevrat'taki) kelimeleri (yerli yerine) konulduktan sonra, yerlerini değiştirirler ve "eğer size (kırbaç cezası) verilirse, onu kabul edin; eğer bu ceza verilmez (recm cezası verilir) se, ondan da sakının" derler.” (Maide 41), Her kim Allah'ın indirdikleriyle hükmetmezse, işte asıl kâfir olanlar onlardır.” (Maide 44)Zira kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte asıl zâlim olanlar onlardır.” (Maide 45) “Her kim Allah'ın indirdikleriyle hükmetmezse, işte asıl fâsık olanlar onlardır.” (Maide 47) Onların ancak tahmim cezasını genel bir yasa kılmaları sebebiyle kâfir olduklarına hükmedildiği görüşündedirler.
Bu delil getirme reddedilmiştir. Zira genel teşrî ile küfürlerine delil getirilmek istenen Yahudiler, bu teşriden başka bir sebeple kâfir olmuşlardı. Bu iki açıdan açıklanacaktır:
Birincisi: Onlar Allah Teâlâ’nın zina eden evli kimse hakkındaki hükmünü inkâr ediyorlardı. Nitekim bu durum rivayet edilen hadislerde açıklanmıştır. Nebi sallallahu aleyhi ve sellem onlara: “Tevrat’ta recm cezasını bulamıyor musunuz?” diye sormuş, onlar da: “Onda bir şey bulamadık” demişlerdi.[112] Okuyucuları onlara Tevrat’ı okurken elini recm ayetinin üzerine kapatmış ve başı ile sonunu okumuştu.[113]
Diyorum ki, işte bu inkârdır. Daha önce açıklanan cuhud (inkâr) türündendir. Bunun büyük küfür olduğunda ittifak vardır.
İkincisi: Onlar Allah’ın zina eden muhsan (başından evlilik geçmiş kimse) hakkındaki hükmünü değiştirmişlerdir. Nebi sallallahu aleyhi ve sellem onlara: “Tevrat’ta recm cezası hakkında ne buluyorsunuz?” diye sorduğunda, “Onlar utandırılır ve sopa cezası verilir” demişlerdi.[114]
Diyorum ki, onlar Allah’ın hükmünü değiştirmişler ve yerine kendilerinden bir hüküm koyarak bunu Allah Azze ve Celle’nin dinine nispet etmişlerdi. İşte daha önce açıklaması geçen tebdil budur ve bunun büyük küfür olduğunda ittifak vardır.
Hafız İbn Abdilberr rahimehullah şöyle demiştir: “Yine bu hadiste onların Tevrat’ı yalanladıklarına ve uydurdukları yalanı Rablerine ve Kitaplarına nispet ettiklerine delil vardır.”[115]
Geçen bu iki açıklamadan dolayı, bu kıssayı genel teşride bulunanın tekfirine delil getirmek doğru değildir. Zira Yahudiler iki durumdan dolayı kâfir olmuşlardı. Nitekim ilim ehli, sadece bu iki durumun birlikte olmasıyla değil, bu iki durumdan birinde olanın da kâfir olduğunda ittifak etmişlerdir. Onların genel teşride bulunduklarından dolayı da kâfir olduğunu ispat etmek için başka bir delile ihtiyaç vardır.
Diyorum ki, tekfiri, ilim ehlinin tekfirinde ittifak ettikleri (ya inkâr, ya tebdil ya da her ikisinin bir arada bulunduğu) açık duruma bağlamak, tekfirine delil olmayıp ihtilaflı olan  (genel teşride bulunma) duruma bağlamaktan daha yerindedir. Yahudilerin bu yüzden tekfir edildiklerine dair delil de yoktur.
Dördüncü mesele: İmam İbn Useymin rahimehullah, bu durumda olan yöneticilerin tekfirine fetva vermiş, ancak sonra bu görüşünden dönmüştür. Bunun açıklaması şu şekildedir:
Önceki fetvasında İbn Useymin rahimehullah şöyle demiştir: “..insanlara uygulamaları için İslam şeriatına aykırı kanunlar koyanlar da bunlardandır. Zira onlar İslam şeriatına aykırı olan bu kanunları ancak daha uygun ve halk için daha faydalı olduğuna inandıkları için koymaktadırlar. Aklî bir zaruret ve fıtrî yaratılışın gereği olarak bilinmektedir ki, insan bir yoldan ona aykırı olan diğer bir yola, ancak takip ettiği yoldan daha üstün olduğu için ve gittiği yolun ondan daha eksik olduğuna inandığı için geçer.”[116]
 Yine şöyle demiştir: “Zira İslam’a aykırı kanun koyan, ancak bu kanunun İslam’dan daha uygun ve kullar için daha faydalı olduğuna inandığı için koyar.”[117]
Diyorum ki, bu fetvada uyarıda bulunulması gereken üç mesele vardır:
1- Kanun koyanın küfrüne, lazım ile (sözün kendisiyle değil, gerektirdiği anlam ile) delil getirmiştir. Bunun açıklaması daha önce geçmişti. Muhakkak ki bu delil getirmede şüphe vardır. Nitekim Şeyhulislam İbn Teymiye rahimehullah’tan bu konudaki açıklamalarını nakletmiştik. Az sonra geleceği üzere, İbn Useymin rahimehullah da bu görüşünden dönmüştür.
2- İmam İbn Useymin rahimehullah, bu durumda tekfiri itikada bağlamıştır. Daha önce geçtiği gibi, bu durum için itikad söz konusu olursa (yani koyduğu kanunun İslam şeriatından üstün veya eşit olduğuna inanırsa) küfründe ittifak vardır. Ancak İmam İbn Useymin rahimehullah bu durumdaki küfrü sadece fiilin gerektirdiği anlama bağlamıştır.
Diyorum ki, İmam İbn Useymin rahimehullah’ın bu konudaki sözüne tutunanlar, meseleyi itikatla alakalandırmasını da düşünmelidirler!
3- İmam rahimehullah bu görüşünü devam ettirmemiş, bu mesele haricinde lazım ile tekfiri uygulamamıştır. Lazım ile tekfir doğru olsaydı, İmam rahimehullah ve başkaları bunu başka meselelerde açıklarlardı.
İmam İbn Useymin rahimehullah’ın 22/3/1420 hicri tarihinde[118] verdiği son fetvası da şu şekildedir: “Şeriatı biliyor fakat başkasıyla hüküm veriyorsa veya başka bir kanun koyuyorsa, insanların uygulaması için bunu yasa haline getiriyorsa, kendisinin bu konuda zalim olduğuna ve doğrusunun Kitap ve Sünnette gelenin olduğuna inanıyorsa, bizler bu kimseyi tekfir edemeyiz. Biz ancak Allah’ın hükmünden başkasını, insanlar için daha uygun göreni veya onu Allah’ın hükmüyle eşit göreni tekfir ederiz.”
Beşinci mesele: Bazılarının görüşüne göre, genel teşrîde bulunmak ancak son zamanlarda ortaya çıkmıştır. Bundan dolayı “Tekfirine delil yoktur” sözüne ve “önceki âlimlerin bu durumdan dolayı tekfir etmedikleri” sözüne tutunup tekfir etmemeyi doğru bulmamaktadırlar. Bu görüş, iki açıdan hatalıdır:
1- Bu görüş, ne bu meselede ne de başkasında tekfir edilmesine delil getirmemeyi gerektirir. bu söylenmeyen bir şeydir. Nitekim daha önce geçtiği gibi tahmim (kömürle yüzün karartılması) kıssasının delil getirildiği ve bunun cevabı geçmişti. Zira bu kıssada tekfire sebep olan illet genel teşride bulunmak değildir.
2- Genel teşride bulunmak önceki asırlarda da gerçekleşmiş, ilim ehli bu yüzden tekfire yönelmemişlerdir. Bunun örneklerinden birisi; asırlardan beri Müslümanların birçok ülkelerinde musallat olan vergiler konulmuştur. Açıkça bilinmektedir ki, bunları koyan, bunları aynı zamanda bağlayıcı kılar. Hatta bu vergileri vermeyenleri cezalandırırlar. Bununla beraber bu haramdır. Hatta Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmetme şekillerinden biridir.
Diyorum ki, şayet bu fiil tekfiri gerektirseydi, ilim ehli bunu mutlaka söyler, genel teşride bulunmanın (yani kanun koymanın) küfür olduğunu kararlaştırırlardı. Yaşadıkları asırlarda bu mevcut olmasına rağmen sükut etmiş, böyle bir şey açıklamamışlardır.
Altıncı mesele: Bu durum ilim talebeleri arasında en şiddetli tartışılan meselelerden olmakla birlikte, asrın üç imamı; İbn Baz, el-Elbani ve İbn Useymin rahimehumullah, bu sebeple tekfir edilemeyeceğinde ittifak etmişlerdir.

Üçüncü Konu: Tamamlayıcı Bölümler

Bu konuda sekiz bölüm vardır.

Birinci Bölüm: Allah’ın İndirdiğinden Başkasıyla Hükmetme Meselesinin Özeti

Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmeden yöneticiler, büyük küfürle tekfir edilmezler. Ancak helal saydıklarını, inkâr ettiklerini, yalanladıklarını, koydukları hükmü Allah’ın indirdiğinden üstün veya eşit gördüklerini, bunları Allah’ın dinine nispet ettiklerini (tebdil), Allah’ın indirdiğinden başkasıyla kanun koyup kendilerinin bu hakka sahip olduklarına inandıklarını veya Allah’ın indirdiği dışında yasa ile hükmedip kendilerinin buna hak sahibi olduğuna inandıklarını açıklarlarsa, bunların tekfir edilmesinde ihtilaf yoktur.
Ama bunun dışındakiler küçük küfürdür (Yani dinden çıkarmayan, büyük günahlardandır).
Kim de bunun dışında bir şey söylerse, söylediğine açık ve sahih bir delil getiremez.

İkinci Bölüm: Zikredilen Dokuz Durumdan Dördü Dışında İhtilaf Edilmemiştir

1- Tebdilin (dinde değiştirme yapmanın) şekli tayin edilmiştir. Bu konuda doğrusu, Allah’ın indirdiği dışındaki hükmü Allah’ın dinine nispet etmeyen kimse, tebdil yapmış kabul edilmez.
2- Yedinci durumda (istibdal) ile hükümde bulunanlar: Şeriatın tamamında değişiklik yapmak isteyen kimseleri büyük küfürle kâfir sayan bazıları buna muhalefet etmişlerdir. Bu konuda doğrusu, istibdal durumunda tekfire delil bulunmadığıdır.
3- Sekizinci durumda (kanun koyma) hükümde bulunmak: Bunu büyük küfürle tekfir edilecek hallerden sayanlar muhalefet etmişlerdir. Bu konuda doğrusu, bunun tekfiri gerektirdiğine delil bulunmadığıdır..
4- Dokuzuncu durumda (genel teşri) hükümde bulunmak: Bazıları bunu büyük küfrü gerektiren hallerden sayarak muhalefet etmişlerdir. Bu konuda doğrusu, bunun tekfiri gerektirdiğine delil bulunmadığıdır.

Üçüncü Bölüm: Asrın Üç İmamının Fetvalarının Uyumluluğu

Asrın üç imamı olan Abdulaziz b. Baz, Muhammed Nasıruddin el-Elbani ve Muhammed b. Useymin rahimehumullah’ın fetvaları birbirine uygun olup, bu kitapta naklettiğim gibi, ihtilaf etmemişlerdir.
*İmam el-Elbani rahimehullah, helal saymadıkça, Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmetmenin küfür olmayacağını söylemiştir.[119]
*İmam İbn Baz, İmam el-Elbani’nin – Allah her ikisine de rahmet etsin – fetvasına not düşerek tamamen kabul etmiş ve şöyle demiştir: “Kıymetli sözler söylemiş ve doğruya isabet etmiş, bu konuda müminlerin yolundan yürümüştür. Allah onu başarılı kılsın, insanlardan hiç kimsenin, Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmetme sebebiyle, o kimsenin bunu kalbiyle helal saydığını bilmedikçe, sadece fiilden dolayı tekfir edilemeyeceğini açıklamıştır.”[120]
*Nitekim İmam Elbani’nin fetvası ile İmam İbn Baz’ın buna düştüğü notlar, İmam İbn Useymin rahimehumullah’a okunmuş, o da şu notu düşmüştür: “Genel teşri dışında, bu fetvayı tamamen kabul ediyorum.”[121]
*Sonra İbn Useymin rahimehullah, genel teşri hakkındaki muhalefetinden dönüş yapmıştır. Nitekim bunun delilini nakletmiştik. Ayrıca son fetvasının tam metni bu kitabın sonunda nakledilecektir.
*Diyorum ki, bu kitap, bu asrın bu meselede birbirine uygun görüşler üzerinde vefat eden üç imamının – Allah onlara rahmet etsin – görüşlerini genişletmekte, delillerini kuvvetlendirmektedir. Allah’ım! Başında ve sonunda hamd Sana’dır.

Dördüncü Bölüm: İmam İbn Baz Rahimehullah Başkanlığındaki el-Lecnetu’d-Daime (Daimi Fetva Komisyonu)nun Görüşü

 Suudiye İlmi Araştırmalar ve Fetva Daimi Komisyonu, aktardığımız görüş ile aynı olan iki fetva yayınlamıştır.

İlk Fetva (Fetava’l-Lecne 2/141):

Cevap: Hamd yalnız Allah’adır. Salat ve selam rasulüne, ailesine ve ashabı üzerine olsun. Bundan sonra, “Tekfir ne zaman caiz olur, ne zaman caiz olmaz?” sorusuna gelince, size problemli gelen meseleyi açıklarsanız, biz de bu konudaki hükmü açıklarız. “Her kim Allah'ın indirdikleriyle hükmetmezse, işte asıl kâfir olanlar onlardır.” (Maide 44) ayetinde geçen tekfirin çeşidine gelince, bu büyük küfürdür. El-Kurtubi, tefsirinde şöyle demiştir: “İbn Abbas radıyallahu anhuma ve Mucahid rahimehullah; “Her kim, Kur’anı redderek ve Rasululullah sallallahu aleyhi ve sellem’in sünnetini inkâr ederek Allah’ın indirdikleri ile hükmetmezse kâfirdir.”
Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmedip, bunda Allah’a isyan ettiğine inanan, lakin rüşvet sebebiyle yahut hükmedilecek kimseye düşmanlığı sebebiyle veya akrabası olması, arkadaşı olması gibi sebeplerle Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmeden kimsenin küfrü büyük küfür olmaz. Bilakis bu sebeple günahkâr olur. Böylece küfrün altında bir küfür, zulmün altında bir zulüm ve fıskın altında bir fısk işlemiş olur. Başarı Allah’tandır. Allah’ın salat ve selamı nebimiz Muhammed’e, ailesine ve ashabı üzerine olsun.
İlmi araştırmalar ve fetva daimi komisyonu
Başkan: Abdulaziz b. Abdillah b. Baz
Başkan vekili: Abdurrazzak el-Afifi
Üye: Abdullah İbn Gudeyyan
Üye: Abdullah b. Kuud

İkinci Fetva: (Fetava’l-Lecne 1/780)

Soru: Allah’ın indirdikleri ile hükmetmeyenler Müslüman mıdır, yoksa amelleri büyük küfür kabul edilen kafir midir?
Cevap: Hamd yalnız Allah’adır. Salat ve selam rasulüne, ailesine ve ashabı üzerine olsun. Bundan sonra, Allah Teala şöyle buyurmuştur: Her kim Allah'ın indirdikleriyle hükmetmezse, işte asıl kâfir olanlar onlardır.” (Maide 44)Zira kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte asıl zâlim olanlar onlardır.” (Maide 45) “Her kim Allah'ın indirdikleriyle hükmetmezse, işte asıl fâsık olanlar onlardır.” (Maide 47) Lakin eğer bunu helal sayar ve caiz olduğuna inanırsa o dinden çıkaran büyük küfür, büyük zulüm ve büyük fısktır. Ama bunu rüşvet sebebiyle veya başka bir sebepten dolayı, Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmetmenin haram olduğuna inanarak yapmışsa günahkâr olur. Küçük küfürle kâfir, küçük zulümle zalim ve küçük fısk ile fasık sayılır, dinden çıkmaz. Nitekim bu ayetleri tefsir eden âlimler de bu şekilde açıklamışlardır. Başarı Allah’tandır. Allah’ın salât ve selamı nebimiz Muhammed’e, ailesine ve ashabı üzerine olsun.
İlmi araştırmalar ve fetva daimi komisyonu
Başkan: Abdulaziz b. Abdillah b. Baz
Başkan vekili: Abdurrazzak el-Afifi
Üye: Abdullah İbn Gudeyyan

Beşinci Bölüm: Allame Abdullatif b. Abdurrahman b. Hasen’in Muvafakati, Allame Süleyman b. Sehman’ın Bunu Kabul Etmesi ve Alimlerle Selefin – Allah Onlara Rahmet Etsin - Buna Uygun Amel Ettiklerini Nakletmeleri

Allame Abdullatif b. Abdirrahman b. Hasen rahimehullah şöyle demiştir: “Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmetmeyi helal sayan bedeviler ile helal saymayan arasında fark zikredilmesi, amel edilen görüştür. İlim ehline göre de mesele böyledir.”[122]
Allame Süleyman b. Sehman rahimehullah şöyle demiştir: “Yani; Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmetmeyi helal sayan ve tagutun hükmünü Allah’ın hükmünden güzel gören… kim böyle itikad ederse o kafirdir. Ama bunu helal saymayan ve tagutun hükmünü batıl gören, Allah ve rasulünün hükmünün hak olduğunu söyleyen kâfir olmaz ve islam’dan çıkmaz.”[123]
Geçenlere ek olarak:
* Şeyhulislam İbn Teymiyye rahimehullah bunu İbn Abbas ve arkadaşlarının,[124] Ahmed b. Hanbel’in,[125] diğer ehl-i sünnet imamlarının,[126] Selef’ten birçok kimsenin[127] ve hatta selefin genelinin[128] görüşü olarak nitelemiştir.
* Yine Allame İbn Kayyım rahimehullah bunu İbn Abbas ve sahabenin genelinin görüşü olarak zikretmiştir.[129]
* İmam İbn Baz rahimehullah bunu İbn Abbas, Mucahid ve Selef’ten bir topluluğun görüşü olarak zikretmiştir.[130]
* Biraz sonra bu konuda açıklama gelecektir, oraya bakınız.

