www.musluman.biz

10 Mart 2012 Cumartesi

73 FIRKA

Huseyin Ebu Emre - Harun Yildirim - ahlak ve imani dersler


Ilk zamanlardan itibaren ( eski ve yeni ulema) ulema arasında helak olacak yetmiş iki fırkanın hangileri olduğu, bu kapsama giren ve girmeyen fırkalar, bu fırkaların sayısı ve sınıflamasının nasıl olacağı  meselesi tartışma konusu olmuştur.
Fırkay-ı naciye (kurtuluşa erecek fırka) hususunda ise muteber ulema arasında bir ihtilaf yoktur, zira bu fırkayı belirgin özellikleri (vasıfları) ile tayin etmek şüphe götürmeyecek şekilde mümkündür. Basireti kapalı insanlar istisna edilirse bu fırkanın keyfiyeti herkesin görebileceği şekilde apaçık ortadadır, herhangi bir kapalılık sözkonusu değildir. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem  fırkay-ı naciyeyi : “Peygamber ve ashabının yolu” olarak tavsif etmiştir. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem ve ashabının yolu ise malum olup, kaynaklara (hadis külliyatları) geçirilmiştir. Bu, müminlerin yoludur. Allah, bunları, hakkı savunan, dinin esaslarını ikame etmeye çalışan bir grubu himaye edeceğini tekeffül etmiştir.
Ulemanın fikirlerini ve ehli ehvanın görüşlerini ortaya koymadan önce selefin cumhuru arasında ittifak edilen bazı hususlara değinmek istiyorum.
-Ümmet içinde bir takım ayrılıkların (iftirak) olacağı Kuran ve sünnet ile sabittir. Vakıa da bunu teyid etmektedir.
-Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellemden gelen sahih bir rivayete göre helak olacak fırkaların sayısı yetmiş iki, kurtuluşa erecek fırka ise bir tanedir.
-Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem kurtuluşa erecek fırkanın (fırkay-ı nâciye) vasıflarını beyan etmiştir. Bu yol da Peygamber ve ashabının yoludur.
-Helak olacak fırkalar cehennem azabına maruz kalacaklar ama orada ebedi olarak kalmayacaklardır.
-Bazı fırkalar İslam fırkalarının genel çerçevesinin dışına çıkmaktadırlar. Bundan dolayı da İslamî fırka olarak adlandırılmazlar. Bunlar, Cehmiyyenin gulat uzantıları, Rafızilerin gulat fırkaları, batıniyye, filozoflar, hulul inancı ve vahdet-i vücud taraftarları, bidatlere şirk derecesinde bulaşanlarlardır.
-Yetmiş iki fırkayı tayin ve tesbit etmek amacıyla belli başlı mezheplere (ilk büyük mezhepler) nisbet meselesi kesin değildir, bunun bir delili de yoktur. İlk çıktığı (esas) kaynağa nisbetle isimlendirmek te böyledir. Zira iftirak sürekli artmakta, bidat ve ehva cereyanları yenilenmekte, her asırda yeniden ortaya çıkmaktadır. Bu durum kıyamete kadar da sürecektir.

Bazı ulemanın gözüyle helak olacak fırkalar ve Cehmiyye’nin yetmiş iki fırkanın dışında tutulması.

