www.musluman.biz

10 Mart 2012 Cumartesi

YUMUŞAK HUYLULUK

YUMUŞAK HUYLULUK
Yumuşak huyluluk güzel hallerin başında gelir. Dini terimle buna hilim denir. Hilim, yumuşak huyluluk, yumuşak karakterlilik, sakin ta-biatlılık, nefse hakim olma hali demektir. Öfkesine sahip olan kimseye halim denir.
Halim, Allah Teala'nın sıfatlarındandır. Çok sabırlı olan, isyanlarına rağmen günahkar kullarına ceza vermekte acele etmeyen demektir. Ga­zabın kendisini kızdırmadığı, bir asinin isyan etmesinin kendisini öfke­lendirmediği, af ve teenni sahibi kimse gibi anlamlara gelir. Halim, ken­disinde hilim gücü bulunan kimsedir. Bunun için Hz. İbrahim ve kendi­sine müjdelenen çocuğu İshak aleyhisselam halim olarak nitelendiril­miştir. Halim aynı zamanda, güçlü kuvvetli olduğu halde affeden, ceza vermekte acele etmeyen, teenni gösteren kimsedir. Cezalandırmaktan aciz olarak affeden kimse ise, hilim sahibi olamaz. Bu gibilere halim de­nilmez. Tolerans diye de ifade edilen müsamahakarlığı, yani hilmi dini esaslardan fedakarlık etme şeklinde anlamak doğru değildir.
Toplumu ilgilendiren kötü bir işi hoş görmeye, o hususta halim se­lim davranmaya kimsenin hakkı yoktur. Böyle bir durum hilimle değil, ancak zulme seyirci olmakla açıklanabilir. Halbuki İslam'da zulme se­yirci kalmak yoktur. Nitekim Efendimizin hilim anlayışında böyle bir şey söz konusu değildir. Efendimiz halimdi. Yumuşak huylu nezaket sahibi idi. Şahsi bir meselesinden dolayı kimseyi incitmez, hiç kimseden intikam almazdı. Ama Allah'a ait bir hak ayaklar altına alınıp çiğnenirse onu hiç affetmez, öyle durumlarda Allah adına intikam alırdı.
Hilim sahibi ve hoşgörülü olmak gönlü geniş olan isanlann işidir. Kolay gibi görünse de yapması zordur. Onu ancak kendinden emin, yaptığının doğruluğundan şüphe etmeyen insanlar yapabilir. Efendimiz her ortamda hilimle davranmayı bilmiş, şahsına karşı yapılan kabalıkları yumuşaklıkla karşılamıştır.
Hilim gibi yine yumuşak huylu olmak anlamına gelen rıfk da söy­lenen sözde, yapılan işlerde insanlara kolay geleni tercih etmek, onlara karşı nazik ve yumuşak olmak demektir. Özellikle topluma yön veren insanların sabırlı ve hoşgörülü olması, kendilerine karşı yapılan cahilce tutum ve davranışları hoşgörü ile karşılayıp yumuşak davranması önemli bir davranıştır. Nitekim bir gün yahudilerden bazı kişiler Efen­dimizin yanma gelerek selam verdiler ve selamlarında "es-Samü aleyke" dediler. Efendimiz de onlara "Ve aleyküm" buyurdu. Buna çok öfkele­nen Hz. Aişe hiddetlendi. Bunun üzerine Efendimiz ona Allah Teala'nın her işte yumuşaklığı sevdiğini söyledi. Hz. Aişe onların söylediği sözü kendisine hatırlatınca Efendimiz kendisinin de onlara 've aleyküm' de­diğini söyledi.
Yahudilerin verdikleri selamın anlamı, "Ölüm sizin üzerinize ol­sun" demektir. Efendimiz bunu anladı ve onlara verdiği cevapla "Sizin üzerinize de olsun" dedi. Fakat Hz. Aişe'nin onlara hiddetlenip lanet etmesini hoş karşılamadı. Çünkü bu, söylenen sözün misli olmayan bir karşılık ve selamda haddi aşmaktı. Efendimiz hangi konuda olursa ol­sun haddi aşmayı hoş karşılamazdı. Buna göre fazilet sahiplerinin dü­şük seviyeli kişilerin sözlerini anlamamazlıktan ve duymazlıktan gelme­leri güzel bir davranıştır.
Eğer böyle davranılmaz da cahillere benzer şekilde karşılık verilirse iş çığırından çıkar. Karşılıklı tartışma ve cedelleşmeler başlar ki böyle davranışlar fazilet sahibi kişüerin faziletine gölge düşürür. Kızıp öfke­lenmek yerine, soğukkanlı ve yumuşak olmak daha hayırlıdır. Resul-i Ekrem Efendimiz bu konuda müminleri uyarır, onlara yumuşak huylu olmalarını, yumuşaklıktan mahrum olan kimsenin hayırdan mahrum olacağını hatırlatırdı.