Altıncı Bölüm: Bu Görüşün İbn Abbas Radıyallahu Anhuma’nın Arkadaşlarının Sözüne Uygunluğu ve Onların Asrında Buna Muhalefet Eden Olmaması

İbn Abbas radıyallahu anhuma’nın iki arkadaşından[131]; Tavus ve Ata rahimehumallah’tan, Allah Teala’nın: Her kim Allah'ın indirdikleriyle hükmetmezse, işte asıl kâfir olanlar onlardır.” (Maide 44) ayeti hakkında: “Dinden çıkarmayan küçük küfürdür” dedikleri sabit olmuştur.
1- Tavus rahimehullah: “Dinden çıkaran küfür değildir” demiştir. Bunu Taberi, Tefsir’inde (8/465) ve Mervezi Ta’zimu Kadri’s-Salat’ta (574) rivayet etmişlerdir.
2- Ata rahimehullah: “Küfrün altında bir küfür, zulmün altında bir zulüm, fıskın altında bir fısktır” demiştir. Bunu Taberi Tefsir’inde (8/464-465) ve Mervezi Ta’zimu Kadri’s-Salat’ta (575) rivayet etmişlerdir.

Yedinci Bölüm: Bu Görüşün İbn Abbas Radıyallahu Anhuma’nın Sözüne Uygunluğu

İbn Abbas radıyallahu anhuma’dan, “Her kim Allah'ın indirdikleriyle hükmetmezse, işte asıl kâfir olanlar onlardır.” (Maide 44) ayetinde geçen küfrün, dinden çıkarmayan küçük küfür olduğunu söylediği sahih olarak gelmiştir.[132]
Abdurrazzak Tefsir’inde Ma’mer’den, o İbn Tavus’tan, o babasından, o da İbn Abbas radıyallahu anhuma’dan şöyle dediğini rivayet etmiştir:
“O bir küfürdür.”
İbn Tavus rahimehumallah dedi ki: “Allah’ı, meleklerini, kitaplarını ve rasullerini inkar edenin küfrü gibi değildir.”[133]
Diyorum ki, bu isnad sahihtir, eleştirilecek bir yanı yoktur.

Bu Bölümle Alakalı Üç Mesele Vardır:

Birinci Mesele: Bazıları İbn Abbas radıyallahu anhuma’nın: “O bir küfürdür” sözüyle büyük küfrü kastettiğini iddia etmişlerdir. Bu dört açıdan yanlıştır:
1- Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’den bunun benzeri gelmiş ve Ehl-i sünnet bunun küçük küfür olduğunda icma etmiştir. Bu Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şu sözüdür: “İnsanlar şu iki şeyde küfürdedirler: soya hakaret etmek ve ölü için ağıt yakmak.”[134]
Diyorum ki, Ehl-i Sünnet, hadiste geçen küfrün küçük küfür olduğunda icma etmişlerdir. Bu da İbn Abbas radıyallahu anhuma’nın sözünde geçen küfrün küçük küfür olduğuna delildir. Bunu aklında tut, zira önemlidir.
2- Bu ayette zikredilen küfrün küçük küfürle tefsir edildiği, İbn Abbas radıyallahu anhuma’nın iki öğrencisinden; Tavus ve Ata rahimehumallah’tan sabit olmuştur. Nitekim az önce bu rivayetler geçmişti.
Diyorum ki, Sahabenin mezhebi, onların öğrencilerinin mezhebinden bilinir.[135]
3- İbn Tavus rahimehumallah’ın tefsiri bunun küçük küfür olduğu şeklindedir.
Diyorum ki, ravi, rivayet ettiği sözde kastedileni başkalarından daha iyi bilir.
4- Hiçbir âlimden İbn Abbas radıyallahu anhuma’nın burada büyük küfrü kastettiği rivayet edilmemiştir. Bilakis âlimler onun burada küçük küfrü kastettiğini nakletmişlerdir.
Diyorum ki, Onların muhalefetleri, anayoldan sapmak ve maksadı tahrif ederek saptırmaktır. Onlar, ilim ehlinin bilmediği bir anlayış ortaya çıkarmaktadırlar.
İkinci Mesele: Bazıları İbn Tavus rahimehumallah’ın: “Allah’ı, meleklerini, kitaplarını ve rasullerini inkâr gibi küfür değildir” sözünün, büyük küfür anlamında olabileceğini, lakin Allah’ı, meleklerini, kitaplarını ve rasullerini inkârdan daha aşağıda bir büyük küfür olacağını iddia etmişlerdir. Bu kesinlikle hatadır, açık anlamı zorlamaktır. Bu, üç açıdan izah edilecektir:
1- Muhakkak ki küfrün dereceleri vardır. Bu, açıkça bilinen bir meseledir. İbn Tavus’un sözünü, tartışmalı bir ihtimale yorumlayıp açıkça ortada olan anlamından uzaklaştırmak boş bir iştir.
2- Allah’ı, meleklerini, kitaplarını ve rasullerini inkar etmek küfrün en şiddetli dereceleridir. Neredeyse bunun altında büyük küfür yoktur. Şayet kastettiği küçük küfür olmasaydı, onun bu sözü gereksiz olurdu. Zira o bunu öneminden dolayı söylemiştir.
3- Ayette geçen küfrün küçük küfür olarak tefsiri, babası Tavus rahimehullah’tan sabit olmuştur. Nitekim az önce bu nakledilmişti. Onun bu açıklamayı babasından işitip söylediği uzak bir ihtimal değildir.
Üçüncü Mesele: İbn Abbas radıyallahu anhuma’nın eseri, “Şüphesiz o zannettikleri küfür değildir. Bu, dinden çıkarmayan küfürdür. Küfrün altında bir küfürdür” lafzıyla rivayet edilmiştir. İlim ehli, bu rivayetin sahih olduğunu belirtmişler, İbn Abbas radıyallahu anhuma’ya nispetini desteklemişlerdir. Bununla delil getirenler olduğu gibi, bunu İbn Abbas’ın görüşü olarak alanlar ve benimseyenler vardır.
Hâkim, bu rivayetin sahih olduğunu söylemiş, Zehebi de (Allah her ikisine de rahmet etsin) bunu onaylamıştır.[136]
Şeyhulislam İbn Teymiyye rahimehullah şöyle demiştir: “Selefin görüşü: “Kişide iman ve nifak bir arada bulunabilir” şeklinde olduğuna göre bu, “O kimsede iman ile küfür bir arada bulunabilir” demektir. Fakat bu dinden çıkaran küfür değildir. Nitekim İbn Abbas radıyallahu anhuma ve arkadaşları: “Kim Allah’ın indirdikleriyle hükmetmezse onlar kafirlerdir” (Maide 44) ayeti hakkında: “Dinden çıkarmayan bir küfürle kafir olurlar” demişler, bu konuda onlara Ahmed b. Hanbel ve diğer sünnet imamları uymuşlardır.”[137]
Yine şöyle demiştir: “İbn Abbas ve seleften bir çok kimse, Kim Allah’ın indirdikleriyle hükmetmezse onlar kâfirlerdir” (Maide 44) “Onlar fasıklardır” (Maide 45) ve “zalimlerdir” (Maide 47) ayetleri hakkında küfrün altında bir küfür, fıskın altında bir fısk ve zulmün altında bir zulüm demişlerdir. Nitekim Ahmed ve Buhari bunları zikretmişlerdir.”[138]
Başka bir yerde de şöyle der: “…Müslüman olduğu halde kendisinde İslam’dan tamamen çıkarmayan, küfrün altında bir küfür bulunabilir. Nitekim sahabeden İbn Abbas radıyallahu anhuma ve başkaları “Küfrün altında bir küfürdür” demişlerdir. Bu, selefin genelinin görüşü olup imam Ahmed ve başkaları bunu belirtmişlerdir… Yine İbn Abbas radıyallahu anhuma ve arkadaşları; Kim Allah’ın indirdikleriyle hükmetmezse onlar kâfirlerdir” (Maide 44) ayeti hakkında: “dinden çıkarmayan, küfrün altında bir küfür, fıskın altında bir fısk ve zulmün altında bir zulüm” demişlerdir.”[139]
Allame İbn Kayyım rahimehullah küçük küfür hakkında şöyle demiştir: “Bu, İbn Abbas ve sahabenin genelinin; “Kim Allah’ın indirdikleriyle hükmetmezse onlar kâfirlerdir” (Maide 44) ayeti hakkındaki açıklamasıdır. İbn Abbas radıyallahu anhuma: “Bu, dinden çıkaran küfür değildir, bilakis bunu işleyen, bir küfür işlemiş olur fakat bu küfür, Allah’ı ve ahiret gününü inkar edenin küfrü gibi değildir” demiştir. Yine Tavus ve Ata: “Bu küfrün altında bir küfür, zulmün altında bir zulüm ve fıskın altında bir fısktır” demişlerdir.”[140]
İmam İbn Baz rahimehullah şöyle demiştir: “…Küçük küfür ile kafir, küçük zulüm ile zalim, küçük fısk ile fasık olur. Nitekim bu mana, İbn Abbas radıyallahu anhuma’dan, Mucahid’den ve seleften bir topluluktan sahih olarak rivayet edilmiştir.”[141]
İmam el-Elbani rahimehullah da bu rivayetlerin sahih olduğunu açıklamıştır.[142]
İmam İbn Useymin rahimehullah şöyle demiştir: “Tekfir fitnesine düşenler bu durumdan razı olmadıkları için: “Bu eser (İbn Abbasın sözü) kabul edilmez. İbn Abbas’tan sahih olarak gelmemiştir” demeye başladılar. Onlara denilir ki: “Nasıl sahih olmasın? Bunu sizden daha büyük, daha üstün ve hadisi daha iyi bilen kimseler sahih kabul etmiştir.” Onlar ise: “Kabul etmeyiz!” diyorlar. Bizim için Şeyhulislam İbn Teymiyye, İbnu’l-Kayyım ve diğer uzman âlimlerin bu rivayetleri kabul etmesi yeterlidir. Onlar da bu sözü benimseyip dile getirmişler ve nakletmişlerdir. Bu eser sahihtir.”[143]

Sekizinci Bölüm: Bu İmamların – Allah Onlara Rahmet Etsin - Görüşünde Olanlara, Bazı Muhaliflerin Suçlama ve Sözlerine Zorlama Anlam Yüklemeleri

Asrın üç imamının (Allah onlara rahmet etsin) ittifakla kabul ettikleri bu görüşe katılanlara bazı kimseler, çirkin suçlamalarda bulunmuşlar ve sözlerine zorlama anlam yüklemişlerdir. Bu suçlamalara özet ve detaylı olarak iki şekilde cevap verilecektir:

Özet Cevaba Gelince:

Birincisi: Yapılan suçlamara üç açıdan cevap verilecektir:
1-  Şüphesiz batıl suçlamalar hiç kimsenin aciz olmadığı bir iştir. Lakin tıpkı diğer sahih delillere dayanmaksızın sınır konulamayan iddialarda olduğu gibi bunda da delile ihtiyaç vardır.
2- Nebiler ve rasuller – Allah’ın salat ve selamı onların üzerine olsun – ve onlara uyanlar dahi bundan kurtulamamışlar, çeşitli eziyetlere, suçlamalara, hakaretlere maruz kalmışlar, bu onların kıymetini eksiltmemiş, davetlerini lekelememiştir.
3- Şüphesiz bu, Allah yolunda ise yerilme ve kınanma değil, övülme ve yüceltilme anlamına gelir.
  Bu konuyu Allame Şatıbi rahimehullah’ın şu sözleri ile kapatıyorum: “İş şu iki durum arasındadır: İnsanların alışkanlık haline getirdikleri şeylere muhalefet etmek suretiyle sünnete uyacağım; bu durumda adetlere aykırı davrananların başına gelenlerin benim de başıma gelmesi kaçınılmazdır. Özellikle de âdete uyan bu kimseler sünnete uyduklarını iddia ediyorlarsa! Ancak konudaki ağır yorgunluklarda büyük ecir vardır. Diğer durum da; sünnete ve salih selefe muhalefet etmek suretiyle insanlara uymamdır. Böylece sapıklık kapsamına girerim. Bundan Allah’a sığınırım. Ancak bu şekilde adetlere uyarsam aykırı kimselerden değil, uyumlu kimselerden sayılırdım. Gördüm ki sünnete uyarak helak olmak bir kurtuluştur. İnsanlar ise Allah’a karşı bana hiçbir şey sağlayamazlar.”[144]
İkincisi: Zorlamalarla ilgili olarak üç açıdan cevap verilecektir:
1- Sözün gerektirdiği anlam, sözün kendisi değildir. Hatta sözü söyleyen o söze yüklenen anlamın tam aksini kastetmiş olabilir.
2- Bir görüşü kendisinden reddeden kimseye, kastetmediği bir anlamı nispet etmek bir yalan olur. Hatta söylediği bir söz bu anlamı gerektirse bile böyledir.
3- Sadece söylenen bir sözün gerektirdiği bir anlam ile bir görüşü o kimseye nispet etmek, kesin değil zanna dayanan bir nispettir. O halde tam zıddını açıkça belirten bir kimseye, sözünden çıkan zanni bir anlam nasıl nispet edilebilir?
Bu konuyu da Şeyhulislam İbn Teymiyye rahimehullah’ın şu sözlerini hatırlatarak kapatıyorum: “Sözün gerektirdiği anlam, sözün kendisi olamaz. Hatta insanların çoğu, gerektirdiği anlamları kabul etmedikleri bir takım sözler söylerler. Bundan dolayı Allah’ın sıfatlarının varlığına inanan bir kimse, söylediği sözün gerektirdiği bir anlamı bilmediğinden dolayı, Allah’ın sıfatlarını iptal etme inancında olduğunu düşündüren bir söz söylerse, bundan dolayı sözü bağlayıcı sayılmaz.”[145]
Yine şöyle demiştir: “Kişi, söylediği sözün gerektirdiği anlam açıkça ortaya çıktıktan sonra bundan razı oluyorsa, bu ona ait bir söz kabul edilir. Razı olmuyorsa, kendisiyle çelişmiş olsa bile bu söz ona ait değildir… Ama sözünün gerektirdiği bu anlamı reddediyorsa, bu sözün gerektirdiği anlamın o kimseye nispet edilmesi caiz olmaz.”[146]
Yine başka bir yerde şöyle demiştir: “Sorun soran kimsenin: “Sözün gerektirdiği anlam sözün kendisi midir, değil midir?” sorusuna gelince, doğrusu; kişinin söylediği sözün gerektirdiği anlam, o kimse bunun gereğiyle hareket etmiyorsa, sözün kendisi değildir. Zira o kimse bu anlamı reddettiği ve kabul etmediği halde, bunu ona nispet etmek, ona karşı bir yalan olur.”[147]
Şayet: “Sözün gerektirdiği anlamın sözün kendisi olmadığını nasıl kabul edebilirsin? Sen de muhalifini bu tür şeylerle reddediyorsun” denilirse cevabı şöyledir:
Bunu söyleyen kimse iki şeyi birbirini karıştırıyor:
Birincisi: Muhalifin sözünün gerektirdiği anlamı, onun bunu bilmeden ve kabul etmeden önce sözün sahibine nispet etmek. Ben bunu söylemiyorum. Bilakis bundan sakındırıyorum. Zira muhaliflerimiz bunu yapmaktadırlar.
İkincisi: Muhalifi, sözünün gerektirdiği anlamı açıklamak suretiyle reddetmek. İşte bu istenen bir durumdur. Umulur ki bu açıklamadan sonra sözündeki kötülüğü ve ucunun nereye vardığını anlar. İşte bu da bazı muhaliflerin karşı çıkmadıkları şeydir.
Bu yüzden şeyhulislam İbn Teymiyye rahimehullah, muhaliflerini reddederken sözün gerektirdiği anlamları insanların en çok kullanananıdır. Zira bu sözlerin anlamlarındaki kötülükleri açıklamanın faydaları vardır. Bunlardan bazıları, muhalifin çelişkisini ortaya koymak, ilmi bakımdan acizliğini açıklamak, onların sözün gerektirdiği bu anlamı öğrendikten sonra buna son vermelerini sağlamak ve sözlerindeki zayıflığı ortaya koymaktır.