Bazı ulema helak olacak fırkaların genel esaslarını tayin ve bunların sayılarını büyük fırkaların esasları bağlamında tesbit ve taksim etmek için birtakım ictihadlarda bulunmuşlardır.
Hafs b. Haymed, Abdullah b. Mübarek’e bu ümmetin kaç fırkaya ayrılacağı sormuş o da: Bunların aslı dört tanedir, Şia, Havaric, Kaderiyye ve Mürcie. Şia yirmi iki fırkaya ayrılmıştır. Haruriyye (Havaric) yirmi bir fırkaya ayrılmıştır. Kaderiyye on altı fırkaya, Mürcie ise on üç fırkaya ayrılmıştır. Haf b. Haymed ona neden Cehmiyye’yi bu gruplar içinde saymadığını sorunca o “sen bana sadece İslamî fırkaları sordun” der.
Ebu Hâtim ise şunları söylemektedir: Bazı ulema İslam toplumundaki ilk fırkaların Zendeka, Kaderiyye,Mürcie, Rafıza ve Haruriyye olduğunu söylemişlerdir. Bunlar fırkaların esasını teşkil eden oluşumlardır. Daha sonra bu fırkalardan usul ve esasta müşterek ama furuatta farklı görüşlere sahip bir çok fırka neşet etmiş, bunların çoğu da birbirini tekfir etmiştir. Zendeka on bir fırkaya ayrılmıştır. Muattıla ve Mennaniyye bunlardandır. Mennaniyye “Mânî” adında iki ilaha aynı anda inanan birisine nisbet ediliyordu. Bu şahıs kisralar döneminde yaşamıştı ve taraftarları onu bir nevi peygamber olarak görüyorlardı. Daha sonra taraftarları tarafından öldürülmüştür. Daha sonra fırkalar ile ilgili tafsilatında Zendekayı on bir, Harurileri on sekiz,  Rafızayı on üç, Kaderiyyeyi on altı ve Mürcie’yi  on dört grup olarak zikrederek sayıyı yetmiş ikiye tamamlamış, her fırkanın ismi ayrı ayrı zikredilmiştir.
Yusuf b. Esbat ise bu hususta şöyle demektedir: Ehli bidat dört gruptur. Bunlar; Rafıza, Havaric, Kaderiyye ve Mürciedir. Bu gruplardan her biri de on sekiz fırkaya ayrılmış, böylece ortaya  yetmiş iki fırka çıkmıştır. Yetmiş üçüncü fırka ise Resulullah’ın haber verdiği fırkay-ı naciyedir.
Ulemanın çoğu halis Cehmiyye’yi (Cehmî görüşleri en aşırı şekilde temsil eden grup) ta’tîl görüşünden dolayı küfre sapmaları sebebiyle İslam fırkalarının dışında mütalaa etmişlerdir. Batıniyye ve mülhid felasife de bu gruptandır.
Şeyhulislam İbn Teymiye bu hususu şöyle açıklamaktadır: Abdullah b. Mübarek, Yusuf b. Esbat ve sair ulema bidat hareketinin kaynağını Şia, Havaric, Kaderiyye ve Mürcie olarak dört grupta ele almış, Cehmiyye’yi yetmiş iki mezhebin dışında addetmişlerdir.
Aynı şekilde Ebu Abdullah b. Hâmid’in  İmam Ahmed’in ashabına nisbetle rivayet ettiği iki görüş de bu konuyu açıklamaktadır. Bu rivayetlerden birisine göre halis Cehmiyye (bizzat Cehm b. Safvan’ın önderliğindeki fırka) ve tabileri, ki bunlar Allah’ın bütün sıfatlarını nefyetmekte, Allah’‎‎ı herhangi bir sıfatla tavsif etmemekteydiler, (ne vücûd ne de başka bir sıfatla) bundan dolayı yetmiş iki fırkanın dışındadır.