Demek ki yumuşak davranmakta hayır vardır. Yumuşak başlılık Al­lah'ın bir lütfudur. Bir kimsenin tabiatında yumuşaklık yoksa, insanlara iyi davranmak elinden gelmiyorsa, herkese katı, kaba ve kına davranıyorsa, o kimsenin bütün iyiliklerden ve güzelliklerden mahrum kaldı­ğında şüphe yoktur. Yumuşak huylu olan kimseye hem dünyanın hem de ahire tin hayrı verilir. Yumuşak huylu olmayan kimse de hem dünya hem ahiret hayrından mahrum kalır. Yumuşak huyluluk güzel ahlakın olmazsa olmazlarındandır.
Güzel iş yapan, güzel konuşan insanları Hak Teala sever. Onlara karşı iyi davrarulmasını, affedilebilir kusurlarının affedilmesini ister. Ni­tekim bu hususta Resul-i Ekrem Efendimiz iyi insanların, atfedilebilecek şekildeki hata ve kusurlarının bağışlanmasını tavsiye buyurmuştur.
İyi insanlar hata ve günahlarından utanır ve pişmanlık duyarlar. Bunun için kamuoyu önünde küçük düşürmeden, kendilerini mahcub etmeden ve kendilerine sıkma vermeden örtülebilir hatalarını örtmek onlara büyük bir iyilik olur. Böylece onlara iazla zarar verilmeden onla­ra yardım edilmiş, hataları düzeltilmiş olur. Hataların imkanlar ölçü­sünde güzellikle bağışlanmasını, şiddet gösterilmeden affedilmen iman­ları ıslah eder. Başkasının hakkım çiğnememek ve başkasına zulmet­memek şartı ile insanlar arasında insanlık gereği meydana gelen günah ve hataları Örtmek ve arkasına düşmemek müminlerin şerefim koruma bakımından daha selameti! bir yoldur. Zira olur olmaz yerde şiddet gös­termek, hatırlı insanlara Ölçüsüz ceza vermeye kalkışmak hayatın tadmı kaçırır. İnsanlar arası ilişkileri bozar. Gereksiz şiddet ve hiddet bir şeyi lekeler. Resulu Ekrem Efendimiz şiddet göstermenin olumsuz sonucuna işaret etmek üzere "Bir şeyde şiddet olursa, muhakkak o şeyi çirkinleştir. Allah refiktir, yumuşaklığı sever" buyurmuştur .
Allah'ın refik olması, kullarına lütuf la muamele etmesi, onlara ko­laylık dileyip güçlük dilememesi demektir. Burada refik ismi, Allah Tea-la'nın isimlerinden bir isim olarak zikredilmemiş, yumuşaklığın ve ko­laylığın en selameti bir yol olduğunu göstermek için zikredilmiştir.
Allah Teala refik olduğu gibi, onun resulü de refiktir. İnsanlara şid­det göstermeyi asla sevmez, sertlik ve kabalığı hiç tasvip etmezdi. En zor durumlarda bile nfk ve mülayemetle, tatlılık ve yumuşaklıkla mua­mele etmeye çalışır, bunu da en güzel şekilde başarırdı. Resulu Ekrem Efendimiz öylesine haya ve nezaket sahibi idi ki hücresine çekilmiş ba­kireden daha fazla haya sahibi idi. Bir şeyden hoşlanmadığı zaman bu durum onu yüzünden anlaşılırdı.
Efendimizin haya ve mahcubiyetinin fazla oluşu sebebiyle hoşlan­madığı bir şey karşısında muhatabı incitmez, ona karşı sert davranmaz­dı. Şiddet göstererek karşıdaki İnsana bağırıp çağırmaz, gönlünü kır-mazdı. Olumsuz bir durum olduğunda bu onun yüzüne akseder, yü­zünden bu durum anlaşılırdı. Her zaman yumuşak ve tatlı bir yolu be­nimser, muhatapları bu şekilde ikaz ve irşad ederdi. Zira o bir peygam­berdi ve haber verdiğine göre dürüst gidişat güzel görünüş ve bütün iş­lerde ölçülü olmak peygamberliğin yetmiş cüzünden bir cüzü idi. Sa­yılan üç özelliğin bir insanda bulunması o insanın peygamberlerin yo­lunda olması demektir. Böyle bir durum ise mümin için büyük bir şeref­tir. İmanının olgunlaştığına, ahlakının güzelleştiğine bir işarettir.