Detaylı Cevaba Gelince;

Bu suçlamalar ve zorlamalara verilecek detaylı cevap şöyledir:

Birincisi: Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmetmeyi caiz sayma iddiası

Tekfiri gerektirmeyen durumlarda muhaliflerinden Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmetmekten dolayı tekfir etmelerini isteyenler, muhaliflerini Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmetmeyi caiz saymakla suçlamaktadırlar.
Diyorum ki, bu bir iftiradır. Buna üç açıdan cevap verilecektir:
Birincisi: Ehl-i sünnet ve’l-cemaatin ittifakıyla Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmetmeyi caiz sayan, Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmetmese dahi kâfir olur. Herhangi bir kimse İbn Baz, el-Elbani ve İbn Useymin rahimehumullah’ın kâfir olduklarını söyleyebilir mi?[148]
İkincisi: Bu üçü (Allah onlara rahmet etsin) bunu caiz sayanın (helal kabul edenin) kâfir olacağını açıkça ifade etmişlerdir. Onlar bunu açıkça ifade etmelerine rağmen aksiyle suçlanamazlar.
Üçüncüsü: Bunu söyleyen iki meseleyi birbirine karıştırmıştır:
1- Konumuz olan tekfir. Bu konuda muhalifle tartışma vardır.
2- Günahkâr sayma. Bu konuda ihtilaf yoktur. Karşı taraf ise bu konuda tartışma olduğunu düşünmektedir.

İkincisi: Tekfir kapısını kapatma iddiası

Tekfiri gerektirmeyen durumlarda muhaliflerinden Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmetmekten dolayı tekfir etmelerini isteyenler, muhaliflerini tekfir kapısını tamamen kapatmakla, küfrün varlığını inkâr etmekle suçlamaktadırlar.
Diyorum ki, bu bir iftiradır. Buna iki açıdan cevap verilecektir:
Birincisi: bu meselede size muhalefet edenlerin bazı fiil ve sözlerden dolayı tekfire dair fetvaları vardır. Hatta onlar bazı muayyen şahısları da tekfir eden fetvalar vermişlerdir.
İkincisi: Bunu söyleyen iki meseleyi birbirine karıştırmaktadır:
1- Tekfir kapısını daraltmak ve bunu sadece hakkında delil gelen konulara indirgemek. Bu zaten şeriatta gelenin ta kendisidir. Muhaliflerden bazıları ise bunu istemiyorlar.
2- Küfrün varlığını tamamen ve detaylı olarak inkâr etmek. Bu, Ehl-i Sünnetten hiç kimsenin söylemediği bir şeydir. Muhalifler ise, kendilerine muhalefet edenlerin bu görüşte olduğunu düşünmektedirler.

Üçüncüsü: Cihadı iptal ve inkâr edip terk etme iddiası

Tekfiri gerektirmeyen durumlarda muhaliflerinden Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmetmekten dolayı tekfir etmelerini isteyenler, bu yöneticilere karşı ayaklanıp cihad etmek görüşündedirler. Muhaliflerini ise cihadı iptal ve inkâr ederek, terk etmekle suçlamaktadırlar.
Diyorum ki, bu bir iftiradır. Buna iki açıdan cevap verilecektir:
Birincisi: Bunu söyleyen doğru olmayan iki önermeye dayanmaktadır:
1- Küfre düşen herkesin kâfir olacağını zannetmektedir. Bu bir hatadır. Nitekim bir kimsede küfür bulunduğu halde, tekfirine mani hallerden dolayı kafir olmayabilir. Bunun açıklaması daha önce geçmişti.
2- Yöneticinin sadece küfrü sebebiyle ona karşı ayaklanmanın caiz olduğunu zannetmesi. Bu da bir hatadır. Küfür dışında güç yetirebilmek, ayaklanmanın daha büyük zararlara sebep olmaması gibi diğer şartların da bir araya gelmesi şarttır. Bu da daha önce açıklanmıştı.
İkincisi: Bunu söyleyen iki meseleyi birbirine karıştırmaktadır:
1- Cihad ibadeti şer’î kayıtlarla sınırlıdır, bu talep edilen bir iştir. Hatta amelin kabul edilmesinin iki şartından ikincisi, bunda da gereklidir. Bu ikinci şart da Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’e tabi olmaktır. Bazı muhalifler bu şartı ihlal etmektedirler.
2- Cihad ibadetinin meşru oluşunu inkar etmek: Ehl-i Sünnetten hiçkimse bunu söylememiştir. Muhalifler ise, kendilerine muhalefet edenlerin bu görüşte olduğunu düşünmektedirler.

Dördüncüsü: Mürcie’lik iddiası

Tekfiri gerektirmeyen durumlarda muhaliflerinden Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmetmekten dolayı tekfir etmelerini isteyenler, muhaliflerinin irca akidesinde olduklarını iddia edip sapık Mürcie fırkasına nispet etmekte veya irca şüphesine girmekle suçlamaktadırlar.
Diyorum ki: bu bir iftiradır. Buna üç açıdan cevap verilecektir:
Birincisi: Bu meselede kendilerine muhalefet eden ilim ehlinin kıymetini bilmemektedirler. Sanki bunu söyleyenler bu konuda kendilerine muhalefet edenlerin İmam İbn Baz, el-Elbani ve İbn Useymin rahimehumullah gibi bu asırdaki Ehl-i Sünnet imamları olduklarını bilmiyor gibidirler. Bu üçünün kıymetini bilenler ancak onları severler, onlar için dua eder, onlara saygı gösterir ve ilimlerinden istifade ederler.
Onların ilki İmam Abdulaziz b. Abdillah b. Baz rahimehullahtır. Onun İslam’ın ve Müslümanların, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat akidesinin yayılması ve bidat ehline engel olunması, kaybolmuş sünnetlerin diriltmesi hususunda yardımcısı olması sana yeter.
İkincisi İmam Muhammed Nasıruddin el-Elbani rahimehullahtır. Allah onun vesilesiyle hakka nice yardımlarda bulunmuş, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in sünnetini onun vesilesiyle korumuştur. Onun isminin sünnet ravileri olan İslam imamlarıyla birlikte anılması sana yeter. Hadis ve hadis ehli zikredilince akla Elbani de gelmektedir.
Üçüncüleri ise büyük fıkıh âlimi, dikkatli araştırmacı İmam Muhammed b. Salih İbn Useymin rahimehullahtır. Allah onun ilmini ve anlayışını faydalı kılmış, ilmine ve ömrüne bereket vermiştir.
Diyorum ki, bu üçü, kendi zamanlarında fetva imamları ve vakitlerinde söz sahibi olanlardır. Ehl-i Sünnet onları kabul etmek ve onlara güvenmek hususunda ittifak etmiştir. Hakkın taraftarları dinde imamlığı onlara teslim etmiştir. Allah onlara rahmet etsin ve razı olsun. İslam ve müslümanlar adına onlara hayırlı karşılıklar versin.
Şaşırtıcıdır ki beni, onları irca akidesi ile suçlayanlardan olmam için zorlamaya devam ediyorlar. Bilakis ben onların üstünlüğünü tanımaya ve kıymetlerinin büyüklüğünü takdir etmeye delil getirenlerden olduğumu söylüyorum.
Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim ki, Ehl-i Sünnetten olan ilim talebesi kardeşlerine, bu önder imamları savunmak için yazı yazmaya mecbur kaldığım böyle bir günün geleceğini zannetmezdim. Allah bize yeter, O ne güzel vekildir.
İkincisi: Bunu söyleyen kimse, tekfir konusunda Ehl-i Sünnet ile Mürcie arasındaki farkı bilmemektedir. Hâlbuki bu konuda ikisi arasında göklerle yer arası kadar fark vardır. Ehl-i Sünnetin itikadı ancak doğru olandır. Onun dışındaki – Mürcie gibi - bidat fırkalarının itikadı ise, Ehl-i sünnete uyduğu yerlerde bazen hak olabilir. Ehl-i sünnete muhalefet etse de tamamen batıl değildir.
Uyarı: Sapık fırkaların Ehl-i Sünnete uyduğu konularda bundan dolayı Ehl-i sünnetin kınanacağını zannedenler hata etmektedirler… Bundan dolayı bidat ehlinden bidate düşmeyen bazılarının, Ehl-i Sünnete uygun davrandığı açık bir durumdur. Hatta Ehl-i Sünnete her konuda muhalefet eden bir bidat fırkası neredeyse yoktur.
Şeyhulislam İbn Teymiyye rahimehullah Rafıziler hakkında şöyle demiştir: “Yine şunu bilmek gerekir ki, bazı insanların karşı çıktıkları kimselerin tamamen batıl olması gerekmez. Bilakis onların Ehl-i Sünnete aykırı olan sözleri ve fiilleri olduğu gibi, Ehl-i Sünnete uygun olan ve isabet ettikleri sözleri ve fiilleri de vardır. Lakin onların tek kalıp da isabet ettikleri bir mesele yoktur.”[149]
 Diyorum ki, bu fark, mürcienin küfrü gerektiren bütün fiillerde – helal sayma şartı gibi – itikadı şart koşması hususunda da ortaya çıkmaktadır. Ehl-i Sünnet ise her konuda değil, küfrü gerektiren bazı konularda tekfirde helal saymayı şart koşmaktadır.
Şayet: İtikadın şart koşulduğu küfrü gerektiren halleri tayin eden nedir? Denilirse,
Cevap: Bu konuyu tayin eden delildir. Şayet delil bir meselenin itikad gerektirmeksizin küfre götürücü olduğunu gösteriyorsa, Ehl-i sünnet bundan dolayı itikad şartı koşmadan tekfir eder. Ama delilin küfre götürücü olmasında – günahlar gibi – bunu göstermediği meselelerde Ehl-i Sünnet ancak itikadı şart koşarak tekfir eder.
Zina buna bir örnektir. Bundan dolayı tekfiri gerektiren delil gelmemiştir. Bundan dolayı Ehl-i Sünnetin bu konudaki kaidesi şudur: “Zina eden, bunu helal saymadıkça tekfir edilmez.”
Üçüncüsü: Bunu söyleyen, Mürcie’nin görüşünü ve Mürcielikten kurtaran hususları bilmemektedir. Nitekim İslam imamları söyleyenini Mürcie’den ayıran ve irca akidesinden uzak olduğunu gösteren sözleri belirtmişlerdir. Bunlar beş meselede özetlenmiştir:

Birinci Mesele: İman; Söz, İtikat ve Ameldir Diyen,  Mürcie’den Ayrılmıştır.

İmam el-Berbehari rahimehullah şöyle demiştir: “İman; söz ve ameldir, artar ve eksilir diyen kimse, irca akidesinden başından sonuna kadar, tamamen çıkmıştır.”[150]
Bu meselede asrın üç imamının sözleri ise şöyledir:
İmam İbn Baz rahimehullah Tahavi Akidesi’nde geçen: “İman; dil ile ikrar, gönül ile tasdiktir” ibaresi hakkında düştüğü notunda şöyle demiştir: Bu tarifte şüphe ve eksiklik vardır. Doğrusu Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’e göre iman; söz, amel ve itikattır, taat ile artar ve günahlarla eksilir. Ameli iman kapsamından çıkarmak mürcienin görüşüdür.”[151]
İmam el-Elbani rahimehullah Tahavi Akidesindeki aynı ibare hakkında şöyle demiştir: “Bu, Hanefilerin ve Maturidilerin mezhebi olup, Selef’e ve ümmetin cumhuruna aykırıdır.”[152]
 İmam İbn Useymin rahimehullah şöyle demiştir: “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaate göre iman; kalp ile ikrar, dil ile söylemek ve azalarla amel etmektir.”[153]

İkinci Mesele: İman Artar ve Eksilir Diyen Mürcie’den Uzaklaşmış Demektir.

İmam Ahmed rahimehullah’a “İman artar ve eksilir” diyen kimse hakkında sorulunca şöyle demiştir: “Bu kimse irca akidesinden uzaktır.”[154]
İmam el-Berbehari rahimehullah şöyle demiştir: “İman; söz ve ameldir, artar ve eksilir” diyen kimse, başından sonuna kadar, tamamen irca akidesinden çıkmış demektir.”[155]
Asrın üç imamının bu konuda söyledikleri ise şöyledir:
İmam İbn Baz rahimehullah, Tahavi Akidesinde geçen: “İman birdir, iman ehli imanın aslında eşittirler” ibaresi hakkında şöyle demiştir: “Bunda şüphe vardır. Hatta batıl bir sözdür. İman ehli eşit değildirler. Bilakis aralarında büyük farklar vardır… bu Ehl-i Sünnetin, Mürcie’nin aksine olan görüşüdür.”[156]
İmam el-Elbani rahimehullah şöyle demiştir: “Hanefiler, amelin imandan olduğu hususunda cumhura hakiki anlamda muhalefet edenlerden olmasalardı, imanın artıp eksileceği, artmasının taat ile, eksilmesinin de günah ile olduğu hususunda ittifak ederlerdi. Kitap ve Sünnetin delilleri ile seleften gelen rivayetler bunu desteklemektedir.”[157]
İmam İbn Useymin rahimehullah şöyle demiştir: “Nitekim bu, yani imanın artıp eksileceği Kur’an ve Sünnette gelmiştir. Allah Teala şöyle buyurmuştur: “İnkâr edenlere imtihan olması, kitap ehline yakîn hasıl etmesi, iman edenlerin imanlarını artırması, kendilerine kitap verilenlerin ve müminlerin şüphe etmemeleri, kalblerinde bozukluk olanların ve kâfirlerin de, "Allah bu misal ile ne demek istiyor?" demeleri için, meleklerin sayısını da belirledik.” (Müddessir 31)”[158]

Üçüncü Mesele: İmanda İstisna’yı Caiz Gören Mürcie’den Uzaklaşmıştır.

İmam Abdurrahman b. Mehdî rahimehullah şöyle demiştir: “İstisnayı (yani inşallah müminim demeyi) terk etmek irca’nın aslıdır.”[159]
Şeyhulislam İbn Teymiyye rahimehullah şöyle demiştir: “İbn Mesud ve arkadaşları, es-Sevrî, İbn Uyeyne, Kufe âlimlerinin çoğunluğu, Basra’lıların rivayet ettiğine göre; Yahya b. Said el-Kattan, Ahmed b. Hanbel ve diğer sünnet imamları gibi Hadis ashabının selefi, imanda istisna yaparlardı. Bu kendilerinden mütevatir olarak nakledilmiştir.”[160]
Yine şöyle demiştir: “İstisnayı caiz görmeyenler; Mürcie, Cehmiyye ve benzerleridir.”[161]
Diyorum ki, istisna; “İnşallah müminim” demektir. Bu, Ehl-i sünnete göre bazı hallerde caizdir. Bunlardan bazısı; kendini temize çekmekten uzaklaşmak veya amelinin kabul edildiğini kesin olarak ifade etmekten uzaklaşma halidir. Lakin Ehl-i Sünnet, bunu imanda şüphe ederek söylemeyi caiz görmez. Mürcie ise istisnayı hiçbir durumda caiz görmez.
Asrın üç imamının bu meseledeki sözleri şu şekildedir:
İmam İbn Baz rahimehullah şöyle demiştir: “İbadetlere gelince, “İnşallah namaz kıldım” “inşallah oruç tuttum” demeye bir engel yoktur. Zira bunları tam anlamıyla eda ettiğini ve kendisinden kabul edilip edilmediğini bilmemektedir. Müminler de imanlarında ve oruçlarında istisna yaparlar. Zira tam olarak yerine getirip getirmediklerini bilmemektedirler. Onlardan biri “İnşallah oruç tuttum” ve “İnşallah müminim” diyebilir.”[162]
İmam el-Elbani rahimehullah Hanefileri reddederek şöyle demiştir: “Bundan dolayı hepsi de taassuplarında aşırı giderek imanda istisna yapanın kafir olduğunu söylerler. Bundan sonra bu ihtilafın hakiki olduğunda şüphe edilebilir mi?”[163]
İmam İbn Useymin rahimehullah istisna hakkında şöyle demiştir: “Kişi; “Ben inşallah müminim” dediğinde kastettiği şey teberrük ise veya “Allah’ın dilemesiyle iman ettim” diyorsa, bu doğrudur, bunda bir sorun yoktur, caizdir.”[164]

Dördüncü Mesele: Küfür Söz ile Veya Amel ile Olabilir Diyen Kimse Mürcie’den Ayrılmıştır.