Yine bu bağlamda, ‘Ondan (Cehm b. Safvan’dan) daha zararlı bir grup vardır ki onlarda isim ve sıfatları tamamen nefyeden Felasife ve Karamita grubudur. Bunlar Ehli Sünnet imamları nezdinde külliyyen küfür üzere kabul edilmişlerdir. Bunların küfrü Yahudi ve Hristiyanların küfründen daha da tehlikeli olan gizli (batınî) küfürdür. Şüphesiz bunlar yetmiş iki fırkanın dışındadırlar. Müslümanlık iddiasında bulunmalarına gelince, bunlar İslam’ın ilk dönemlerindeki münafıklara benzemektedirler, hatta ilk nesil münafıklar bunlardan daha ehvendir, zira onlar zahiren dini kurallara riayet etmekteydiler. Bunlar ise bazen namaz, oruç, zekat vesaire ahkamın kaldırılmasını da telaffuz ediyorlar. Gerçi ilk nesil münafıklar hususunda daha çok delil olduğu da ayrı bir gerçektir demektedir.
Aynı meselenin devamı sadedinde şunları da söylemektedir; Selefin çoğunluğuna göre, başta Abdullah b. Mübarek, Yusuf b. Esbat ve  İmam Ahmed’in ashabından bazıları, Cehmiyye ümmet içinde ortaya çıkan yetmiş iki fırkanın dışındadır. Yetmiş iki mezhep ise Havaric, Şia, Mürcie ve Kaderiyye’den neşet etmiştir. Bu rivayetler İmam Ahmet’ten sünnet ve hadis imamları yoluyla gelmiştir. Onlar; Kim Kur’an mahluktur ve Allah ahirette görülmeyecektir derse küfre girmiştir vs, demişlerdir. Buradan hareketle şunu söyleyebiliriz; Halkul Kur’an ve Ruyetullahı inkar Rafiziler ve mütaahhir Hariciler  arasında da ortaya çıkmıştır, dolayısıyla onlar da Cehmiyye ile aynı kategoriye girmektedirler, bu konudaki doğru hükmü Allah bilir.

Helak olan bütün fırkalar İslam milletinden ayrılmış ve küfre düşmüş değillerdir.

Helak olacak yetmiş iki fırkanın tamamı azaba uğrayacak olan fırkalardır ama bu onların tamamının küfre düştüğü ve İslam milletinden (dininden) çıktığı  anlamına gelmez. Şeyhulislam İbn Teymiye bu hususta şunları söylemektedir: Kim yetmiş iki fırkanın tamamını tekfir eder ve onları İslam cemaatinin dışında sayarsa, Kur’an’a, sünnete, ashabın, dört imamın ve sair imamların icmasına muhalefet etmiş olur. Hiçbirisi bütün fırkaları tümden tekfir etmemiş, bazı fırkaları bazı görüşlerinden dolayı tekfir etmişlerdir. Cehmiyye’nin  bazı görüşlerini benimseyen Mutezile gibi fırkalar ise, hem zahiri hem de batıni olarak İslam’a mensubiyet iddia etmeleri sebebiyle Muhammed ümmetinden sayılırlar. Mutezileye göre daha mutedil olan Kerramiyye ve Küllabiyye’nin durumu da böyledir.
Ali’yi imamet hususunda daha efdal gören, imameti de nas ve tayin nazariyesine bağlı gören, imamların ismet sıfatına kail olan Şiiler de böyledir. Zira onlar Muhammed’in peygamberliğine inanmakta, zahiren ve batınen kendilerini Müslüman saymaktadırlar. Bunlar, dini kendi inandıkları şekilde anlayan cahil ve ehli dalalet insanlardır. Bundan dolayı Muhammed ümmetinden çıkmış sayılmazlar, dinde aşırılığa giden ve fırkalara ayrılan insanlar cümlesine dahil olurlar.
Yetmiş iki fırkaya dahil olan gruplara gelince, her fırka içerisinde mümin sıfatını taşıyan, küfre bulaşmayan çok sayıda insan olduğu bilinmelidir. Birtakım yanlışlıkları ve günahları olabilir, bundan dolayı da zaten ceza göreceklerdir. .Peygamber bu insanları İslam’ın dışında görmemiş, kendi ümmetinden saymış ve onların ebediyyen cehenneme kalacağını söylememiştir. Bu, hassasiyetle gözetilmesi gereken bir prensip ve ölçüdür. Ehli Sünnet mensupları içinde de Rafıza ve Havaric tarzı bidatlere tevessül edenler bulunmaktadır. Nitekim Ali ve diğerleri kendileri savaşan Haricileri tekfir etmemişlerdir.
Yetmiş iki fırkayı toptan tekfir edenler Kur’an, Sünnet, ashab ve tabiinin icmasına muhalefet etmiş olurlar. Gerçi yetmiş iki fırka ile ilgili hadis Sahiheyn’de (Buhari ve Müslim) geçmemektedir, İbn Hazm ve bir kısım ulema bu hadisi zayıf saymış, içlerinde Hâkim’in de bulunduğu bir grup ise hasen veya sahih saymışlardır. Her halükarda “Yetmiş ikisi cehennem ehli, bir tanesi ise kurtuluşa erecektir” şeklindeki ifade Kur’an’da (Nisa, 10)  “Haksızlıkla yetimlerin mallarını yiyenler şüphesiz karınlarına ateş tıkınmış olurlar; zaten onlar alevlenmiş ateşe gireceklerdir” ve (Nisa, 30) “Kim düşmanlık ve haksızlık ile bunu (haram yemeyi ve adam öldürmeyi) yaparsa (bilsin ki) onu ateşe sokacağız; bu ise Allah’a çok kolaydır” şeklindeki tehdit ve vaidlerden daha şedid ve kuvvetli değildir. Bunlar, bu fiilleri işleyenlerin cehenneme gireceklerine dair sarih ve açık delillerdir.