Dürüst ve doğru gidişat, güzel bir görünüşte olmak ve her işte mu­tedil davranmak bütün peygamberlerin ortak Özellikleridir. Bu özellikle­re sahip olanlar, peygamberlerin izinde giden, onların yolunda yürüyen insanlardır. Her işte mutedil olmak ölçülü davranıp taşkınlık göster­memek, yumuşak davranıp hilimle muamele etmek her müminde olma­sı gereken başlıca özelliklerdendir. Bu özelliklere sahip olmamak bir in­san için büyük bir eksikliktir. Nitekim bir defasında Hz. Aişe'nin bindiği devenin huysuz oluşundan dolayı ona vurduğunu gören Resul-i Ekrem Efendimiz ona hitaben yumuşak davranmasını, yumuşaklığın bulundu­ğu şeyi güzelleşirtirdiğini, bulunmadığı şeyi de çirkinleştirdiğini söyle­miştir. Rıfk, insanı çoğu zaman güzel sonuca ulaştırır. Aksi davranış­lar bazen olayı büyütür, çığırından çıkarır. O da işleri karıştırır ve çirkin-leştirir. Gerek insan gerekse hayvan olsun canlılarla olan ilişkilerde rıfk ve müîayemet denilen yumuşak huyluluğu esas almak lazımdır.
Yumuşaklık bir gönül zenginliği ve bir ruh yüceliğidir. Cömert insan­lar yumuşak olabilir, karşıdakine iyi ve güzel davranabilir. Bu bakımdan nfk ve mülayemetin hilim ve nezaketin en büyük düşmanı cimriliktir. Her şeyi kıskanan insan menfaatine aşın düşkün olacağından gözünü hırs kap­lar. Yumuşak ve kibar olmak yerine, sert ve kaba olur. Bu da onu kötü söz söylemeye ve çirkin iş yapmaya götürür. Bunun için Resul-i Ekrem Efen­dimiz cimriliğin kötülüğüne dikkat çekerek cimrilikten sakınılması gerekti­ğini, çünkü onun önce ümmetleri helak ettiğini haber vermiştir.552
Cimri herkesi küçük bir menfaati veya az bir zararı için incitir ve kı­rar. Kaba ve sert hareketi de mevkiini düşürür, onu çirkin ve düşük bir duruma sokar. Hasis ve cimri olmayan kimse ise, geniş yürekli ve tatlı dilli olur. Başkalarını incitmez ve haşin davranmaz. Zulüm de yumuşak­lığın düşmanıdır. İnsan yumuşaklıktan mahrum olduğu zaman sert ve katı olur. Sert ve kah olan insanlar başkasına haksız davranır, zulmeder. Cimri davranan ve başkalarına zulmeden kişüer yumuşaklıktan mah­rum oldukları için bütün hayırlardan da mahrum olmuşlar demektir. Bu ise bir insan için büyük bir felakettir.
Hayatta huzur ve mutluluğun anahtarı, sert ve kabalıktan uzak yumuşak ve nezaket üzere yaşamakla mümkündür. Bütün ahlaki dav­ranışlarda böyle olduğu gibi yeme içme ve dünyevi ihtiyaçların karşı­lanmasında da durum böyledir. Hayata hırs ve tama ile dört elle sarılan­lar, cimrilik ve zulüm üzere yaşayanlar mutlu olamazlar. Ama rıfk ve mülayemetle bulduğuna kanaat eden, arsızlık ve yüzsüzlük etmeyenler, gerek dünya gerekse din işlerinde yumuşaklığı, hoşgörü ve nezaketi el­den bırakmayanlar daha mutlu daha huzurlu yaşarlar. Her şey maddi imkanlara sahip olmak demek değildir. Maddenin yanında mana deni­len gönül huzuru da lazımdır. İşte rıfk denilen, geniş bir gönle sahip ol­mak Allah'ın insana büyük bir lütfudur. Bu ümmetin büyükleri ve ileri gelenleri dünyaya bu gözle bakmışlar, hayatı bu şekilde yaşamışlardır. Nitekim bir defasında Hz. Aişe'nin süt kardeşi olan kişi yanına ziyarete geldiğinde Hz. Aişe ona elbisesini dikinceye kadar beklemesini söyledi. İşini bitirip de kardeşini içeriye alınca kardeşi, eğer dışarı çıkıp da insan­lara onun eski elbiselerle uğraştığını söylese, halkın bunu yanlış anlaya­caklarını, bunu onun cimriliğinden kaynaklandığını zannedeceklerini söyledi. Hz. Aişe ise kardeşine, durumu anlamasını, eskiyi giymeyenin yeniye sahip olamayacağını söyleyerek karşılık verdi.
Hayatını yumuşak hareketlerle, kolaylıklar gösterip güçlükler çı­kartmamakla yürütenler dünya menfaatına ve kazanana daha fazla nail olurlar. Bunun aksine hareket edenler ise ne dünyada böyle bir menfaati sağlıyabilirler, ne de ahiret sevabını elde edebilirler. Muvaffak olmanın, maddi ve manevi olarak fazla kazanç sağlamanın yolu, güçlük çıkar­mamak, haşin ve sert davranmayıp, rıfk ve mülayemetle, kolaylık ve ne­zaketle imkanları kullanmaktır.