Onlar amelleri imandan saymadıkları için – onlara göre - kuvvet ve zayıflık imana etki etmez. Bundan dolayı Mürcie’ye göre itikad (helal saymak) dışında küfre yol yoktur.
Şeyhulislam İbn Teymiyye rahmetullahi aleyh Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’e söveni tekfir konusunda helal saymayı şart koşan hakkında şöyle demiştir:
“Ümmetin selefinin ve onlara tabi olan sonrakilerin mezhebine göre, bu gibi sözler etmenin kendisinin küfür olduğu ortaya çıktığından bu sözleri söyleyen kimse helal saysın veya saymasın fark etmez. Bunun delili, peygambere sövenin küfrü hakkındaki ilk meselede zikredilen delildir… Kelamcıların veya onların adımlarını takip eden fakihlerin kuruntularını gerektiren bu şüphenin kaynağı, onların imanı; Rasulün haber verdiklerini tasdik olarak görmeleri, dolayısıyla ona sövmenin ve hakaretin, onun doğruluğuna inanmaya aykırı olmadığı görüşünde olmalarıdır… Mürcie’nin çelişkisi de buradan kaynaklanmaktadır. Onlar imanın itikad ve sözden ibaret olduğunu söyleyenlerdir. Onların aşırısı olan Kerramiye, imanın, itikad olmasa da sadece söz olduğunu söyler.”[165]
Asrın üç imamının bu konuda söyledikleri şu şekildedir:
İmam İbn Baz rahmetullahi aleyh, Tahavi Akidesinde geçen “Kul, imana girdiği şeyi inkâr etmedikçe imandan çıkmaz” ibaresi ile ilgili olarak şöyle demiştir: “Bu sınırlamada şüphe vardır… Nitekim âlimlerin “Mürtedin Hükmü” babında açıkladıkları pek çok sebepten dolayı, inkar olmaksızın da İslam’dan çıkılmaktadır. İslam’a veya Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’e hakaret etmek bunlardandır.”[166]
İmam el-Elbani rahmetullahi aleyh İbn Kayyım rahmetullahi aleyh’in sözünu özetleyip kabul ederek şöyle demiştir:
“İbn Kayyım rahmetullahi aleyh küfrü iki çeşit olarak ifade etmiştir: Amel ile küfür ve inkâr ve itikad ile küfür. Amel ile küfür de; imana zıt olan ve zıt olmayan diye ayrılır. Puta secde, Mushaf’a hakaret, peygamberi öldürmek ve sövmek imana zıt olan küfür amelleridir.”[167]
Yine şöyle demiştir: “Bazı ameller vardır ki, bunları işleyen itikadi küfürle tekfir edilir. Zira bunlar kesin bir delalet ile küfrü gösterir.”[168]
İmam İbn Useymin rahmetullahi aleyh tekfirin şartlarını sayarken şöyle demiştir: “Kitap veya sünnet bu sözün veya fiilin küfrü gerektirdiğini gösterir.”[169]

Beşinci Mesele: Zulmetseler Dahi Yöneticileri Dinlemek Ve İtaat Etmek Gerektiğini Söyleyen Mürcie’den Ayrılır.

  Onlar zulmeden yöneticiyi dinleyip itaat etmeyi değil, kılıçla ayaklanmayı gerekli görürler.
İmam Abdullah b. Tahir rahmetullahi aleyh Mürcie hakkında şöyle demiştir: “Muhakkak ki sizler bu topluluğa cahillikle buğz ediyorsunuz. Ben ise onlara bilerek buğz ediyorum. Birincisi; onlar yöneticiye itaati gerekli görmezler. İkincisi; onlara göre imanın bir kıymeti yoktur. Vallahi ben: “İmanım Ahmed b. Hanbel’in imanı gibidir” diyemem. Onlar ise “Bizim imanımız Cibril ve Mikailin imanı gibidir” derler.”[170]
İmam Sufyan b. Uyeyne ve el-Evzaî rahmetullahi aleyhima şöyle demişlerdir: “Mürcie’nin görüşü; yöneticiye karşı kılıçla ayaklanmaktır.”[171]
İmam Sufyan es-Sevrî rahmetullahi aleyh şöyle demiştir: “Mürcie şöyle der: “İman; amel olmaksızın sözdür. “Şehadet ederim ki, Allah’tan başka ilah yoktur, Muhammed O’nun kulu ve rasulüdür” diyen onlara göre imanını tamamlamış bir mümindir ve onun imanı Cibril ve meleklerin imanı gibidir. Şunu ve şunu öldürse de mümindir. Cünüplükten gusletmese bile mümindir. Namazı terk etse bile mümindir.” Yine onlar kıble ehline karşı kılıç çekmek görüşündedirler… Eğer sana bu konuda imamın kimdir? Denilirse, Süfyan es-Sevrî’dir de.”[172]
Asrın üç imamının bu meselede söyledikleri de şu şekildedir:
İmam İbn Baz rahmetullahi aleyh şöyle demiştir: “Müslümanların yöneticilerine, Allah’a isyan hususunda değil de, meşru olan hususlarda itaat etmeleri gerekir. Şayet günah olan bir şey emrederlerse onlara itaat edilmez. Lakin bu sebeple onlara karşı ayaklanmak caiz değildir.”[173]
İmam el-Elbani rahmetullahi aleyh, Tahavi Akidesindeki: “Onlara itaati Allah Azze ve Celle’ye itaat gibi farz görüyoruz” ifadesine not olarak şöyle demiştir: “Buradan açıkça anlaşılıyor ki bu durum müslümanların kendilerinden olan yöneticileri hakkındadır. Zira Allah Azze ve Celle şöyle buyurmaktadır: “Allah’a itaat edin, rasulüne itaat edin ve sizden olan yetki sahiplerine de.” (Nisa 59)”[174]
İmam İbn Useymin rahmetullahi aleyh şöyle demiştir: “İdareciler her günah işledikleri zaman, içki içseler de, zina etseler de, insanlara zulmetseler de onlara karşı ayaklanmak caiz değildir.”[175]
Diyorum ki; Bunlar Mürcieden nakledilen ve Ehl-i Sünnetin reddettiği esaslardır. Birçok ilim talebesi bunları bilmediklerinden kendilerine muhalefet edenleri, onlar mürcielerin görüşlerinden bir şey taşımasa da mürcielikle suçlamaya başlamışlardır. Selef’in, kişiyi mürcielikten uzaklaştırdığını belirttikleri sözleri ve sonra da mürcielikle suçlanan asrımızın imamlarının sözlerini görmüş oldun. Ey insaf sahipleri, size Allah için soruyorum: Mürcieliğin esaslarını kim daha iyi bilir? Selef mi, yoksa şu ilim talebeleri mi? Yoksa bunların bizim selefimizden başka selefleri mi var? “Eğer doğru sözlülerdenseniz bilgi ile bana haber veriniz” (En’am 143)
Sonra diyorum ki, bundan daha kötüsü, bazı ilim talebelerinin bazı meselelerdeki tercihlerine ve içtihatlarına Ehl-i Sünnet’in esası gibi dayanmaları, sonra da onu Ehl-i Sünnet ile Mürcie arasındaki fark olarak saymalarıdır. Böylece muhaliflerini Mürcie diye isimlendirmektedirler. Tıpkı tembellikle namazı terk eden kimse örneğinde olduğu gibi. Ben namazın terkinin büyük küfür olduğu görüşündeyim, ancak bu mesele önceki Ehl-i Sünnet âlimleri arasında ihtilaflı bir mesele olmasından ötürü bunun Mürcie’likle uzaktan yakından bir alakası yoktur. Buna çok dikkat edin!

Dördüncü Konu: Muhaliflerin Delil Getirdikleri En Önemli Konularda Cevaplar

Bunlar on dört delildir:

Birinci Delil:

Allah Tebarek ve Teâla şöyle buyurmuştur: “Kim Allah’ın indirdikleri hükmetmezse işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.” (Maide 44)
Şayet: “Yöneticiler Allah’ın indirdiklerinden başkasıyla hükmettikleri için ayetin belirttiği gibi kâfir olmuşlardır” denilirse,
Cevap: Burada zikredilen küfür, büyük küfür değil, küçük küfürdür. Bunun delili şu üç meseledir:
1- Ehl-i Sünnet bu ayette zahirindeki anlamın kastedilmediğinde icma etmiştir. (Daha önce bu açıklanmıştı)
2- İbn Abbas radıyallahu anhuma bu ayette zikredilen küfrün küçük küfür olduğunu açıklamıştır.
3- Tabiinden bazıları (İbn Abbas’ın öğrencileri – Allah onlara rahmet etsin - ) bu ayette zikredilen küfrün dinden çıkaran küfür olmadığını açıklamışlardır. Onların asrında bu açıklamaya muhalefet eden kimse olmamıştır.
Diyorum ki, Abdullah b. Abbas radıyallahu anhuma bu ayetin tefsiri hakkında hiçbir şey söylememiş olsaydı bile, Tavus ve Ata’dan – rahmetullahi aleyhima - sabit olan açıklamalar, onlara muhalefet eden kimse olmaması sebebiyle yine hüccet olurdu.[176] Bunu aklında tut. 
Şayet; “Küfür kelimesi mutlak olarak kullanıldığında bundan büyük küfrün kastedilmesi esastır. Zira bir şey mutlak olarak zikredilince onun tam hali kastedilir” denilirse,
Cevap: Bunu söylemenin bir faydası yoktur. Zira bu ayette küçük küfrün kastedildiğini İbn Abbas radıyallahu anhuma ve arkadaşları açıklamıştır. Asırlarında onlara muhalefet eden olmamıştır.
Şayet: “Şeyhulislam İbn Teymiyye rahimehullah “el-Kufr” şeklinde belirlilik takısı olan elif-lam ile gelen küfür kelimesi ile ancak büyük küfrün kastedilmiş olduğunu belirterek şöyle demiştir: “Belirlilik takısı ile gelen el-Kufr kelimesi, bilinen küfür yani dinden çıkaran küfür hakkında kullanılır”[177] denilirse
Cevap: İbn Teymiyye rahmetullahi aleyh’in burada zikrettiği mastar olan “el-kufr” kelimesi ile ayette ism-i fail olarak gelen “el-kâfir” arasında fark vardır. Zira mastar sadece fiile delalet eder. İsm-i fail ise hem fiile hem de o fiili işleyene delalet eder.
Bundan dolayı, Şeyhulislam İbn Teymiyye rahmetullahi aleyh’in bizzat kendisi Maide 44. Ayetinde kastedilen küfrün küçük küfür olduğunu bazı sünnet imamlarının, hatta selefin genelinin görüşü olarak saymıştır.
İmam İbn Useymin, İmam el-Elbani’nin – rahmetullahi aleyhima – cevabına not olarak şöyle demiştir: “Şeyhulislam İbn Teymiyye’nin; “Küfür kelimesi belirlilik takısı ile gelirse büyük küfür kastedilir” şeklindeki sözünü,  işte onlar kâfirlerdir” (Maide 44) ayetinden dolayı tekfire delil getirmek, kötü anlayıştandır. Hâlbuki ayette “el-kufr” kelimesi geçmiyor. Doğrusu Şeyhulislam İbn Teymiyye rahmetullahi aleyh nekra (belirsiz) gelen “küfr” kelimesi ile marife (belirlilik takısı olan el- takısı) ile gelen “el-küfr” kelimelerinin arasındaki farkı açıklamıştır. Ama vasıflamaya gelince, dinden çıkarmayan küfrü anlatmak için “ha ulâi kafirun” (işte onlar kâfirlerdir) de deriz, “ha ulâi’l-kafirun” da deriz. Fiili anlatmak ile faili anlatmak arasında da fark vardır.”[178]

İkinci Delil:

Allah Azze ve Celle şöyle buyurmuştur: “Fakat hayır; Rabbine yeminler olsun ki onlar, aralarında çekişlikleri şeyler hakkında seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden dolayı içlerinde hiçbir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyet göstermedikçe îman etmiş olmazlar.” (Nisa 65)
Şayet: “Allah, şeriate muhakeme olmayanlardan iman vasfını kaldırmıştır. Bu da küfrü gerektirir” denilirse,
Cevap: Burada kaldırılan vasıf imanın aslı (tümü) değil, kemalidir. Ayet imanın ortadan kalkacağına değil, eksileceğine hükmetmektedir.
Bunun açıklaması; şeriatta iman vasfının kaldırılması ile onun aslı (tamamı) değil,  kemali kastedilmiştir.
Bunun örnekleri; Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem; “Sizden biriniz kendisi için sevdiği şeyi kardeşi için de sevmedikçe iman etmiş olmaz”[179] sözüdür. Yine şöyle buyurmuştur: “Vallahi iman etmemiştir, vallahi iman etmemiştir, vallahi iman etmemiştir” denildi ki; “Kim ey Allah’ın rasulü?” bunun üzerine şöyle buyurdu: “Komşusunu kötülüklerinden güvende kılmayan kimse”[180]
Diyorum ki, bunu anladıysan, bu ayetten dolayı tekfirde acele etmemek gerektiğini de anlamışsındır. Şunu iyi bil ki, ayette kaldırılan iman vasfını, imanın aslı ile kemali arasında değiştiren sebepler vardır. Bu konudada iki hususa dikkat edilir;
Birinci sebep: Ayette iman vasfının kaldırılması üç kişi hakkında söz konusu olmuştur:
1-  Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’e muhakeme olmayan
2- Gönlünde Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in hükmüne karşı sıkıntı hisseden
3- Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in hükmüne teslim olmayan
Diyorum ki, ayette iman vasfının kaldırılmasını imanın aslına yorumlayanların (imanın tamamen kaldırıldığına hükmedenlerin) bu üç sınıfı da tekfir etmeleri gerekir. Hâlbuki ikinci ve üçüncü maddede zikredilenlerin kâfir olmayacaklarına deliller vardır. Bunun apaçık delillerinden iki tanesi şu şekilde:
Birincisi; Enes b. Malik radıyallahu anh şöyle demiştir: “Mekke fethedildiğinde Kureyş arasında ganimetler taksim edildi. Ensar dedi ki: “Bu gerçekten hayret vericidir! Onların kanlarını bizim kılıçlarımız döktü, ganimetler ise şunlara veriliyor!” Bu söz Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’e ulaşınca onları topladı ve şöyle dedi: “Sizden bana ulaşan şu sözler neyin nesidir?” onlar da yalanlamayarak: “Neyse odur” dediler. Buyurdu ki: “Sizler, onların evlerine dünya ile dönmesinden, sizlerin ise evlerinize Allah’ın rasulü ile birlikte dönüyor olmanızdan razı değil misiniz? Şayet insanlar bir vadiye veya bir mahalleye, Ensar da başka bir vadiye veya başka bir mahalleye gidecek olsa, muhakkak ki ben Ensar’ın vadisine veya Ensar’ın mahallesine giderdim.”[181] Dediler ki: “Ey Allah’ın rasulü, artık razı olduk”[182]
Diyorum ki; Allah Ensar’dan ve Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’in bütün sahabelerinden razı olmuş ve onları razı etmiştir. Onlardan daha iyi, imanlarında daha doğru, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in onlardan daha çok sevdiği yoktur.
İkincisi: Aişe radıyallahu anha hadisidir; “Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’in eşleri, Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’e Ebu Kuhafe’nin kızı (Aişe radıyallahu anha) konusunda adaletli olmasını söylemeye gelmişlerdi.[183]
Diyorum ki, Allah Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’in eşleri olan müminlerin annelerinden razı olmuş ve onları razı etmiştir.
Ayette geçen üç sınıftan ikinci ve üçüncüsünden imanın kemal vasfı kaldırıldığına göre, ilk sınıf hakkında da bu geçerlidir. İkinci ve üçüncü sınıflar tekfir edilemeyeceğine göre, ilk sınıf da (Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’e muhakeme olmayanlar da) tekfir edilemez. Zira hepsi hakkındaki tehdit tektir.
Bu hususu Şeyhulislam İbn Teymiyye rahmetullahi aleyh’in şu sözleriyle bağlayalım: “Bu ayet, haricilerin Allah’ın indirdiği ile yönetmedikleri gerekçesiyle yöneticileri tekfir etmekte getirdikleri delillerdendir.”[184] Böylece mesele aydınlığa kavuşmuştur.
İkinci sebep: - bu dikkat gerektiren bir konudur – Ayet, Bedir ashabından olan bir Ensari hakkında nazil olmuştur. Bedir ashabı, büyük küfre düşmekten korunmuşlardır.[185] Bu olay, Zübeyr radıyallahu anh ile bu adam (radıyallahu anh) arasında geçen bir dava idi. Nebi sallallahu aleyhi ve sellem Ensari’yi öfkelendiren bir hüküm verince; “O amcanın oğlu olduğu için mi böyle hükmettin?” demişti.[186]
Bedir ashabından olan bu Ensari’nin – radıyallahu anh – öfkesine bakınız! Ondan Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’in bu konudaki hükmüne tam bir teslimiyet gerçekleşmemişti.
İmam İbn Baz rahmetullahi aleyh, “Fakat hayır; Rabbine yeminler olsun ki onlar, aralarında çekişlikleri şeyler hakkında seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden dolayı içlerinde hiçbir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyet göstermedikçe îman etmiş olmazlar.” (Nisa 65) ayetiyle ilgili olarak şöyle demiştir: “Her kim (şeriattan) başka bir hükmün caiz olduğunu iddia ederse veya “İnsanların babalarına veya dedelerine yahut insanların koydukları kanunlara muhakeme olması caizdir” derse, ister doğulu ister batılı olsun fark etmez, her kim bunun caiz olduğunu iddia ederse, iman ondan kaldırılmıştır, büyük küfürle kafir olmuştur… Ama Allah’ın şeriatı ile hükmetmeyi vacip gaörüp, Allah’ın şeriatı dışındaki ona muhalif kanunlarla hükmetmeyi caiz görmezse, lakin nefsinin hevası ile, rüşvet sebebiyle, siyasi meseleler sebebiyle veya buna benzer sebeplerle Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmederse, o bunu yapmakla zalim, hatalı ve şeriata muhalif olduğunu biliyorsa, işte bu imanı eksiltir. Bu kimseden imanın kemal vasfı kaldırılmıştır. Böylece bu kimse, küçük küfürle kafir, küçük zulümle zalim ve küçük fıskla fasık olmuştur.”[187] 
Şeyhulislam İbn Teymiyye rahmetullahi aleyh şöyle demiştir: “Allah ve rasulünün iman, islam, din, namaz, oruç, taharet, hac ve benzer ismler gibi, isimlerin gereklerinden olan meseleleri nefyettiği her müsemma, ancak bu müsemmanın gereklerinden olan bir vacibin terk edilmesi sebebiyle nefyedilmiştir. Bu yüzden Allah Azze ve Celle: “Fakat hayır; Rabbine yeminler olsun ki onlar, aralarında çekişlikleri şeyler hakkında seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden dolayı içlerinde hiçbir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyet göstermedikçe îman etmiş olmazlar.” (Nisa 65) buyurmuştur. Bu gaye gerçekleşmediği sürece iman vasfı nefyedildiğinden, bu gayenin insanlara farz olduğunu gösterir. Kim bunu terk ederse tehdite muhatap olur ve cennete azaba uğramadan girmekle vaad edilen vacip iman sahiplerinden olamaz.”[188]
Yine şöyle demiştir: “Kitap ve sünnette nefyedilen ameller ancak o amelin bazı gereklerinin yerine gelmemesi sebebiyledir. Allah Teala’nın şu ayetinde olduğu gibi: “Fakat hayır; Rabbine yeminler olsun ki onlar, aralarında çekişlikleri şeyler hakkında seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden dolayı içlerinde hiçbir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyet göstermedikçe îman etmiş olmazlar.” (Nisa 65)”[189]
Şayet; “Bedir ashabının küfre düşmekten korunmasının delili nedir?” denilirse,
Cevap: Muhakkak ki Allah Teâla onlara cenneti vacip kılmıştır. Nitekim Hatıb radıyallahu anh kıssasında Nebi sallallahu aleyhi ve sellem Bedir ashabı hakkında şöyle buyurmuştur: “Allah onların durumlarından haberdar olduğundan olsa gerek, şöyle buyurmuştur; Dilediğiniz ameli işleyin, Sizlere cenneti vacip kıldım”[190]
Diyorum ki, İslam’dan çıkaran konularda onların özelliklerini ve korunmuşluklarını söylemeyen kimse, hem zikredilen hadise hem de Allah Azze ve Celle’nin şu ayetine çelişir: “Şüphesiz Allah kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz, bunun altındakilerde ise dilediğini bağışlar.” (Nisa 48, 116)
Şayet; “Bedir ashabından birinin küfre düşüp de sonra bundan tevbe etmesi, sonra da bu tevbe üzerine ölerek cennete girmesi mümkün değil midir? Böylece çelişki sözkonusu olmaz” denilirse,
Cevap: Buna iki açıdan cevap verilecektir:
1- Allah Azze ve Celle Bedir ashabını mutlak bir bağışlama ile bağışlamıştır. Bu bağışı, tevbeye bağlamamıştır. Bedir ashabı hakkındaki bu nassın mutlak olarak değerlendirilmesi, Allah Teâla’nın şart koşmadığı şeylerin şart koşulmaması gerekir.
2- Şayet bu söylenilirse, onlar hakkındaki bu üstünlüğü iptal etmiş oluruz. Zira onlar bedir savaşına katılmış olmakla bu özelliği kazandılar. İlim ehli küfür de dahil bütün günahların tevbe ile affedileceği hususunda ittifak etmişlerdir. Şayet Bedir ashabının günahının bağışlanması, tevbe şartına bağlanırsa, onları Bedir’e katılmayan başkalarından ayıran bir özellikleri kalmaz.  
Bu konuyu Şeyhulislam İbn Teymiyye rahmetullahi aleyh’in şu sözleri ile kapatıyorum: “Bedir ashabı ve benzerleri hakkında: “İstediğiniz ameli işleyiniz, sizleri bağışladım” buyrulması, küçük günahlara veya tevbeyle birlikte bağışlanmasına yorumlanırsa, onlarla başkaları arasında bir fark kalmaz. Yine hadisin küfre yorumlanması da caiz değildir. Zira küfrün ancak tevbe ile bağışlandığı bilinmektedir. Yine bunun sadece büyük günahlardan sakınmak suretiyle bağışlanan küçük günahlara yorumlanması da caiz değildir.”[191]
Şayet: “Ayette şeriata muhakeme olmayanlardan iman vasfı kaldırılıyor, bu hükmün bu sahabi hakkında sabit olması gerekmez, zira belirli bir şahsın tekfirinde şartlar ve engeller sözkonusudur” denilirse,
Cevap:  Bu belirli sahabeyi diğerlerinden ayıran özelliği, hakkında ayet indirilmiş olmasıdır. Ayetin kim hakkında indirildiğine bakmadan tefsir etmenin imkanı yoktur. Bununla beraber ayetin sebebinin özel oluşuna değil, lafzının genel oluşuna itibar edilir. Ancak ayetin kapsamına, hakkında indirildiği kimsenin girmesinin öncelikli oluşunda ihtilaf yoktur.
Şeyhulislam İbn Teymiyye rahmetullahi aleyh şöyle demiştir: “Ayetin belirli bir sebebi vardır. Eğer emir veya yasak sözkonusu ise bu, hakkında nazil olduğu o şahıs ile onun durumunda olan başkaları arasındadır. Eğer övgü veya kınama türünden bir haber sözkonusu ise, yine o şahıs ile onun durumunda olan başkaları arasındadır.”[192] 
Allame İbn Kayyım rahmetullahi aleyh şöyle demiştir: “Hükme sebep olan, hükmün kapsamı dışında bırakılıp başkalarına uygulanamaz.”[193]
Hatta Allame Zerkeşi rahmetullahi aleyh bu konuda bazılarından icma nakletmiş ve şöyle demiştir: “Sebep olanın, içtihat ve icma ile kapsamdan çıkarılması caiz değildir. Nitekim Kadı Ebu Bekr Muhtasaru’t-Takrib’de bunu nakletmiştir. Zira sebebin hüküm kapsamına girmesi kesindir.”[194]
Allah Azze ve Celle şöyle buyurmuştur: “Sana indirilen'e ve senden önce indirilenlere inandıklarını iddia eden kimseleri görmüyor musun? Aslında (fesad ve dalâlet kaynağı olan) tâğûtu inkar etmekle emrolundukları halde, yine de onun önünde muhakeme olunmak istiyorlar. Şeytan da onları, (dönüşü olmayan) uzak bir sapıklığa düşürmek istiyor.” (Nisa 60)
Şayet: “Şeriattan başkasına muhakeme olmak küfürdür. Zira Allah onun imanının iddiadan ibaret olduğunu, yani onun munafık olduğunu bildiriyor” denilirse, buna iki açıdan cevap verilecektir:
Birinci Cevap: Ayetin münafıklar hakkında nazil olduğu doğrudur. Lakin bunun anlamının iki şeye ihtimali vardır;
1- Onların imanı, tagutun hükmünü istemelerinden ötürü iddiaya dönüşmüştür. (Yani onlar münafık olmuşlardır). Muhaliflerin tutunduğu ihtimal budur.
2- Bu, iman iddiasında bulunan (münafıklar)ın sıfatlarındandır. Zira onlar taguta muhakeme olmak istemişlerdir. Müminlerin münafıklara ait sıfatlardan birisine onlara benzemesi küfrü gerektirmez. Bundan dolayı kim Allah’ın indirdiklerinden başkasıyla muhakeme olursa, münafıkların bir sıfatında onlara benzemiş olur. Başka bir delil olmadıkça bu küfrü gerektirmez. Nitekim münafıkların sıfatlarından bir diğeri olan yalan hususunda onlara benzeyen de kafir olmaz.
Diyorum ki, eğer bir meselede tekfiri gerektirmesi ihtimali ile gerektirmemesi ihtimali bir araya gelirse, bu sebepten tekfir edilmez. Zira tekfir, ihtimal üzerine kurulamaz. Bilakis ancak kesin bilgi üzere kurulur. Özellikle de, kendilerine, ancak Allah’tan başkasına muhakeme olmaları sebebiyle verilen nifak hükmü hakkında gelen delil, bunu göstermiyorsa, bu konuda ihtiyatlı olmak gerekir.
İkinci Cevap: Bu kimseler tagutun hükmünü istiyorlardı. Lakin onların bu istekleri mutlak bir istek değildi. Hatta küfrü ortadan kaldırmayan özel bir istekti. Tagutu inkâr etmek gerektiğine inanmayanın büyük küfürle kafir olduğunda şüphe yoktur. Allah Teâla şöyle buyurmuştur. “Kim tâğûtu inkar eder, Allah'a inanırsa, kopması mümkün olmayan en sağlam kulpa tutunmuş olur.” (Bakara 256)
İmam İbn Cerir et-Taberi rahmetullahi aleyh şöyle demiştir: “Davalarında “Taguta” yani saygı gösterdikleri, sözünü delil kabul ettikleri ve hükmüne razı oldukları, Allah dışında kimselere “muhakeme olmak istiyorlar. Hâlbuki onu inkâr etmekle emrolunmuşlardı.” (Nisa 60)  Yani onlara Allah’ın emrini bırakarak şeytana tabi olmak suretiyle hükmüne başvurdukları tagutun getirdiği şeyleri yalanlamaları emredilmişti.”[195]

Dördüncü Delil:

Allah Azze ve Celle şöyle buyurmuştur: “Muhakkak ki şeytanlar, dostlarına, sizinle mücadele etmelerini telkîn edeceklerdir. Onlara itaat ettiğiniz takdirde, şüphe yoktur ki, siz de müşriklerden olursunuz.” (En’am 121)
Şayet; “Allah’ın emrine aykırı hususlarda Allah’tan başkasına itaat eden şirk koşmuş olur” denilirse,
Cevap: Buna iki açıdan cevap verilecektir:
1- Ayetin zahiri, her taatin şirk olduğunu düşündürmektedir. Kastedilen ise kesinlikle bu değildir. Hatta bunu kimse söylememiştir.
2- Burada kastedilen itaat, helal ve haram saymak suretiyle itaattir. Yani onlara uyup haramı helal ve helali haram olarak inanmaktır.
Allame Abdullatif b. Abdirrahman b. Hasen rahmetullahi aleyh şöyle demiştir: “Allah Teâla’nın: “Muhakkak ki şeytanlar, dostlarına, sizinle mücadele etmelerini telkîn edeceklerdir. Onlara itaat ettiğiniz takdirde, şüphe yoktur ki, siz de müşriklerden olursunuz.” (En’am 121) ayetini düşün! Allah’ın haram kıldığını helal saymada şeytanın dostlarına itaat edenlerin müşrik olduğuna nasıl hükmediyor!”[196]

Beşinci Delil:

Allah Azze ve Celle şöyle buyurmuştur: “Yoksa onların, Allah'ın izin vermediği şeyi kendileri için dinden bir şeriat koyan ortakları mı var?” (Şura 21)
Şayet; “Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmeden, hükmünde Allah’a ortak koşmuş bir kafir olur” denilirse,
Cevap: Ayet sadece dinde değişiklik yapanın küfrüne delildir. Çünkü o, iki sıfatı bir araya getirmekle kâfir olur;
1- Teşri (şeriat koymak). Zira “onlara bir şeriat koyan” buyrulmuştur.
2- Bunun dinden olduğunu iddia etmek. Çünkü “dinden..” buyrulmuştur.
Diyorum ki, bu dinde değişiklik anlamındadır. Bunun ise küfür olduğunda icma bulunduğu daha önce anlatılmıştı.

Altıncı Delil:

Allah Azze ve Celle şöyle buyurmuştur: “O, hükmünde hiç kimseyi ortak etmez” (Kehf 26)
Şayet; “Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmeden, Allah’ın hükmünde kendisini O’na ortak tutan bir kâfirdir” denilirse,
Cevap: Buna üç açıdan cevap verilecektir:
1- Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmeden, kendi hükmünü dine nispet etmedikçe (bkz.: Tebdil) veya Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmetmenin caiz olduğuna inanmadıkça (bkz.: helal saymak) Allah’ın hükmünde ortak olmaz. Bunun dışındakilerin Allah’a hükmünde ortak koşanlar olduğunu kabul edemeyiz.
2- Ayette Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmedenin Allaha hükmünde ortak koştuğuna delil yoktur. Bilakis bundan ileri derecede yasaklama söz konusudur. Bu konuda ihtilaf yoktur. İhtilaf tekfir hususundadır.
3- Bu, zulmedenin de, Allah’a hükmünde ortak koşmuş sayılarak tekfirini gerektirir. Hâlbuki Ehl-i Sünnet zulmeden yöneticinin kafir olmayacağında icma etmişlerdir.

Yedinci Delil:

Allah Azze ve Celle şöyle buyurmuştur: “Hüküm ancak Allah’ındır.” (En’am 57, Yusuf 40, 67)
Şayet; “Kendisinden hükümler koyan, sadece Allah’a ait olan hüküm konusunda Allah ile çekişmiştir. Bu yüzden kâfir olur” denilirse,
Cevap: Buna üç açıdan cevap verilecektir:
1- Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmedenin, kendisinin buna hak sahibi olduğunu iddia etmeksizin sadece fiiliyle Allah ile çekiştiğini kabul etmek mümkün değildir.
2- Buna muhalefet edenin, Ehl-i Sünnetin, kâfir olmayacağı hususunda icma ettikleri zalim yöneticiyi de tekfir etmesi gerekir.
3- Yine buna muhalefet edenin, Ehl-i Sünnetin, kâfir olmayacağı hususunda icma ettikleri suret yapan kimseyi de tekfir etmesi gerekir.

Sekizinci Delil:

Allah Azze ve Celle şöyle buyurmuştur: “Onlar, Allah'ı bırakıp hahamlarını, rahiplerini ve Meryem'in oğlu Mesîh'i kendilerine Rab edinmişler.” (Tevbe 31)
Şayet; “Kitap ehli, âlimlerine ve rahiplerine Allah’ın indirdiği dışındaki hükümlerinde itaat ettiklerinden Allah onları, Allah dışında rabler edinmekle vasıfladı. Zira bu şirktir. Yöneticiler de Allah ile beraber mabud edinilmektedir” denilirse,
Cevap: Hahamlara ve rahiplere itaat etmek iki durumun dışına çıkmaz:
1- Onlara Allah’ın haram kıldıklarını helal, Allah’ın helal kıldığını da haram sayarak itaat etmek. Bunun dinden çıkaran küfür olduğunda ihtilaf yoktur.
2- Onlara Allah’a isyan hususunda, Allah’ın haram kıldığını helal, helal kıldığını da haram saymadan itaat etmek. Bu ise kesin olarak küfür değildir. Zira aksi halde hevalarına veya günah işlemeye davet eden günahkarlara itaat eden tüm günahkarları tekfir etmek gerekir. Yine Ehl-i Sünnetin kafir olmadıkları hususunda icma ettikleri; Allah’a isyan hususunda kocasına itaat eden kadın veya babasına itaat eden çocuğu da tekfir etmek gerekir.
Diyorum ki, bu aynı zamanda Şeyhulislam İbn Teymiyye rahmetullahi aleyh’in söylediğidir: “Âlimlerini ve rahiplerini rabler edinen bu kimseler, Allah’ın haram kıldığını helal, Allah’ın helal kıldığını da haram sayma hususunda itaat etmişlerdir. Bunlar iki durumdadırlar; birincisi; Onların Allah’ın dinini değiştirdiklerini bildikleri halde bu hususta onlara tabi olurlar. Böylece Allah’ın haram kıldığının helal olduğuna, Allah’ın helal kıldığının da haram olduğuna inanarak, önderlerinin rasulün getirdiği dine muhalefet ettiklerini bildikleri halde tabi olurlar. İşte bu küfürdür… İkincisi; helali haram, haramı helal olarak inanmak imanlarında sabittir.[197] Lakin onlar günahkârların yaptığı gibi Allah’a isyan hususunda, bunun günah olduğuna inanarak itaat ederler. İşte bunlar, diğer günahkârlarla aynı hükümdedirler.”[198]

Dokuzuncu Delil:

Allah Azze ve Celle şöyle buyurmuştur: “Üzerinde ihtilâf ettiğiniz şeyin hükmü Allah'a aittir” (Şura 10)
Şayet: “Allah’tan başkasına muhakeme olmak, Allah Azze ve Celle’nin emrine muhalefettir” denilirse,
Cevap: Bu ayet, şeriata muhakeme olmanın vacip olduğuna delalet ediyor. Bu konuda bir ihtilaf yoktur. Yine Allah’ın indirdiğinden başkasıyla muhakeme olan bu kimselerin de günahkâr olduklarında ve büyük bir günaha düştüklerinde ihtilaf yoktur. Lakin ayette tekfire delalet yoktur.