Yetmiş iki fırkayı tam olarak belirleme ve isimlendirme mümkün değildir


Bazı ulema ve makalat hususunda eser veren müellifler yetmiş iki fırkayı isimlendirme ve sayı olarak sınırlandırmak ve bunları ana fırkalar merkez olmak üzere tesbit hususunda çaba sarfetmişlerdir. Abdullah b. Mübarek, Yusuf b. Esbât, Ebu Hâtim er-Râzî bunlardandır. Malatî Tenbih’inde, Bağdadî el-Fark Beyne’l-Fırak’ında,  İbn Cevzî Telbisu’l-İblis’inde, Şehristanî el-Milel ve’n-Nihal’ında, Seksekî Burhan’ında, Irakî el-Fırak ve Esnafu’l-Kefere’sinde bu tasnifi yapmaya çalışmaktadırlar. Bütün bunlar ictihadi çalışmalar olup herhangi bir delile dayanmamaktadır. Bu tamamen gaybi bir meseledir. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem bunu haber verdiğinde fırkalar bu sayıya ulaşmış değillerdi. Peygamber bu sözüyle belki daha ziyade zaman ve mekanı (kendinden sonra) kastetmiş olabilir. Dolayısıyla yeni fırkaların ortaya çıkma ihtimali kıyamete kadar var olacaktır. Dolayısıyla hiç kimsenin bu konuda tam bir sayı vermesi mümkün değildir, bu gaybi bir meseledir.

Her fırkanın kendisini kurtuluşa erecek fırka olarak görmesi naslarla reddedilmiştir.