Hilim, üstün bir akıl gücünün işaretidir. Gücün olmadığı yerde hilim de yoktur. Hilim, başkalarını idare edenlerin vasfıdır, başkalar» ta­rafından .yönetilenlerin vasfı değildir. Yaratılış bakımından zayıf ve güçsüz olan kişiye, kızdırıldığı zaman ne kadar sakin durursa dursun halim denmez. Ona sadece zayıf denilir. Halim kimse istediği zaman her şeyi yapabilecek gücü olduğu halde onu dizginleyen, kendisine hakim olan kişidir. Kendisini zorbalıktan alıkoyacak güce de sahiptir. Görülü­yor ki hilim, bir kimsenin kendi üstünlük ve kudretini bilerek yaptığı bir davranıştır. Bu davranışı yapan kimse kendi üstünlüğünü ve gücünü bilmektedir. Hilim zayıflık ve acizlik işareti değil, güç ve otorite işareti­dir. Onun için hilmin vakar ile de çok yakın ilgisi vardır. Vakar, asaletli hareket etmek demektir. Efendimiz rıfk sahibi, yumuşak halim bir in­sandı. Kur'an'da Efendimiz hakkında "Allah'ın rahmeti sebebiyledir ki, sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, çev­renden dağılır giderlerdi" Duyurulmuştur.
Ayet Efendimizin yüksek ahlakını, onun kaba davranışlardan uzak bulunduğunu, her zaman merhametli, şefkatli, yumuşak huylu olduğu­nu göstermektedir. Bu yüksek ahlak, onun peygamberliğinin gereği, li­derliğinin sırrıdır. Eğer kendisine kaba davrananlara, kusur işleyenlere karşı o da kaba davransaydı, çevresinden dağılıp giderlerdi. Onun belir­gin niteliklerinden biri de yumuşak huylu, yufka yürekli oluşudur. Müminler de onun gibi olmalıdır.
Sert ve kaba hareketler her zaman ve zeminde kötüdür. Efendimiz kendisine karşı kaba saba hareket edenlere karşı, son derece anlayışlı davranır onlara büyük bir olgunlukla yaklaşırdı. Böyle insanlara asla kı­zıp bağırmaz, şiddet ve sertlik göstermezdi. Nitekim bir defasında çıktı­ğı seferlerin birinde bedevilerden biri kaba »esiyle, "Muhammedi" diye bağırdı. Efendimiz onun sesine yakın bir sesle Gel bakalım" dedi. Onun kaba saba bu hareketine sabredemeyenler bedeviye dönerek peygambe­rin huzurunda bulunduğunu, sesini kısıp yüksek sesle bağırmamasını söylediler. Buna rağmen bedevi, sesini kısmayacağını, ona bir şeyler sormak İstediğini söyledi. Bunun üzerine Efendimiz de onu sabırla din­ledi ve sorduğu sorulara cevap verdi.
Çölde yaşadığı İçin görgü ve nezaketten pek haberi olmayan bede­viler zaman zaman Efendimizin huzuruna gelerek İslam'la tanışırlar, ona bazı sorular sorarlardı. Ya da daha önce müslüman oldukları halde onunla karşılaştıklarında kendisinden bazı dini konulan Öğrenmek ister­ler, bunun için sorular sorarlardı. Buradaki bedevi de nasıl hitab edile­ceğini bilmediği için de Efendimize bağırarak "Ya Muhammedi" diye seslenmiştir. Halbuki Kur'an-ı Kerim'de bu nevi kaba davranışlar yasak­lanmış ve "Ey iman edenler! Seslerinizi peygamberin sesinden yüksek çıkarmayın" denilmiştir." Sesini alçaltması tavsiye edildiği halde bede­vi, sert mizacı sebebiyle bunu da kabul etmemiş öğrenmek istediği ko­nuyu sormasına kimsenin engel olamayacağım söylemiştir. Ümmetine son derece merhametli olan Efendimiz, söz konusu ayetten bedevinin haberinin olmadığını anladığı için de ona karşı son derece anlayışlı ve hoşgörülü davranmıştır.
Her işte bir Ölçü olduğu gibi hayvanlarla olan ilişkilerde de bir ölçü vardır. Hayvanlara da rıfk ile muamale etmek, onlara kan ve sert dav­ranmamak gerekir. Sertlik ve kanlık hayvanı aksileştirir. Onun da inat­laşmasına, işi zorlaştırmasına sebep olur. Halbuki akıllı bir varlık olan in­sanın bir şeyi sertlikle zorlaştırmak yerine aklım iyi kullanıp yumuşaklık­la onu çözmesini, işi lehine çevirmesini bilmesi daha faydalı olur. Her işte yumuşaklığı ve orta yolu tutmaya çalışmak, işlerin güzel olmasına, haya­ta yaşartabilir hak gelmesine yardıma olur.