Onuncu Delil:

Allah Azze ve Celle şöyle buyurmuştur: “Onlar, yine de câhiliyye devrinin (o kokuşmuş) hükmünü mü arıyorlar? Oysa yakînen bilen insanlar için, Allah'tan daha güzel hüküm sahibi olan kim vardır?” (Maide 50)
Şayet; “Allah Azze ve Celle şeriattan başkasıyla hükmetmeyi cahiliye hükmü olarak nitelemiştir.  Bu da onun küfür olduğunu gösterir” denilirse,
Cevap: Bir şeyin Cahiliyye’ye nispet edilmesi veya Cahiliyye ehlinin amellerinden olmakla nitelenmesi küfrü gerektirmez. Bunun delili şu iki meseledir:
1- Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem, birisini kınadığı zaman Ebu Zer radıyallahu anh’e,: “Sen kendisinde cahiliye bulunan bir kimsesin” demiştir.[199]
2- Nebi sallallahu aleyhi ve sellem küfür olmadığında ittifak bulunan bazı şeyleri cahiliye amelleri olarak nitelemiştir. Soya sövmek ve ölü üzerine ağıt yakmak bunlardandır.[200]
Diyorum ki, cahiliyeye nispetten dolayı küfürle alaka kuran, Ehl-i Sünnet’in tekfir edilmemesi hususunda ittifak ettikleri; Müslümanı kınamak, soya sövmek ve ölü üzerine ağıt yakmak gibi işlerden dolayı da tekfir etmesi gerekir.
İmam Ebu Ubeyd el-Kasım b. Sellam rahmetullahi aleyh şöyle demiştir: “Allah Azze ve Celle’nin şu ayetini işitmedin mi?: “Cahiliye hükmünü mü arıyorlar?” (Maide 50) Tefsir ehline göre bu ayetin açıklaması; Allah’ın indirdiği dışında hükmeden, İslam üzere olup, bu hükmü cahiliye ehlinin hükmü gibidir. Ancak cahiliye halkı böyle hükmederler demektir. Bu tıpkı Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şu sözü gibidir: “Üç şey cahiliye işlerindendir; soya sövmek, ölü üzerine ağıt yakmak ve yıldızlardan yağmur beklemek”… Bu rivayetlerin tamamında zikredilenler – günahlar – işleyenini kâfir ya da münafık değil cahil yapar… Lakin bunun anlamı; bunların kâfirlerin amellerinden olduğunu, Kitap ve sünnette yasaklanmış bir haram olduğunu açıklamaktır.”[201] 
  İmam Buhari rahmetullahi aleyh şöyle demiştir: “Günahların cahiliye işlerinden olduğuna, şirk olmadıkça bunları işleyenin tekfir edilmeyeceğine dair bir bölüm. Nebi sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz sen, kendisinde cahiliye bulunan bir kimsesin.” Allah Teala da şöyle buyurmuştur: “Muhakkak ki Allah kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz, bunun altındakileri dilediği kimse için bağışlar.” (Nisa 48, 116)”[202]

On Birinci Delil:

Allah Azze ve Celle’nin şu ayetinin nüzul sebebi: “Sana indirilen'e ve senden önce indirilenlere inandıklarını iddia eden kimseleri görmüyor musun? Aslında (fesad ve dalâlet kaynağı olan) tâğûtu inkâr etmekle emrolundukları halde, yine de onun önünde muhakeme olunmak istiyorlar. Şeytan da onları, (dönüşü olmayan) uzak bir sapıklığa düşürmek istiyor.” (Nisa 60)
Eş-Şa’bî rahmetullahi aleyh şöyle demiştir: “Münafıklardan biri ile bir Yahudi arasında bir dava vardı. Yahudi rüşvet almayacağını bildiğinden; “Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’e muhakeme olalım” dedi. Münafık ise rüşvet alacaklarını bildiğinden; “Yahudilere muhakeme olalım” dedi. Böylece anlaşarak Cüheyne’deki bir kâhine gittiler ve ona muhakeme oldular. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu.”[203]
Şayet; “Allah, kâhine muhakeme oldukları için onların münafık olduklarına hükmetmiştir” denilirse,
Cevap: Buna üç açıdan cevap verilecektir:
1- Bu rivayet zayıftır. Zira eş-Şa’bî rahmetullahi aleyh tabiinden olup, bu rivayet mürseldir.
2- Şayet hadis sahih olsa dahi, ayet bir münafık hakkında indirilmiştir. Bir Müslümanda münafıkların sıfatlarından bir sıfat meydana gelirse, bunun büyük nifak olmasını gerektirmez. Ancak delil, nifakla nitelemenin sadece bu sıfattan (yani muhakemeden) dolayı olduğunu gösterirse o başka.
3- Burada delil, nifak vasfının bu adamda muhakeme sebebiyle gerçekleştiğini göstermemektedir. Şayet rivayet sahih kabul edilirse, kahine muhakeme olmadan önce de bu adamın münafık olduğu açıkça belirtilmektedir.

On İkinci Delil:

Ayetin nüzul sebebine dair diğer bir rivayet şu şekildedir: “İki kişi davalaştılar. Biri; “Meseleyi Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’e götürelim” derken, diğeri; “Ka’b b. Eşref’e gidelim” dedi. Sonra anlaşıp Ömer radıyallahu anh’e gittiler ve içlerinden biri kıssayı anlattı. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in hakemliğine razı olmayan adama: “Böyle mi oldu?” diye sordu. O da; “Evet” deyince, onu kılıçla öldürdü.”[204]
Cevap: Bu rivayet el-Kelbî yoluyla, Ebu Salih Bazam’dan rivayet edilmiş, o da İbn Abbas radıyallahu anhuma’dan rivayet etmiştir. Bu rivayette dört illet vardır:
1- Muhammed b. Saib el-Kelbî; terk edilmiş bir ravidir. Yahya b. Said ve İbn Mehdi onun rivayetlerini terk etmişlerdir. Hatta Ebu Hatim onun hakkında: “İnsanlar onun rivayetlerini terk etme hususunda icma etmişlerdir” demiştir.[205]
2- Bazam zayıf bir ravidir. Buhari ve İbn Hacer onun zayıf olduğunu belirtmişlerdir. Hatta İbn Adiy, onun hakkında şöyle demiştir: “Öncekiler arasında ondan razı olan hiçkimse bilmiyorum.”[206]
3- Bazam ile İbn Abbas radıyallahu anhuma arasında kesinti vardır. İbn Hibban şöyle demiştir: “Bazam, İbn Abbas radıyallahu anhuma’dan işitmediği halde ondan rivayette bulunur.”[207]
4- el-Kelbî’nin Bazam’dan rivayetlerinin hiçbir değeri yoktur. Yahya b. Main, Bazam hakkında şöyle demiştir: “Şayet ondan rivayet eden el-Kelbî ise hiçbir kıymeti yoktur.”[208]

On Üçüncü Delil:

Ayetin nüzul sebebiyle ilgili üçüncü rivayet, İbn Abbas radıyallahu anhuma’nın şu sözüdür: “Ebu Berze el-Eslemî, Yahudiler arasında, zıtlaşmalar hususunda kadılık yapan bir kâhin idi. Müslümanlardan zıtlaşan bazı kimseler de ona başvurdular. Bunun üzerine Allah Azze ve Celle, “Sana indirilene ve senden önce indirilenlere inandıklarını iddia eden kimseleri görmüyor musun?..” (Nisa 60) ayetini indirdi.”[209]
Hafız el-Heysemi rahmetullahi aleyh; “Ravileri, Sahih’in ricalidir” demiştir.[210]
Hafız İbn Hacer rahmetullahi aleyh: “İsnadı ceyyid (iyi)dir” demiştir.[211]
Şayet; “Allah Teâla, Müslümanlardan olan bu kimseleri kahine muhakeme oldukları için münafıklıkla nitelemiştir” denilirse,
Cevap: buna iki açıdan cevap verilecektir:
1- Ayetin akışı, onların münafık olduklarını gösteriyor ve münafıkların sıfatlarından birinden bahsediyor. Ne ayette ne de nüzul sebebinde, onlar hakkında nifak nitelemesinin sebebinin kâhine muhakeme olmaları olduğuna delil yoktur. Her kim onlar gibi davranırsa, onlara benzemiş olur. Münafıklara ait bir sıfatta onlara benzeyenin münafık olması gerekmez.
2- Bu kimselerin tekfiri gerektiren bir istek içindeydiler. Bu istekleri ise tagutu inkar şartına aykırıdır. Nitekim daha önce bu husus açıklanmıştır.

On Dördüncü Delil:

Hafız İbn Kesir rahmetullahi aleyh, Tatarların “Yasa” veya “Yasık” adlı kitabındaki bazı hükümlerle ilgili olarak şöyle demiştir:
“Bu tamamıyla Allah’ın peygamber olan kullarına indirdiği şeriatlere aykırıdır. Her kim peygamberlerin sonuncusu Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e indirilen muhkem şeriatı bırakır da, nesh edilmiş başka şeriatlarla hükmetmeye kalkarsa kâfir olur. O halde “Yasa”ya muhakeme olup onu öne geçirenin hali nasıl olur? Kim bunu yaparsa Müslümanların icmaı ile kafir olur.”[212]
Şayet; “Burada şeriatı terk edip başka şeylere muhakeme olanların küfrüne icma bulunduğu zikrediliyor” denilirse,
Cevap: Burada zikredilen icma sadece şu iki kişiden biri hakkındadır:
1- Allah’ın indirdiklerinden başkasıyla hükmetmeyi helal sayan
2- Allah’tan başkasının hükmünü, Allah’ın hükmünden üstün tutan.
Diyorum ki, durumu böyle olanın küfründe tartışma yoktur. Nitekim Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmetmeyi helal sayan ve başkasının hükmünü Allah’ın hükmünden üstün tutanın küfrü daha önce açıklanmıştı.
Bunun delili: İbn Kesir rahmetullahi aleyh, sadece Tatarların ve onlar gibi davrananların küfrüne dair icma nakletmiştir. Onların durumunun ise tekfiri gerektirdiğinde ihtilaf yoktur. Bunun açıklaması iki açıdan olacaktır:
Birincisi: Onlar Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmetmeyi helal saymışlardı.
Şeyhulislam İbn Teymiyye rahmetullahi aleyh onlar hakkında şöyle demiştir: “İslam dinini, Yahudilik ve Hıristiyanlık ile aynı konuma getirdiler. Bunların hepsinin de Allah’a ulaştıran birer yol olduğunu, Müslümanlardaki dört mezhep gibi olduğunu söylediler. Sonra onlardan bazıları Yahudiliği, bazıları Hristiyanlığı, bazıları da Müslümanların dinini tercih etti.”[213]
İkincisi: Onlar başkasının hükmü Allah’ın hükmünden üstün tutmuşlardır.
İbn Kesir rahmetullahi aleyh onların, Cengiz Han tarafından konulan hükümleri içeren kitabı olan “Yasık” hakkında şöyle demiştir: “Yahudilik Hıristiyanlık ve İslam dini gibi farklı şeriatlardan derlenmiş hükümlerden ibarettir. Yine birçok hükmü de kendi görüş ve hevasından almış, bunları uyulan bir din kılmış, Allah’ın kitabı ve Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in sünnetindeki hükmün önüne geçirmişlerdir. Onlardan her kim böyle yapmışsa, onlar Allah’ın ve rasulünün hükmüne dönünceye ve az ya da çok başka bir şeyle hükmetmemelerine kadar savaşılmaları gereken kâfirlerden olmuşlardır.”[214]
Diyorum ki, kim bunu iyi düşünürse, Hafız İbn Kesir rahmetullahi aleyh’in sözlerinin diğer sünnet imamlarının Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmetmeyi helal sayanlar ve başkasının hükmünü Allah’ın hükmünden üstün tutanlar hakkında naklettikleri icma ile birleştiğini anlar.
Şayet – bazılarının dediği gibi - helal saymaksızın veya üstün tutmaksızın şeriatı terk edip başkasına muhakeme olmada icma bulunsaydı, mutlaka âlimlerin bunu naklettiklerini ve benimsediklerini görürdün. Bunların İbn Kesir rahmetullahi aleyh’in asrında veya daha önce olmaları yahut ondan sonra gelmiş olmaları fark etmez. Zulmeden yöneticinin kâfir olmayacağı hakkında icma mevcutken bunun tam aksi bir icma nasıl mümkün olabilir?

İmam İbn Useymin Rahmetullahi aleyh’in Bu Konudaki Son Fetvası

Et-Tahrir Fi Meseleti’t-Tekfir Adlı; Allah’ın indirdiklerinden başkasıyla hükmetmenin hükmüyle ilgili fetva
Soru[215]:  Hamd Allah içindir. Allah’ın rasulüne salat ve selam olsun. Şehadet ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur, o birdir, ortağı yoktur.  Yine şehadet ederim ki, Muhammed O’nun kulu ve rasulüdür. Bundan sonra, telefon yoluyla sorduğum bu soru, bu ve benzerlerinin Şeyh Allame Muhammed b. Salih b. Useymin’e – Allah onu hıfz etsin – ait olan ve ücreti onun tarafından ödenen bir telefonda kaydedilmiştir.
Bu soru, ilim talebelerinin hakkında çokça tartıştığı ve yine Allame Muhammed b. Salih el-Useymin’in – Allah onu hıfzeylesin - bazı sözlerinin çokça delil getirildiği bir mesele hakkındadır. Öncelikle şeyh’e; Allahın selamı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun, Allah ilminizi artırsın, dünyada ve ahirette kıymetinizi yükseltsin diyorum.
Değerli şeyh, Allah size selamet versin, burada bir çok ilim talebesi, Allah Azze ve Celle’nin şeriatına aykırı hükümler getirip insanlara bunu emreden, insanları bununla yükümlü tutan, muhalefet edeni cezalandıran ve yerine getirenleri ödüllendiren yöneticiler konusu üzerinde duruyorlar.  Allah’ın Kitabındaki ve Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’in sünnetindeki şeriat, bunu muhalefet ve Kur’an ve sünnet nasslarına karşı koymak olarak değerlendirmektedir. Bu yönetici, bu kanunları insanlara uyguluyor. Fakat bununla birlikte Allah’ın hükmünün hak, onun dışındakilerin batıl olduğunu, hakkın ancak Kitap ve Sünnette gelen olduğunu da itiraf ediyor. Ancak şüphe veya şehvetten dolayı insanlara bu kanunları uyguluyor. Nitekim sizlerin de ve hatta insanlardan birçoğunun da bildiği üzere bunun benzeri Emevîlerde, Abbasîlerde ve insanlara emirlerde bulunan zalim yöneticilerde çok defa meydana gelmiştir. Onlar Allah Azze ve Celle’nin razı olmadığı; idarenin babadan oğula geçmesi gibi meselelerde insanları yükümlü tutmuşlardır. Nitekim Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem bunu haber vermiştir. İnsanların kötülerini kendilerine yaklaştırmışlar, hayırlılarını da uzaklaştırmışlardır. İşledikleri batıl işlerde kendilerine uyanları yaklaştırıyor, kendilerine iyiliği emredip kötülüğü yasaklayanları da uzaklaştırıyor, bazen de savaşıyorlardı…
Şayet bu zamandaki yöneticiler bu şeriatın benzerini yapsalar, insanları bununla yükümlü tuttuklarında kafir olurlar mı? Bununla beraber bunların Kitap ve Sünnet’e aykırı olduğunu ve Kitap ve Sünnette gelenin hak olduğunu itiraf etseler, sadece bu fiili işlemekle kafir olurlar mı? Yoksa bu meselede itikadına bakmak şart mıdır? Mesela insanları faizle yükümlü tutan, ülkesinde faizli bankalar açan, söylenildiği gibi bankalardan devlete vergi alan, zorunlu gecikme faizi uygulayan, ekonomisini bunun gibi şeyler üzerine kuran, kendisine sorulduğunda; “Faiz haramdır, caiz değildir” diyen, fakat ekonomi için veya başka bir sebeple gerekli gören, buna benzer mazeretler ileri süren kimsenin mazereti kabul edilir mi?  Edilmezse bu gibi kimseler tekfir edilir mi, edilmez mi?.. gençlerin bir çoğunun zât-ı âlinizden naklettikleri bilinmekle beraber, “Kim böyle yaparsa kafir olur” diyorlar. Biz bunların bütün dünya ülkelerinde az ya da çok, açık ya da kapalı olarak mevcut olduğunu düşünüyoruz. Allah’tan af ve afiyet dileriz… Sizden bu konuda bir cevap rica ediyoruz. Umulur ki Allah Subhanehu ve Teâla bununla ilim talebelerini faydalandırır. Allah Azze ve Celle bununla Allah’a davet eden devetçileri faydalandırsın. Zira ihtilafın, Allah Azze ve Celle’ye davet eden davetçilerin saflarına yaptığı etkiyi siz de biliyorsunuz.
Zât-ı âlinizden evlatlarınıza ve bu ülkede ilim talep eden öğrencilerinize sevginizi ileteceğim. Yine onlar telefon yoluyla veya başka bir vesileyle sizin sesinizi duymayı, tavsiye ve nasihatlerinizi dinlemeyi arzu etmektedirler. Bütün salih amellerin kabulünü Allah Subhanehu ve Teâla’dan dileriz.
Bu soruyu size sunan; evladınız ve öğrenciniz Yemen, Me’reb’den Ebu’l-Hasen Mustafa b. İsmail es-Süleymani’dir. Tarih: 22 Rebiu’l-evvel 1420 hicri. Allah’ın selamı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun.
Cevap:

(Giriş)

Hamd âlemlerin rabbi olan Allah’adır. Nebimiz Muhammed’e, ailesine, ashabına ve kıyamet gününe kadar onlara güzellikle tabi olanlara salat ve selam ederim. Bundan sonra.