Her fırkanın kendisini fırkay-ı nâciye olarak görmesi ise Kur’an ve sünnete irca edilmesi durumunda asılsız ve mesnetsiz kalmaktadır. “De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki, Allah da sizi sevsin”. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve selleme ittiba etmek bu hususta en doğru ve en geçerli ölçüdür. Ehli ehva ve bidatin Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve selleme mensubiyet iddiasına gelince, bu görüşlerin sünnet ve selef yoluna kıyas edilmesi iddialarının asılsız olduğunun en büyük delilidir. Selef yoluna ve metodunua tabi olanların yolu en doğru ve en geçerli yoldur, metodları selefe muhalif olanlar ise hevalarına tabi olmuşlardır. Yine Kur’an’da “Şüphesiz bu benim dosdoğru yolumdur, ona uyun (başka) yollara uymayın. Zira o yol sizi Allah’ın yolundan ayırır” buyurulmaktadır. Bir başka ayette ise “İşte kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onun teviline yeltenmek için müteşabih ayetlere yapışıp, onlarla uğraşır dururlar”. Malum olduğu üzere selef müteşabih naslarla uğraşmamış, tevile yönelmemiş, ve bundan nehyetme yoluna gitmiştir. Bundan dolayı selef, felaha eren zümredir. Ehli ehva ise, müteşabihata dalmış, tevile yönelmiş bundan dolayı da fitne ve husumet ehli olarak bilinmişlerdir.
Kur’an’da “Dinlerini parça parça edip gruplara ayrılanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur” buyurulmaktadır. Bilindiği gibi selef asla dini bölecek bir tasarrufta bulunmamış, sürekli birlik ve tevhid halinde olmuştur. Dinlerini bölenler, dinde ayrılığa düşenler ehli ehva ve ayrılıkçı fırkalar olmuştur.
Bu hakikatin (fırkay-ı naciye ve .Peygamberin yolundan giden grubun kim olduğu) sünnetten delili ise Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellemin “Benim ve ashabımın olduğu yol üzere olanlar” şeklindeki sözüdür. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellemin yolunu takip edenlerin Selef ve Ehli Sünnet olduğu ise bilinen bir gerçektir.
Şâtibî, ehli ehvanın kendilerinin kurtuluşa eren fırka olduğunu iddia etmelerini reddetme sadedinde şunları söylemektedir: Durum böyle olunca, her fırka kendisinin kurtuluşa eren fırka olduğu iddiasından hareketle diğer fırkalarla ihtilaf halindedir. Bidat ehli şeri delilleri kullanarak kendilerini doğru yolda kendileri dışındakileri ise kötü gösterme gayretindedir. Zahiren de kendilerini dine bağlı göstermektedirler. Yalan dolan ile uğraşanlar kendilerinin dini en güzel şekilde anladığını iddia ederken, sıfatları nefyedenler de kendilerini muvahhid görmektedirler.
Kulun iradesinde tamamen hür olduğunu iddia edenler de kendilerini adil olarak görmektedirler. Nitekim Mutezile ashabı kendilerini Ehli adl ve tevhîd olarak tavsif ediyorlar. Müşebbihe grubu ise kendilerinin Esma-i ilahiyyeyi ve sıfatları en güzel şekilde ispat ettiğine kaildir. Zira onlar teşbihi nefy ederek mutlak nefy yoluna gitmekteler ki bu da mutlak yokluk demektir. Kendilerini İslama nisbet eden veya etmeyen diğer mezheplerin durumu da böyledir.