Adamın biri  Hz. Ömer'le bir iş konusunda görüşmek için gecele­yin Medine'ye geldi. Sabahleyin halifeye gitti. Bu adam derin bir anlayı­şa ve güzel bir konuşma kabiliyetine sahipti. Bu haliyle dünya konu­sunda konuşmaya başladı ve dünyayı küçülttü. Onu hiç bir şeye eşit olmaz hale getirdi. Ömer'in yanında, beyaz saçlı ve beyaz elbiseli bir adam vardı. Adam sözünü bitirince halifenin yanındaki bu adam ona bütün söylediklerinin uygun şeyler olduğunu, ancak dünya hakkındaki kötülemesinin uygun düşmediğini, zira ona dünyanın öyle bir yer oldu­ğunu, orada insanların ahirete götüreceği şeyleri tedarik ettiklerini yine orada ahirette mükafat alacakları amelleri kazandıklarını söyledi. Hali­feye gelen adam dünya hakkında kendisinden daha bilgili olan bir ada­mın konuşmaya başladığım görünce halifeye yanındaki bu adamın kim olduğunu sordu. Hz. Ömer de onun müslümanlann efendisi olan Ubey İbni Ka'b olduğunu söyledi.
Adamın dünya hakkında böyle kaba saba konuşmasını belli ki Ubey îbni Ka'b doğru bulmadı. Bir nimetin olumsuz taraflarının görülmesi yerine olumlu yönlerinin ele alınıp değerlendirilmesinin daha doğru olacağım söyledi. Sert ve kaba anlayıştan kaçınarak, daha mutedil ve or­ta yol olan yumuşak ve nezaket dolu bir anlayışa sahip olmanın önemini belirtti. Ona göre dünya, insanların ahiret yurduna geçişlerini sağlayan bir konaklama yeridir. İhsanlar ebedi bir yolculuğa çıkacakları için, bu geçici konuklama yerinde yolculuk hazırlıklarında bulunmak zorunda­dırlar. Ahiret için manevi azık ve tedarikini temin edenler, bu ebedi yol­culukta sıkıntıya düşmezler. İnsanlar ahiret saadetine dünyadaki güzel amelleri sayesinde kavuşurlar. Dünya böyle bir saadete vesile olması bakımından büyük kıymet taşır, insan taşıdığı iyi niyetlerle, salih amel­lerle sevab kazanır. Kazanılan bu mükafatların elde ediliş yeri dünyadır. Bu bakımdan dünya küçümsenemez. Fakat gerçek vazifeler unutulur da dünya ebedi bir karargah olarak kabul edilirse, ahiret için hiç bir hazırlık ve azık edinilmezse, böyle kimselerin dünyası felaket sebebi olur. Buna sebebiyet verenler de insanlardır. Dünya yine dünyadır. Onun tabii manzarası değişmez, değişen insanlar ve insanların değer yargılandır.
Übey îbni Ka'b, sahabenin önde gelen ilim ehlinden biridir. Onun bu vasıfla anılmasının sebebi Kur'an hafızı olması ve onun bilgisine sahip bulunmasındandır. Bir gün Resul-i Ekrem Efendimiz ona Allah'ın kitabından ezberinde bulunan ayetlerden hangisinin daha büyük oldu­ğunu sordu, Übey onun avete'l-kürsi olduğunu söyledi. Onun bu cevabı üzerine Efendimiz elini Ühey'in göğsüne vurdu ve ilminin kendisine mübarek olmasını söyleyerek ona dua etti.
Allah insanlara verdiği nimetleri durup dururken almaz. İhsanı ve ikramı bol olduğu için hiçbir şeyi esirgeyip kıskanmaz. Yerli yerince kul­lanıldığı, nimetlere şükredildiği zaman daha da artırır. Ama azgınlık edilip de taşkınlık yapılırsa, nimete şükür değil nankörlük edilirse, ilahi adaleti gereği nankörlere hak ettikleri cezayı verir. Nimetleri verdiği gibi geri de alır. Aziz ve değerli kıldığı kişileri, gün gelir nankörlükleri sebe­biyle zelil eder, gözden düşürür. İnsanlar kendi kendilerine zulmedip nankörlük etmedikleri sürece Allah onlara zulmetmez.
Vaktiyle İsrail oğullan arasında biri abraş denilen ala tenli, biri kel, biri de kör üç kişi vardı. Verdiği nimetlere şükür mü edecekler, yoksa nankörlük mü edeceklerini görmek istedi. Kendilerini denemek için on­lara insan suretinde bir melek gönderdi. Melek ala tenliye geldi ve ona en çok istediği şeyin ne olduğunu sordu. Ala tenli güzel bir renge, güzel bir tene sahip olmayı ve insanların iğrendiği bu halin kendisinden gide­rilmesini istedi. Melek onu sıvazladı ve ala tenlilik kendisinden gitti, rengi güzelleşti. Melek bu defa ona en çok sahip olmak istediği malın ne olduğunu sordu. Adam, deve istedi. Ona on aylık gebe bir deve verildi. Melek, devenin bereketli olması için adama dua etti.