(Fetvanın Tarihi)

Bugün 22 Rebiu’l-evvel 1420 Salı. Me’reb’den kardeşimiz Ebu’l-Hasen’in kasetteki kaydını dinledim. Selamla başlamış, ben de Allah’ın selamı, rahmeti ve bereketi senin de üzerine olsun diyorum.

(Tekfirin Tehlikesi)

Tekfir hususunda zikrettikleri şüphesiz büyük önemi olan bir meseledir. Kelimelerin anlamını kavrama ve bilme ilmini talep eden, tekfir etme veya etmemeden meydan gelen sonuçları bilenlerden başkasının sözü mutlak kullanması yakışmaz. İnsanların avamına gelince, onların bu konuda tekfir etmek ya da etmemekten bahsetmesi ancak kötülük getirir.

(Kıymetli Bir Nasihat)

Öncelikle gençlerin yönetici kâfir midir, değil midir? Ona karşı ayaklanmak caiz midir değil midir? gibi meselelerle meşgul olmamaları gerektiği görüşündeyim.
Gençler, Allah’ın kendilerine vacip kıldığı veya teşvik ettiği ibadetlere önem vermeli, Allah’ın kendilerini mekruh veya haram olarak yasakladığı şeyleri terk etmeli, aralarında uyum ve ittifakı sağlayan şeylere hırs göstermelidirler. Şunu bilsinler ki, din ve ilim konularında Sahabe – Allah onlardan razı olsun – zamanında ihtilaflar olmuş, lakin onlar fırkalara ayrılmamışlardır. Kalpleri ancak tek kalp gibi idi ve menhecleri bir idi.

(Meselenin Detayı)

Allah’ın indirdiklerinden başkasıyla hükmetme ile ilgili konuya gelince bu, Aziz Kitap’ta geçtiği gibi, üzerine hükmün bina edildiği sebeplere göre üç kısma ayrılır; küfür, zulüm ve fısk.
Şayet kişi, hakkın Allah’ın hükmettiği şekilde olduğunu bildiği halde hevasına uyarak, Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmederse kafir olmaz. Ancak ya fasık ya da zalim olur.
Kişi, ümmetin uyması için genel bir kanun koyar, bunda maslahat görürse, mesele kendisine karışık gelmiştir. Yine bu da tekfir edilmez. Zira yöneticilerin çoğu şeriat ilmi hususunda bilgisizdirler. Onlara bunu şer’î hükmü bilmeyen bir kimse ulaştırır, onlar da onu büyük bir âlim olarak gördüklerinden bu muhalefete düşerler.
Şayet şeriatı biliyor da böyle hüküm veriyor veya kanun koyuyor, bunu da ümmet için anayasa haline getiriyorsa ve bu konuda zalim olduğuna, hakkın da Kitap ve Sünnette gelen olduğuna inanıyorsa, yine bizler bu kimseyi de tekfir edemeyiz.
Biz ancak, Allah’tan başkasının hükmünü insanlar için daha uygun gören veya Allah’ın hükmüyle eşit gören kimseyi tekfir ederiz. Zira bu, Allah Azze ve Celle’nin şu ayetini yalanladığı için kâfirdir: “Allah, hükmedenlerin en iyi hükmedeni değil midir?” (Tin 8) “Onlar, yine de câhiliyye devrinin (o kokuşmuş) hükmünü mü arıyorlar? Oysa yakînen bilen insanlar için, Allah'tan daha güzel hüküm sahibi olan kim vardır?” (Maide 50)

(Tekfir ile Ayaklanmak Arasında Bağ Yoktur)

Bu meselelerden sonra, biz bir kimseyi tekfir etmemiz, ona karşı ayaklanmamızın gerektiği anlamına gelmez. Zira ayaklanmak, sessiz kalmaktan daha büyük kötülükler getirebilir. Şu an için arap olan ve olmayan ümmet arasında meydana gelenleri örnek veremeyiz.

(Kafire Karşı Ayaklanmanın Şartlarından Biri)

Ancak dinen ayaklanmanın caiz olması sözkonusu olursa, bunda da yöneticinin kuvvetine denk veya ondan üstün bir kuvvet hazırlamış olmamız da zorunludur.

(Kuvvet Olmadığı Halde Ayaklanmak Ahmaklıktır)

Ama insanlar bombalar, tanklar ve benzerlerine karşı bıçaklar ve mızraklarla ayaklanırsa şüphesiz bu ahmaklıktır, dine de aykırıdır.” Fetva burada son bulmuştur.

Kitabın Sonu

Allah’tan bütün yöneticileri hidayet etmesini, Kitabına ve peygamberinin sünnetine uygun hükümlere muvaffak kılmasını, onların tamamını hak üzerinde birleştirmesini, İslam’a ve Müslümanlara hizmet için yönlendirmesini dilerim.
Yine Allah’tan; Müslümanların sapmışlarını hidayet etmesini, ilim talebesi kardeşlerini ve hak ehlini tek kelime üzerinde toplamasını, kalplerini birleştirmesini, bana, onlara ve bütün Müslümanlara hakkı hak olarak gösterip hepimizi ona tabi olmakla rızıklandırmasını, batılı da batıl olarak gösterip hepimizi ondan uzaklaşmakla rızıklandırmasını dilerim.
Daima ve sürekli olarak, açıkta ve gizlide hamd Allah içindir. Allah, nebimiz Muhammed’e, ailesine ve ashabı üzerine salat ve selam etsin.
Allah’ın selamı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun.
Kardeşiniz: Ebu Abdirrahman Bunder b. Nayif el-Uteybî
27/1/1427 Hicrî.