Bu hususta Kur’an ve (özellikle) sünnetten yapılan istidlallere gelince, her grup bu anlamda istidlallerde bulunmaktadır. Hariciler Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellemin “Ümmetimden bir grup kıyamete kadar doğru yolda olacaktır”  (bir rivayette ‘kendilerine muhalefet edenlerin muhalefeti bunlara zarar vermeyecektir’ şeklindedir)  ve “Onlardan hangisi malını korumaya çalışırken öldürülürse şehittir” mealindeki sözlerine sarılmakta, herhangi bir faaliyette bulunmayıp oturanlar ise “Cemaate sarılınız, zira Allah’ın himmeti ve yardımı cemaat iledir. Cemaatten bir adım uzaklaşan İslam’la bağını koparmış (gevşetmiş) olur” ve “Allah’ın öldürelen kulları arasında ol ve öldürenler arasında olma” şeklindeki sözlere yapışmaktadırlar. Mürcie’ye mensup olanlar “Kim kalbiyle samimi olarak la ilahe illallah derse, zina etse ve hırsızlık yapsa bile, mümindir” sözüyle, onlara karşı olanlar ise “Zina eden kişi mümin olarak zina etmez” sözüne sarılmaktadırlar. Kaderiyye mezhebine mensup olanlar ise “Allah’ın insanları (ona göre) yarattığı fıtrat” ve “Her doğan İslam fıtratı üzere doğar” mealindeki hadisi kendilerine esas almakta, Mufavvida (Cebriyye) ise “Nefse ve ona birtakım kabiliyetler verip de iyilik ve kötülüklerini ilham edene” mealindeki ayete ve “ Amel edin, zira herkes yapacağı şeye mustaid (ehil) olarak yaratılmıştır” mealindeki hadise dayanmaktadır. Rafıza ise Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellemin şu sözünü kendine hüccet edinmiştir “Havz kenarına topluluklar gelecek ve benim arkamda kalacaklar. Ben; Ey Allah’ın ümmetimi (de) isterim dediğimde bana şöyle denilecektir ‘sen onların senden sonra neler yaptığını bilmiyorsun ! Onlardan ayrıldığın zamandan beri onlar eski adetlerine rücu ettiler. Ali’yi takdim etmelerine (İlk halife olarak kabul etmelerine) delil olarakta “Senin benim nezdimdeki yerin, Harun’un Musa nezdindeki yeri gibidir, şu var ki benden sonra nebi gelmeyecektir” ve “Ben kimin mevlası ise Ali de onun mevlasıdır” hadislerini delil getirirler. Bunlara muhalefet edenler ise Ebu Bekir ve Ömer’i takdim için “Benden sonraki iki kişiye, Ebu Bekir ve Ömer’e ittiba ediniz” sözünü ve “Allah ve Müslümanlar sadece Ebu Bekir’den razı olurlar (onun hilafetini kabul ederler)” vs. gibi aynı anlama gelen sözleri delil olarak kullanırlar.
Her grup kendini bu anlamda fırkay-ı naciye olarak görmektedir. Gerçi bu durumda ehli bidatın kafası karışır, zira kendi düşüncelerini Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem ve ashabının yolu ile kıyasladıklarında ortaya apaçık bir çelişki çıkar. Bu durumu aşmak için de bazı hususları asıl olarak kabul edip kalan kısmını da tevil yoluna gitmektedirler.
Son zamanlarda iftirak hadisi ile ilgili eleştiriler arttı. Bu eleştirilerin hareket noktası da hadisin senetlerinin zayıf olması şeklindedir. Bu tarz eleştirilere yönelmelerindeki temel gaye ise bütün ümmetin selamette (kurtuluşta) olduğu tezinden hareketle akidevi-mezhebi farkları ortadan kaldırma endişesidir. Bunu, ümmetin ayrılığa düşeceğini haber veren rivayetlerin iftirak hadisi ile (ümmetin yetmiş üç fırkaya ayrılacağını bildiren hadis ) sınırlı olmadığını ve o hadisin İslam uleması nezdindeki kabulunu bilmelerine rağmen yapmaktadırlar. Bu inkar ve şüphelerin sebepleri ise söyleyene göre değişmektedir. Ama bu konudaki en büyük etkenin sünnetullah konusundaki cehalet, dini nasları (Kur’an ve Sünnet) anlama hususundaki kifayetsizlik, vakıayı bilmemekten ve selefin eserlerini tanımamaktan kaynaklanan cehalet olduğunu söylemek mümkündür.
Sünnetullah hususundaki cehaletlerinin delili şu ayeti kerimedir “Fakat onlar ihtilafa düşmeye devam ederler. Ancak Rabbinin rahmetine nail olanlar müstesnadır”. Allah’ın rahmetine nail olanlar Ehli Sünnet yolunun mensuplarıdır.