Sonra kele gelerek ona da en çok istediği şeyin ne olduğunu sordu. Kel, güzel bir saça sahip olmayı ve insanları kendisinden uzaklaştıran bu kelliğin giderilmesi istedi. Melek onu da sıvazladı, kelliği kayboldu. Kendisine gür ve güzel bir saç verildi. Melek ona da en çok sahip olmak istediği malın ne olduğunu sordu. Kel sığırı sevdiğini söyledi. Ona da gebe bir inek verildi. Melek ona da ineğin bereketli olması için dua etti.
Sonra körün yanına geldi ve ona da diğerlerine sorduğu gibi, en çok istediği şeyin ne olduğunu sordu. Kör, Allah'ın gözlerini iade etmesini ve insanları görmeyi çok istediğini söyledi. Melek onun gözlerini sıvaz­ladı. Allah onun gözlerini iade etti. Bu defa melek ona da en çok sahip olmak istediği şeyin ne olduğunu sordu. O da koyun diye cevap verdi. Bunun üzerine ona da bir gebe koyun verildi.                                    
 Deve ve sığır yavruladı, koyun kuzuladı. Neticede birinin vadi do­lusu devesi, diğerinin vadi dolusu sığın, ötekinin de bir vadi dolusu ko­yun sürüsü oldu. Daha sonra melek ala tenliye eski kılığında geldi ve fakir olduğunu, yoluna devam edecek imkanının bulunmadığını, gitmek istediği yere önce Allah'ın sonra onun yardımı sayesinde ulaşabileceğini, rengini ve cildini güzelleştiren Allah aşkına ondan yolculuğunu tamam­layabileceği bir deve vermesini söyledi.
Adam, mal verilecek yerlerin çok olduğunu söyledi. Melek onu ta­nır gibi olduğunu, kendisinin vaktiyle insanların kendisinden iğrendik­leri, fakirken Allah'ın zengin ettiği abraş biri olduğunu hatırlattı. Ama ne var ki adam bu malın kendisine atalarından miras kaldığını söyledi. Melek eğer yalan söylüyorsa, Allah'ın kendisini tekrar eski haline çe­virmesi için dua etti. Sonra melek, eski kılığına girip kelin yanma geldi. Ona da abraşa söylediklerini söyledi. Kel de abraş gibi cevap verdi. Me­lek ona da aynı şekilde beddua ederek körün kılığma girip bu defa da onun yanma gitti ve ona fakir bir yolcu olduğunu, yoluna devam edecek imkanının kalmadığını, o gün önce Allah'ın sonra onun yardımı saye­sinde yoluna devam edebileceğini, ona gözlerini geri veren Allah aşkına ondan bir koyun istediğini, onunla yoluna devam edebileceğini söyledL Bunun üzerine eski kör ona bir zamanlar gerçekten kör olduğunu, Al­lah'ın gözlerini iade ettiğini, istediğini almaşım, istediğini bırakmasını, bugün alacağı hiçbir şeyde ona zorluk çıkarmayacağını söyledi. Melek ona malının kendisinin olmasını, bir imtihana tabi tutulduklarını, Al­lah'ın ondan razı olduğunu ama diğer arkadaşlarına gazap ettiğini söy­ledi ve oradan ayrıldi.
Bu örnekte insanoğlunun darlık ve bolluk, felaket ve saadet hasta­lık ve sağlık gibi farklı hal ve zamanlarda nasıl farklı davranabildiği gö­rülmektedir. Gözleri kör olan Allah'ın nimetlerine şükretmeyi bildi de gözleri görür olanlar nimetlere nankörlük etti. Da vranışlardaki bu farklı­lık, her şeyden önce, murakabe şuurundan uzaklaşmaktan ileri gelmek­tedir. Hadiste zikredilen şükür imtihanını ancak üç kişiden birinin ka­zandığı görülmektedir. Bu ölçü ve oran belki de insanoğlunun, ilahi ni­metlere karşı tavrını ortaya koymaktadır. Yani ilahi denetim altında ya­şadığını her hal ü karda farkedebilen, nimetlere şükredebılenler ancak üçte bir oranındadır. Belki daha da azdır. Nitekim Allah Teala şükreden kullarının çok az olduğunu haber vermiştir.