[1] el-Lalkaî Şerhu Usuli İtikadi Ehli’s-Sunne ve’l-Cemaa 116
[2] Ebu Davud 4611
[3] el-Lalkaî 130
[4] el-Lalkaî 227
[5] el-Lalkai 120
[6] el-Lalkai 47
[7] el-Lalkai 49
[8] el-Lalkai 19
[9] el-Lalkai 23
[10] el-Lalkai 50
[11] el-Lalkai 29
[12] el-Lalkai 35
[13] el-Lalkai 53
[14] el-Lalkai 112
[15] el-Lalkai 261
[16] el-Lalkai 732
[17] el-Lalkai 2317
[18] Fetava 12/466
[19] es-Sarimu’l-Meslul 2/413
[20] el-Fetava 8/203
[21] el-Babu’l-Meftuh 3/126, oturum: 51 soru:1222
[22] et-Temhid 16/315
[23] el-Evsat 1/230
[24] El-Evsat 1/174
[25] el-Fetava 18/170
[26] Minhacu’s-Sunne 2/217
[27] es-Savaiku’l-Mursele 3/925
[28] Uyunu’r-Resail 1/166
[29] es-Sarimu’l-Meslul 3/971
[30] el-Fetava 2/330
[31] el-Fetava 3/267
[32] es-Sarimu’l-Meslul 3/971
[33] İgasetu’l-Lehfan 1/382
[34] el-Babu’l-Meftuh 3/97, 50. Oturum, 1198. Soru
[35] Buhari 4269, 6872
[36] Buhari 4269, 6872, Muslim 273
[37] Muslim 273
[38] Müslim 275
[39] Mealimu’s-Sunen 2/234
[40] el-Fetava 7/422
[41] 27/7/1417 tarihinde Sahihu Buhari’de İman kitabının üçüncü bölümünden ders yaparken not olarak söylemiştir. O zaman kitabı okuyan Şeyh Abdulaziz es-Siddihan idi. Allah onu başarılı kılsın.
[42] et-Temhid 16/315
[43] es-Sarimu’l-Meslul 3/971
[44] Tirmizi 1362, Nesai 3331, İbn Mace 2607
[45] Ebu Davud 4475, Nesai 3332
[46] Hafız İbn Hacer el-İsabe’de Nesai, İbn Mace, İbn Ebi Hayseme, İbnu’s-Seken, el-Baverdi ve başkalarına nispet etmiştir. Allame İbn Kayyım Zadu’l-Mead’de, İbn Ebi Hayseme’nin Tarih’ine nispet etmiştir. Derim ki: beşte bir hakkındaki ziyadeyi ne Nesai’nin el-Mucteba’sında ne de İbn Mace’nin süneninde bulamadım
[47] Zadu’l-Mead (5/15)
[48] El-isabe (1/314) Ebu Kurra İyas b. Hilal el-Muzeni radıyallahu anh’ın hal tercemesinde.
[49] Hafız İbn Kesir rahimehullah bunu Tefsir’inde (4/396) Haşr suresinin 7. Ayetinin tefsirinde söylemiştir.
[50] Bunu Tahavi rahimehullah Şerhu Meani’l-Asar’da (3/150) ifade etmiştir.
[51] Şerhu Süneni Nesai (3332 nolu hadisin şerhi)
[52] Abdullah b. Ahmed Mesail (3/1085/1498)
[53] Şerhu Meani’l-Asar (3/149)
[54] Neylu’l-Evtar (7/131)
[55] El-Fetava (7/78)
[56] Tahkimu’l-Kavanin (s.14)
[57] El-Mufredat (s.95 c,h,d maddesi)
[58] El-Kamusu’l-Muhit (1/389 c,h,d maddesi)
[59] El-Fetava (2/152)
[60] El-Fetava (2/79)
[61] Medaricu’s-Salikin (1/346)
[62] El-Fetava (4/416)
[63] El-Fetava (1/132)
[64] El-Fetava (3/267)
[65] Ahkamu’l-Kur’an (2/625) Advau’l-Beyan (1/407)
[66] El-Fetava (3/268)
[67] El-Fetava (3/267)
[68] Et-Temhid (16/358)
[69] El-Fasl (3/278)
[70] Buhari (3635)
[71] Buhari (4556)
[72] Buhari (4556)
[73] Sahihu Buhari (7369) nolu hadisten önce bunu açıklamıştır.
[74] Fethu’l-Bari (12/288) 6924  nolu hadisten önce.
[75] Et-Temhid (16/358)
[76] Tirmizi (2622) Hakim (1/7/12) Mervezi Ta’zimu Kadri’s-Salat (948)
[77] Sahihu’t-Tergib (564)
[78] Eş-Şeria (44)
[79] Et-Temhid (16/312)
[80] El-Mufhim (5/117)
[81] Bahru’l-Muhit (3/493)
[82] Hiç kimse söylememiştir sözünün iki anlama ihtimali vardır: ya haricilerin görüşünü nakletmeye gerek görmemiş ve muteber saymamıştır, ya da büyük ve küçük günahları bu ayetin genel ifadesi kapsamına almıştır. Zira Hariciler ancak büyük günah sebebiyle tekfir etmektedirler.
[83] Tefsiru’l-Menar (6/336)
[84] Et-Temhid (16/358)
[85] El-Fasl (3/278)
[86] Buhari (52) Muslim (4070)
[87] El-Fetava (7/187)
[88] El-Fetava (14/120)
[89] Silsiletu’l-Hedyi ve’n-Nur, kaset:218 dakika: 29
[90] Buhari (5953) Müslim (5509)
[91] Buhari (5954) Müslim (5494)
[92] Kurtubi Tefsiri (5/75)
[93] El-Kamusu’l-Muhit (4/400 “tagâ” maddesi)
[94] Şerhu Selaseti’l-Usul (kaset:2 ikinci yüz. Bu kaset Riyad’da el-Berideyn tarafından yayınlanmıştır.)
[95] İ’lamu’l-Muvakkiîn (1/50)
[96] El-Kavlu’l-Mufid (1/30)
[97] Nuzhetu’l-A’yuni’n-Nevazir (s.410, tagut bölümü)
[98] El-Fetava (16/565)
[99] El-Mufredat (s.108 tagâ maddesi)
[100] Ed-Dureru’s-Seniyye (1/137)
[101] Şerhu Selaseti’l-Usul (s.151)
[102] El-Fetava (7/124)
[103] Allah ona rahmet etsin, burada kastettiği şey şudur: dinî hükme aykırı veya uygun olması ifadesinde bu kanunun kaynağında bu hâkimin kanunu kendisinin mi koyduğu yoksa başkasından mı aldığına bakılmaz.
[104] Fitnetu’t-Tekfir (s.25, dipnot 1) (Bu risale daha önce tarafımdan terceme edilip Ey İnsanlar yayınları tarafından “Tekfir Fitnesi” adıyla yayınlanmıştır. – çeviren-)
[105] El-Fetava (16/461)
[106] El-Fetava (29/42)
[107] El-Fetava (20/217)
[108] El-Fetava (16/461)
[109] El-Fetava (12/466)
[110] Ed-Dureru’s-Seniyye (1/102)
[111] Sahihu Muslim (4415)
[112] Buhari (4556)
[113] Buhari (4556)
[114] Buhari (3635)
[115] Et-Temhid (14/9)
[117] El-Fetava (2/143)
[118] Bu fetvanın tam metni kitabın sonuna doğru gelecektir.
[119] Fetvası için bkz.: Selefiyye dergisi, sayı 6, sayfa 34-42
[120] El-Fetava (9/124)
[121] Fitnetu’t-Tekfir adlı risaleye bakınız.
[122] Uyunu’r-Resail (2/605)
[123] Uyunu’r-Resail (2/603)
[124] el-Fetava (7/350)
[125] el-Fetava (7/312) İmam Ahmed’e bu ayetteki küfür sorulunca şöyle demiştir: “Bu dinden çıkarmayan küfürdür.” Bkz.: Şeyhulislam İbn Teymiyye el-Fetava (7/254)
[126] El-Fetava (7/312)
[127] El-Fetava (7/522)
[128] El-Fetava (7/350)
[129] Medaricu’s-Salikin (1/345)
[130] El-Fetava (6/250)
[131] Şeyhulislam İbn Teymiyye rahimehullah şöyle demiştir: “Tefsire gelince, insanlar içinde bunu en iyi bilenler Mekke’lilerdir. Zira onlar Mucahid, Ata b. Ebi Rabah, İkrime gibi İbn Abbas radıyallahu anhuma’nın öğrencileridir. Yine onun öğrencilerinden Tavus, Ebu’ş-Şa’sa, Said b. Cubeyr gibilerdir.” El-Fetava (13/347)
[132] Şeyhulislam İbn Teymiyye rahimehullah şöyle demiştir: “Kuran ve sünnette bir tefsir bulamazsak sahabelerin sözlerine bakarız. Zira onlar bunu en iyi bilenlerdir. Zira Kur’anın nazil oluşuna, onunla ilgili özel durumlara şahit olmuşlardır. Onların anlayışları tam, ilimleri sahih, amelleri Salihtir. Özellikle de raşid halifelerden dört imam ve Abdullah b. Mesud gibi hidayet imamları olan âlimlerinin ve büyüklerinin… Onlar arasında ilim denizi olan, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in amcasının oğlu ve Kur’an tercümanı İbn Abbas radıyallahu anhuma vardır. Nebi sallallahu aleyhi ve sellem onun hakkında: “Allah’ım! Onu dinde anlayışlı kıl ve ona te’vili öğret” diyerek dua etmiştir. İbn Cerir şöyle der: bize Muhammed b. Beşşar, Veki’den haber vererek rivayet etti, dedi ki; bize Sufyan haber verdi, o el-A’meş’ten, o Muslim’den, o da Mesruk’tan rivayet etti; Abdullah – yani İbn Mesud – radıyallahu anh dedi ki: “İbn Abbas Kur’anın ne güzel bir tercümanıdır.” Sonra Yahya b. Davud’dan, o da İshak el-Ezrak’tan, o Sufyan’dan, o da el-A’meş’ten, o da Muslim b. Subeyh Ebi’d-Duha’dan, o da Mesruk’tan, o da İbn Mesud radıyallahu anh’den şöyle dediğini rivayet etti: “İbn Abbas radıyallahu anhuma Kur’an’ın ne güzel bir tercümanıdır.” Sonra Bundar’dan, o Cafer b. Avn’dan, o da el-A’meş’ten aynısını rivayet etti. Bu rivayetin İbn Mesud radıyallahu anh’e kadar ulaşan isnadı sahihtir. O, İbn Abbas radıyallahu anhuma hakkında bu ifadeyi kullanmıştır. İbn Mesud radıyallahu anh, sahih rivayete göre 33 yılında vefat etmiştir. İbn Abbas radıyallahu anhuma ondan sonra 36 yıl yaşamıştır. Onun İbn Mesud radıyallahu anh’den sonra elde ettiği ilmi ne zannediyorsun? El-A’meş, Ebu Vail’den şöyle dediğini nakletmiştir: “Ali radıyallahu anh, Abdullah b. Abbas radıyallahu anh’ı hac görevi için vekil tayin etmişti. İnsanlara hitap ederek hutbede Bakara suresini – diğer rivayete göre Nur suresini – okudu ve tefsir etti. Öyle bir açıkladı ki şayet bu açıklamaları Rumlar, Türkler ve Deylem’liler işitseydi Müslüman olurlardı.” (el-Fetava 13/364)
[133] Tefsiru Abdirrazzak (1/186/713)
[134] Müslim (224)
[135] : Burada kastedilenin küçük küfür olduğu bizzat İbn Abbas  radıyallahu anhuma’nın kendisinden sabit olmuştur. Bazıları bunun en sağlam isnadının sadece Hişam b. Huceyr el-Mekki yoluyla geldiğini zannediyorlar. Bunun sebebi Ebu Katade el-Filistini adlı yazarın saptırmalarıdır. Bu zata hüsnü zan edenler yanılgıya düşmektedir. Bu konudaki tahkikimden bir bölümünü nakledeyim:
ÍóÏóøËóäóÇ ÇáúÍóÓóäõ Èúäõ ÃóÈöí ÇáÑóøÈöíÚö¡ ËäÇ ÚóÈúÏõ ÇáÑóøÒóøÇŞö¡ ËäÇ ãóÚúãóÑñ¡ Úóäö ÇÈúäö ØóÇæõÓò¡ Úóäú ÃóÈöíåö¡ ŞóÇáó: ÓõÆöáó ÇÈúäõ ÚóÈóøÇÓò İöí Şóæúáöåö: " æóãóäú áóãú íóÍúßõãú ÈöãóÇ ÃóäúÒóáó Çááóøåõ İóÃõæáóÆößó åõãõ ÇáúßóÇİöÑõæäó " ¡ ŞÇá:"åöíó ßóÈöíÑóÉñ"
İbn Ebi Hatim Tefsir’inde (4/484 no: 6468); el-Hasen b. er-Rabî’ – Abdurrazzak – Ma’mer – İbn Tavus – babası isnadıyla rivayet ediyor: “İbn Abbas’a
Kim Allah’ın indirdikleriyle hükmetmezse onlar kafirlerdir” (Maide 44) ayeti soruldu. Dedi ki: “O kebiredir (büyük günah kastedilmiştir)” Ravileri güvenilirdir. İsnadı sahihtir.
ÍóÏóøËóäóÇ ãõÍóãóøÏõ Èúäõ ÚóÈúÏö Çááóøåö Èúäö íóÒöíÏó ÇáúãõŞúÑöÆõ¡ ËäÇ ÓõİúíóÇäõ¡ Úóäú åöÔóÇãö Èúäö ÌõÍóíúÑò¡ Úóäú ØóÇæõÓò¡ Úóäö ÇÈúäö ÚóÈóøÇÓò¡ İöí Şóæúáöåö: " æóãóäú áóãú íóÍúßõãú ÈöãóÇ ÃóäúÒóáó Çááóøåõ İóÃõæáóÆößó åõãõ ÇáúßóÇİöÑõæäó " ¡ ŞÇá:"áóíúÓó åõæó ÈöÇáúßõİúÑö ÇáóøĞöí íóĞúåóÈõæäó Åöáóíúåö".
İbn Ebi Hatim Tefsirinde (4/485 no: 6467): Muhammed b. Abdillah b. Yezid el-Mukri – Sufyan – Hişam b. Huceyr – Tavus – İbn Abbas isnadıyla; İbn Abbas radıyallahu anhuma
Kim Allah’ın indirdikleriyle hükmetmezse onlar kafirlerdir” (Maide 44) ayeti hakkında dedi ki: “İddia ettikleri küfür kastedilmemiştir.”
isnadında Hişam b. Huceyr el-Mekki hakkında olumlu ve olumsuz sözler vardır. Cerh ve tadil konusunda ihtilaf bulunan raviler hakkında son söz için İbn Hacer'in Takrib'i, ve Hafız Zehebi'nin Kaşif'ine bakılır. Hafız İbn Hacer Takrib'de: "Saduktur, yanılmaları vardır" demiştir. Zehebi Kaşif'te: sika (güvenilir) demiştir. Ayrıca Zehebi onun ismini, güvenilir oldukları halde eleştirilen ravilere dair Men Tukellime Fih adlı kitabında zikretmiştir. Hişam b. Huceyr; Buhari ve Muslim ricalinden olup, hakkında yapılan cerh mücmel olduğundan bu konuda muhaddisler, tevsik edilen bir ravinin mücmel cerhine itibar etmezler. Ebu Katade gibi bu ilmin inceliklerinden habersiz olanların iddialarına da itibar edilmez. Bu isnad hasendir. Diğer rivayet yollarıyla sahih ligayrihidir. Allah en iyi bilendir.
ãä ØÑŞ Úä ÓİíÇä ÇáËæÑí Úä ãÚãÑ Úä ÇÈä ØÇæÓ Úä ÃÈíå ŞÇá: ŞÇá ÑÌá áÇÈä ÚÈÇÓ İí åĞå ÇáÂíÇÊ (æãä áã íÍßã ÈãÇ ÃäÒá Çááå) İãä İÚá åĞÇ İŞÏ ßİÑ¿ ŞÇá ÇÈä ÚÈÇÓ: ÅĞÇ İÚá Ğáß İåæ Èå ßõİúÑñ¡ æáíÓ ßãä ßİÑ ÈÇááå¡ æÇáíæã ÇáÂÎÑ¡ æÈßĞÇ¡ æßĞÇ.
İbn Nasr Tazimu Kadri's-Salat (2/571-572) Taberi Tefsirinde (6/256) Tahavi Müşkilu'l-Asar (2/318) Sufyan es-Sevri Tefsir (1/101): Sufyan es-Sevri - Ma'mer - İbn Tavus - babası (Tavus el-Yemani) tarikiyle rivayet ediyor: “Bir adam İbn Abbas radıyallahu anhuma'ya "Kim Allahın indirdiği ile hükmetmezse..” ayetlerini söyledi ve: "Kim böyle yaparsa kafir mi olur?" diye sordu. İbn Abbas dedi ki: "Bunu yaparsa küfretmiş olur lakin Allah’ı, ahiret gününü, şunu ve şunu inkâr eden kâfir gibi değil!"
Bu isnad sahihtir. Süfyan es-Sevri'den gelen bu rivayette son cümlenin tamamı İbn Abbas'a isnad edilmektedir. Başka tarikinde Tavus'un da bu açıklamayı yapmış olmasında bir işkâl yoktur. Burada ihtimal söz konusu ise istidlal batıl olur kaidesini işletmeye çalışanlar komik bir duruma düşmektedirler. Tavus, İbn Abbas radıyallahu anhuma'dan işittiğini de söylemiştir. Ayrıca, ravinin rivayet hakkında yaptığı açıklama usul ilminde kararlaştırılan kaideye göre, başkalarının yorumundan daha önceliklidir. Nitekim Tavus bu açıklamayı, İbn Abbas’tan işittiğini de açıkça ifade etmiştir.
Görüldüğü gibi rivayetin İbn Abbasa nisbeti sahihtir. Sahabeden hiç kimse bu tefsire aykırı bir söz etmediğinden, bir ayetin tefsiri hakkında sahabe sözü merfu hükmünde olur. Son günlerde bazıları İbn Mesud radıyallahu anh’ın: “Hükümde rüşvete gelince bu küfürdür” demesini, İbn Abbas radıyallahu anhuma’nın tefsirine aykırı olarak ele almaktadırlar. Halbuki, İbn Mesud radıyallahu anh, rüşvetin büyük bir günah olduğunu, ama hükümde rüşvetin daha ağır bir suç olduğunu dile getirmiştir. Zira İbn Mesud radıyallahu anh’e sorulan soru ve onun verdiği cevap, hüküm hakkında değil, rüşvet hakkındadır. İbn Mesud radıyallahu anh rüşvetin hüküm konusunda olduğu zaman daha çirkin olacağını, tıpkı Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’in bazı büyük günahları “küfür” sözüyle ifade etmesi gibi bir ifade ile belirtmiştir. Nitekim İbn Mesud radıyallahu anh’ın “Hükümde rüşvet küfürdür” sözüyle kastettiği anlam; Allah’ın dininde helal olan bir şeyi rüşvet sebebiyle haram saymak yahut haram olanı rüşvet sebebiyle helal saymanın dinden çıkaran bir küfür olmasıdır. Bu ise İbn Abbas radıyallahu anhuma’nın sözüne zaten aykırı değildir. Çünkü burada itikad sözkonusudur. Ehl-i sünnete göre rüşvetin küfür olmayıp büyük günahlardan olduğunda herhangi bir ihtilaf yoktur. Nitekim gerek bunu nakleden Taberi, gerekse Ehli Sünnet akidesine dair eserler yazan İbn Batta, Ebu Bekir el-Hallal gibi âlimler ve hatta bu sözü kendi aleyhlerine delil kabul eden hariciler dahi bu sözü başka bir anlama yorumlamamışlardır. Evet, Taberi bu sözü, Maide 44. Ayetinde geçen küfrün küçük küfür olduğunu ifade edenler bölümünde zikretmiş, İbn Batta ve el-Hallal da, bu sözü haricilerin Maide 44. Ayetini kendi lehlerine kullanmalarına reddiye sadedinde, aslı itibarıyla küfür olmayan bazı ameller hakkında da “küfür” ifadesinin kullanıldığını ispatlamak için nakletmişlerdir.
[136] El-Mustedrek Mea’t-Telhis (2/313/3219)
[137] El-Fetava (7/312)
[138] El-Fetava (7/522)
[139] El-Fetava (7/350)
[140] Medaricu’s-Salikin (1/345)
[141] El-Fetava (6/250)
[142] Silsiletu’s-Sahiha (6/113 no:2552)
[143] Fitnetu’t-Tekfir (s.24 dipnot:1)
[144] El-İ’tisam (s.34)
[145] El-Fetava (16/461)
[146] El-Fetava (29/42)
[147] El-Fetava (20/217)
[148]Buna ek olarak İbn Abbas radıyallahu anhuma, Tavus, Ata, Abdullatif b. Abdurrahman b. Hasen ve Süleyman b. Sehman rahimehumullah’ı hatta selefin genelini sayabiliriz.
[149] Minhacu’s-Sunne (1/44)
[150] Şerhu’s-Sunne (s.123 no:161)
[151] El-Fetava (2/83)
[152] Et-Tahaviye (1/51)
[153] El-Fetava (1/49)
[154] El-Hallal, es-Sunne (2/581/1009) Bkz.: Abdullah b. Ahmed, es-Sunne (1/307/600)
[155] Şerhu’s-Sunne (s.123 no:161)
[156] El-Fetava (2/83)
[157] Et-Tahaviye (1/51)
[158] El-Fetava (1/50)
[159] Acurri eş-Şeria (2/664)
[160] El-Fetava (7/438)
[161] El-Fetava (7/429)
[162] El-Fetava (1/52)
[163] Et-Tahaviye (1/52)
[164] El-Bab’ul-Meftuh, oturum 208, kasetin A yüzü, 17. Dakika.  Kaset, el-Kasim’de bulunan Tescilatu’l-İstikame tarafından yayınlanmıştır.
[165] Es-Sarimu’l-Meslul (3/946)
[166] El-Fetava (2/83)
[167] Es-Silsiletu’s-Sahiha (7/134 no:3054)
[168] Fitnetu’t-Tekfir (s.33 dipnot: 2)
[169] El-Kavaidu’l-Musla (s.149)
[170] Es-Sabuni, Akidetu’s-Selefi ve Ashabi’l-Hadis (s.68)
[171] Abdullah b. Ahmed b. Hanbel, es-Sunne (1/218/368)
[172] Acurri eş-Şeria (2062) bkz.: el-Lalkai Şerhu Usuli İtikadi Ehli’s-Sunne (1834)
[173] El-Fetava (8/203)
[174] Et-Tahaviye (1/58)
[175] Şerhu Riyazis’s-Salihin (1/702)
[176] Şeyhulislam İbn Teymiyye rahmetullahi aleyh, Tabiin’in tefsiri hakkında şöyle söylemiştir: “Onlar bir konuda birleşirlerse, bunun hüccet olduğunda şüphe yoktur. Eğer ihtilaf ederlerse bazılarının görüşü, diğer bazılarının ve kendilerinden sonra gelenlerin görüşü aleyhine delil olmaz. Böyle bir durumda Kur’an ve Sünnet lügatine veya genel Arap lügatine yahut sahabe görüşlerine müracaat edilir.” (el-Fetava 13/370)
Yine şöyle demiştir: “Sahabe ile Tabiin’in mezhebinden ve tefsirlerinden ayrılıp onlara muhalif olanı tercih eden bu konuda hata etmiştir. Hatta bidatçidir. Ama eğer müçtehid ise hatası bağışlanır.” (el-Fetava 13/361)
[177] Şerhu’l-Umde (namaz bölümü s.82)
[178] Fitnetu’t-Tekfir (s.25, dipnot 1)
[179] Buhari (13) Müslim (168)
[180] Buhari (6016)
[181] Buhari (3778) Müslim (2437)
[182] Buhari (4331) Müslim (2438)
[183] Buhari (2581) Müslim (6240)
[184] Minhacu’s-Sunne (5/131)
[185] Bedir ashabı – radıyallahu anhum -  hakkında, “Müslümana karşı kâfire yardım etmek” konusundaki diğer kitabıma bakınız. İnşallah yakında basılacaktır.
[186] Buhari (2309, 2362, 2708, 4585) Müslim (6065) Ebu Davud (3637) Tirmizi (1363) Nesai (5431)
[187] El-Fetava (6/249)
[188] El-Fetava (7/37)
[189] El-Fetava (22/530)
[190] Buhari (6939)
[191] El-Fetava (7/490)
[192] El-Fetava (13/339)
[193] Zadu’l-Mead (5/317)
[194] El-Burhan (1/117)
[195] Taberi Tefsiri (5/96)
[196] Uyunu’r-Resail (1/251)
[197] Burada ki ifade de muhtemelen hata vardır. Doğrusu: “Haramı haram, helali helal olarak inanmak imanlarında sabittir” şeklinde olmalı.
[198] El-Fetava (7/70)
[199] Buhari (30) Müslim (4289)
[200] Müslim (2157)
[201] El-İman (s.90)
[202] Sahihu Buhari (30 nolu hadisin başlığı)
[203] Vahidi, Esbabu’n-Nuzul (s.119)
[204] Vahidi, Esbabu’n-Nuzul (s.119)
[205] Bkz.: Tehzibu’l-Kemal (6/318-319/5825)
[206] Bkz.: Mizanu’l-İtidal (2/3/1123) Takribu’t-Tehzib (s.163) el-Kamil (2/258/300)
[207] Bkz.: Tehzibu’t-Tehzib (1/211)
[208] Bkz.: Tehzibu’l-Kemal (1/326/265)
[209] Vahidi, Esbabu’n-Nuzul (s.118) Taberani (12045)
[210] Mecmau’z-Zevaid (7/6/10934)
[211] El-İsabe (7/32) Ebu Burde el-Eslemi radıyallahu anh’ın hal tercemesi.
[212] El-Bidaye ve’n-Nihaye (13/128) hicri 624. Yıl hadiseleri bölümü.
[213] El-Fetava (28/523)
[214] Tefsiru İbn Kesir (2/88, Maide 50. Ayetin tefsiri)
[215] Bu fetvayı, Kuveyt’te bulunan, Tescilatu İbni’l-Kayyım tarafından yayınlanan “et-Tahrir Fi Meseleti’t-Tekfir” adlı kasetten yazıya geçirdim. Maddeler ve başlıklar ekleyerek parantez içine aldım.