Dini naslar hususundaki cehaletlerine gelince, ümmetin iftiraka düşeceğini haber veren Kur’an ve sünnetteki mütevatir haberler bunun delilidir. Bu rivayetler bazı gruplar ve selefin icması yoluyla gelen haberlerdir.
Realite (vakıa) hususundaki cehaletlerine gelince, bunun da en büyük delili İslam ümmetinin yaşadığı süreçtir. Şöyle bir bakıldığında ümmet içerisinde çok sayıda gruplaşma, kökü eskiye uzanan mezhepler, yeni oluşumlar müşahade edilecektir ki, bunların hepsi kendince bir yol tutturmuş gidiyorlar. Bu realiteyi görmeyen ve görmemezlikten gelen cahil sayılır. Böyle bir yaklaşım şayet İslam ümmetinin birliği düşünülerek ve Müslümanlar hakkındaki hüsnü zandan kaynaklanıyorsa, bilinmelidir ki, bu da vakıaya ve Müslümanların realitesine uygun olmak zorundadır.
Selefin eserleri hususundaki cehaletleri ise, selefin ümmetin Havaric, Şia, Kaderiyye, Ehli kelam vs. gibi gruplara ayrılmış olmasını icma ile kabul etmiş olmasını bilmemeleridir.
İftirak hadisini inkar eden (özellik Mürcie eğilimli kimseler) çevreler insanların sadece iman esaslarını tasdik ederek mümin oldukları fikrine kaildirler. Kanaatimce böyle düşünenlerin sayısı, mütefekkirler, akademisyenler vs. gibi kelami gruplara mensup insanlar arasında oldukça yaygındır ki bu gruplar İslam dünyasında çoğunluğu oluşturmaktadırlar.
Son zamanlarda özgür düşünceyi savunma adına bazı modern İslami çevreler, akideyi bir tarafa bırakarak, daha ziyade duygusal yaklaşımlarla bunu savunmakta veyahut İslam toplumunu her ne vesileyle olursa olsun bir araya getirmeyi savunan edipler, yazarlar bunu dile getirmektedirler.
Aynı düşünce din aleyhtarı modernist çevrelerden, felsefi cereyanlardan veyahut tasavvufi muhitlerden de gelebilmektedir.
Bunlardan bir grubun sayısı da küçümsenmeyecek kadar çoktur. Biz bunları Rafıza, Batıniyye ve sair fırka mensuplarına değinirken anlattık. Bunlar itikadi farklıkları kaldırma söylemini en yoğun şekilde dile getiren, mezheplerin birbinine yaklaşmasını hararetle savunan çevrelerdir. Ama biz Ehli Sünnet dışında insanları sünnet yolunda birleşmeye çağıran kimseyi göremiyoruz. Bu, geçmiştede günümüzde de Ehli sünnetin en bariz özelliği olmuştur. Ehli Sünnet İslam ümmetini hak üzere birleşmeye, tevhid sancağı altında toplanmaya, Allah’ın ipine sarılmaya, sembollerin, sloganların değil sünnetin etrafında birleşmeye çağırıyor.
Başkaları ise “bizim esaslarımız hususunda birleşelim” diyorlar. Bu bağlamda akidevi farklar kaldırılacak ve herkes kendi bildiği gibi yapacak !  Bu gruplar içerisinde en makul olabilecek ifade “ittifak ettiğimiz hususlarda biraraya gelelim, ihtilaf ettiğimiz hususlarda ise birbirimizi mazur görelim” şeklindeki yaklaşım,  şayet ahkam ve ictihad hususundaki farklılıkları kastediyorsa dini anlamda da değerlidir. Bu, bu sloganı asrımızda ilk defa dile getiren çevrelerin muhtemel endişesiydi. Daha sonraları ise bu slogan hak-batıl, sünnet, bidat, tevhid, şirk ayırımı gözetilmeksinin itikadi farklılıkları ortadan kaldırmak gibi mecrasının dışında kullanılmaya başlandı. Bu yaklaşım zamanla, insanları ehli ehvanın karışık ve yanlış fikirleri ve çeşitli sloganlar altında toplanmaya, (güya) başkalarını incitmeme adı altında sünnetten taviz verme vs. gibi alanlara kaydı. Bu dini anlamda gerçek bir ifrat ve tefrit örneği olup ehli ehvanın yapmacık ve samimi olmayan bir girişimidir. “Zulmedenlere meyletmeyin; sonra size ateş dokunur” mealindeki ayet bizleri böylesi durumlara karşı uyarmaktadır. Bütün mezkur gruplar iftirak ile ilgili hadis hususunda şüphe ve eleştiriler taşımaktadırlar.