Sebe kavmi Yemen bölgesinde yaşamış bir kavim idi. Allah Teala Sebeliler'i çeşitli nimetlerle rızıklandırmış ve onlara peygamberler gön­dermişti. Sebeliler bir süre kendilerine ihsan edilen nimetlere şükrederek yaşadılar,  ama bir zaman sonra taşkınlıkta bulunmaya başladılar. Sebeliler Allah Teala tarafından çeşitli rızıklarla rızıklandmlmış olarak bolluk ve refah içerisinde yaşıyorlardı. Onlara yiyip içmeleri ve şükret­meleri söylendi. Ayrıca onlara ülkelerini mamur hale getirmeleri için imkanlar verilmişti. Sebeliler, birbirinden bakıldığında görülen güzel şehirlerde yaşamakta ve şehirler arasında hiç bir zorlukla karşılaşmadan rahatlıkla dolaşmaktaydılar. Adamlar nimetleri içinde sunardılar, huzur kendilerini sıktı da "Ey Rabbimiz! Seferlerimizin arasını uzaklaştır" dedi­ler ve nefislerine zulmettiler. Böyle dediler ve nefislerine zulmettiler, kendilerine yazık ettiler. Çünkü belalarım aradılar. Onlar bu nimetlere şükredecekleri yerde, nankörlük edip yüz çevirdiler. Allah Teala da on­ları Arim selini göndererek cezalandırdı ve Sebeliler bölük pörçük bir halde zelil olarak, etrafa dağıldılar. Heva ve heveslerini frenleyip zah­metlere, meşakketlere tahammül ederek görev ve ibadetlerine çalışan sabırlı kimseler, memleketlerini Allah'ın yardımıyla cennet gibi imar eder nimetlere ererler. Allah'ın pek az olan şükredici kullarından olmak isteyenler de, o nimetlerle azmayıp yine sabır ve sebat ile şükrüne gayret edip, sabırla çalışacak olan sabredenlerin ve çaba sarfedenlerin içinde yer alırlar. Zira Allah Teala nankörlerden başkasını cezalandırmaz. Al­lah Teala, Davud ve Süleyman'ı da çeşitli nimetlerle rızıklandırdı. Onlar kendilerine verilen nimetlere şükrettiler, şükrün gereğini yerine getirdi­ler. Onlar şükreden ender kullardandı. Nimete şükredilirse artar, çoğa­lır. Nankörlük edilirse azalır, elden çıkar.
Nimete karşı yapılan nankörlük nimetin elden çıkmasına sebep ol­duğu gibi, insanı cezaya da müstehak kılar. Allah'a karşı gelen, onun buyruklarına uymayan, kocalarına karşı nankörlük eden kadınlar ce­henneme girmekten kurtulamazlar.
Mal ve paraya bir kutsallık izafe edilmesi ve en üstün değer gibi al­gılanması makbul değildir. Malını telef edenler ve israf yoluna girenler Allah'ın kendilerine vermiş olduğu nimete nankörlük etmiş sayılırlar.
Babasını bırakıp bir başkasına baba derse, nankörlük etmiş olur.» Ço­cukluğundan beri iyiliğini gördüğü gerçek babasını bırakıp, menfaat düşüncesiyle yabana birine baba demek, en azından nankörlüktür. Ak­rabasının getirip verdiği nimetlerden faydalandığı halde, ona teşekkür etmek şöyle dursun, üstelik bir de fenalık yapan nankör kimse, Allah'a da şükretmiyor demektir.
Nankörlük yapanlar, sert ve katı olan kişilerdir. Zira rıfk sahibi, yumuşak huylu kişiler sert davranmazlar. Nimete karşı nankörlük yap­mazlar. Müslümanlar, Cenab-ı Hakk'nı kendilerine lütfettiği sayısız ni­metleri bir bir hatırlamalıdır. Bu lütufların en başında müslüman olmak gelir. Bu nimeti görmezden gelmek, huzur ve güven içinde yaşamak ye­rine, kavga ve anlaşmazlık yolunu seçmek bir mümine yakışmaz. Böyle bir davranış, ancak nankörlerden ve Allah'tan korkmayanlardan bekle­nir. Allah'ın nimetlerine karşı nankörlük yapanlar, bu dünyada bütün çabaları, gayretleri ve himmetleri zevk ve safa içinde yaşamak, yemek içmek, gezip eğlenmek, şehvetlerini tatmin, nefislerinin dünyalık arzula­rını yerine getirmekten ibaret olanlardır. Onlar, dinden tamamen gafil olan kafirler ve dini sorumluluklarını yerine getirmeyen fasık kişilerdir. Her türlü nimetin Allah'tan geldiğini bilen, bunun karşılığında şükre­den, iyi ve güzel işlere yönelen kimseler, Allah'a karşı vazifelerini yerine getirmiş olurlar. Böyle olanlar sorumluluklarını farkına varmış, Allah'ın huzuruna yüzü ak olarak çıkmayı hak etmiş olurlar. Allah Teala nimet­lerine karşı nankörlük etmeyen, rıfk sahibi, yumuşak huylu insanlara merhamet eder, onlara olan nimetlerini daha fazla arnnr, dualarını ka­bul eder, onları sıkıntılarından kurtarır.
Teenni, yumuşak huyluluğun en önemli işaretidir. İşin hakkını verme, ihtiyatlı davranma, acele etmeme, temkinli davranma demektir. Teenni ile sabır, mana bakımından birbirine yalan olan şeylerdir. Ama aynı şey değil­dirler, insanın arzu ve isteklerini sınırlandırmak istemez. Bir an önce istek­lerine kavuşmak ister. Ona acele etmeyip teenni ile hareket etmek zor gelir. Ama başarının sim acele ile değil, teenni ile yapılan işlerdedir.
islam bir tedbir ve teenni dinidir. Teenni ile hareket etmenin Allah'­tan, acele ile davranmanın da şeytandan olduğunu haber verir. Teenni ile hareket etmenin insanı olmadık maceralara sürüklenmekten kurtara­cağını hatırlatır. Nitekim vaktiyle bir adam vefat edip geriye bir oğlu ile bir azadlısını bırakmıştı. Ölürken oğluna bakmasını azadlısına vasiyet etti. Azadlısı da oğlunu yetiştirmekte ergenlik çağma kadar kusur etme­di ve onu evlendirdi. Adam azadlısına kendisini hazırlamasını, ilim tah­sil etmeye gideceğini söyledi. Azadlısı da onu hazırladı. Bunun üzerine adam bir alime gidip ondan ilim öğrenmek istediğini söyledi. Alim de ona evine gitmek istediği zaman ona bir şeyler öğreteceğini söyledi Adam bir zaman sonra evine gitmeye hazırlandı. Alim kişi ona ilk önce "Allah'dan korkmasını, sabırlı olmasını ve acele etmemesini" söyledi. Adam memleketine döndü. Memleketine geldiği zaman hayvanından indi. Evine varınca orada karısından ayrı bir yerde uyumakta olan bir genç gördü. Genci öldürmeye niyetlendi. Kılıcını eline aldığında alimin öğüdünü hatırladı ve kendine Allah'dan korkmasını, sabırlı olup acele etmemesini söyledi. Ama nefsi onu tekrar dürtükledi. İkinci defa kılıcı almak istedi. Yine alimin tavsiyesini hatırladı. Adam içeri girip gencin başucunda durunca genç uyandı. Uyanan gencin kendi çocuğu olduğu­nu görünce genci kucaklayıp öptü. Genç çocuk tahsilden dönen babası­na neler kazandığını sordu. Adam büyük hayırlar elde ettiğini, gece eve geldiğinde kendisiyle kılıç arasında üç defa gidip geldiğini, onu yabana biri zannederek Öldürmek istediğini ama kazandığı ilmin, hele hele acele etmemenin onu öldürmekten alıkoyduğunu söyledi.
Dünya işlerinde teenni ve sabırla hareket etmenin insana ne büyük faydalar «ağlayabileceği bu haberde açık ve net bir şekilde anlatılmakta­dır, Efendimizin sabrın ve teenni ile hareket etmenin ahiret işinden başka  her şeyde hayırlı Olduğunu belirten söde burada çok iyi hatırlan­malıdır.
Acele etmemenin, teenni ile hareket ermenin önemini gösteren bir  rivayete göre Beli kabilesinden bir adam babasıyla birlikte Resul-i Ekrem'e geldi. Efendimiz adamın babasıyla özel olarak bir şeyler konuş­tu. Adam babasına Efendimizin kendisine ne söylediğini sordu. Babası Efendimizin bir iş yapmak istediği zaman, Allah'ın ona o işten bir çıkış kapısı yaratıncaya kadar yavaş ve temkinli davranmasını söylediğini haber verdi." Muhammed İbnü'l-Hanefiyye de tedbirli ve akıllı insanla­rın işlerine yakınlarından bir yardıma bulamadığı veya Allah'ın kendisine bir çıkış yolu ihsan edinceye kadar o işle iyi bir şekilde haşir neşir olmasını, acele etmeyip işi iyi öğrenmesini söylemiştir.
Tarih boyunca peygamberler, ilim adamları, bilginler, fatihler, veli­ler, devlet adamları, çeşitli engelleri aşarak büyük basanlar elde eden in­sanlar, acele ile değil, hep teenni ile hareket etmişlerdir. Büyük zaferler, teenni ile hareket etmenin ürünüdür. Teenni ile hareket etmek, insanı dünya hayatında her türlü başarıya ve ahirette de Cennet'e götürür. Te­enniyi elden bırakıp acele etmek, insanın hem dünya hem ahirette peri­şan ol masına sebep olur.
Şüphesiz hilmin de bir ölçüsü vardır. Halim olacağım, yumuşak davranacağım diye zulme boyun eğmek doğru değildir. Halk arasında hilm-i himari denilen yumuşaklık, kötü kimselerin kötülük yapma arzu­sunu ve cesaretini kamçılayacağı için son derece yanlıştır. Yeri gelince haksızlığa baş kaldırmak bir fazilettir. Mümin uysal koyun gibi olsa da zulüm ve haksızlık karşısmda asla boynunun çekilmesine razı olamaz. Sertlik gösterilmesi gereken yerde sert, yumuşak huylu olmak gereken yerde mülayim davranmalı, bu huyların her birini yerli yerinde kullan­malıdır. Zira hayat bir denge ve ölçü üzere devam eder. Her işte ölçü ve dengeli olmanın en güzel ifadesi ise adalet kelimesidir.