İftirak hadisi ile ilgili eleştirilere örnekler

İftirak hadisi hususundaki eleştirel yaklaşımlar genelde Abdurrahman Bedevî tarzı yaklaşımlardır. Abdurrahman Bedevî görebildiğimiz kadarıyla oldukça cahilane bir tavır içinde bulunmakta, üslubu, Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellemin sözlerini tasdik meselesi bir yana, bilimsel bir üsluptanda son derece uzaktır. Bu hadisi eleştirirken kullandığı üslup o kadar basit ki derin bir eleştiriyi bile haketmiyor. Bedevi bu konudaki eleştirilerini şu başlıklar altında özetliyor.
1- Mezheplerin sayısı ile ilgili, yetmiş bir, yetmiş iki ve yetmiş üç şeklindeki sayılar uydurmadır, bunlara inanmak, hele hele Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellemden sadır olduğunu düşünmek mümkün değildir. Bunların hiçbir delili yoktur.
2- Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellemin önceden Müslümanların kaç fırkaya ayrılacağını bilmesi mümkün değildir. Bu durumda bizim de Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve selleme çok değişik alanlarda verilen gayb ile ilgili konuşma hakkı hususunda sorularımızı olacaktır. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve selleme bir çok hususta gayb ile ilgili bilgi verilmiş,  O da bunları ümmetine anlatmıştır. Zaten nebî kelimesi de  Allah tarafından kendisine gaybi haberler verilen kişi anlamına gelmektedir. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem kıyametin alametleri, ölümden sonra dirilme, ahiret,  bir çok geçmiş ve müstakbel mesele hususundaki beyanlar vs. bunun örnekleridir. Aynı mantıkla Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellemin Allah’ın kendisine bildirmiş olduğu mezheplerin sayısını bildirmesi mümkün olmaz mı ? Kaldı ki Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem asla hevasından konuşmaz.
3- Bu hadis ikinci ve üçüncü asra ait kaynaklarda geçmemektedir. Şayet sahih olsaydı ilk dönemlerde bilinen bir hadis olurdu.
Bu iddia da müellifin cehaletini ortaya koymaktadır, zira sünnet ancak üçüncü asırda kapsamlı olarak tedvin edilebilmiştir. Müellifin iddiası bir başka açıdan da batıldır zira bu hadisi rivayet edenler üçüncü asrın müsned ve sünen yazarlarıdır. Bunlar İbn Ebi Şeybe (235), İmam Ahmed (241), Dârimî (255), İbn Mâce (273), Ebu Davud (275), Tirmizî (279), Ebu Veddâh (286) ve İbn Ebi Asım (287) dır. Dolayısıyla bu hadis tedvin (üçüncü) asrında bilinmekteydi. Şeyhulislam iftirak hadisi hususunda şunları söylemektedir: Bu hadis sünen ve müsned kitaplarında meşhur bir hadis olarak geçmekteydi.
Hadisin daha geç dönemlerde tedvin edildiği farzedilse bile, bu, bu tarz bir eleştiriyi haklı kılmaz. Bu bilimsel değil ferdi bir yaklaşım olur.
4- Her fırka hadisin sonunu kendisine uygun tarzda tamamlamıştır. Ehli Sünnet kendisinin, Mutezile mezhebi ise kendisinin fırkay-ı naciye olduğunu ileri sürmüştür. Müellif Ehli sünneti Mutezile mesabesine indirmiş, yani nasları kendilerini teyid edecek tarzda hevalarına göre yorumlayanlara benzetmiştir. Böyle bir yaklaşım sünneti tamamen yok edecek (zan altında bırakacak) bir sonuca yol açar. Ehli Sünnet, hadisi en güzel şekilde nakleden güvenilir ve adil  ravilerin yolundan müteşekkildir. Şayet Ehli Sünnetin rivayetleri kendine göre yorumladığı bir faraziyye olarak söz konusu olsa bile haklı olurdu, ama böyle bir şey mümkün değildir. Neyse ki bu sözler bilimsel anlamda bir otorite ve müracaat kaynağı mesabesinde olan bir insandan sadır olmuyor. Bu ve benzeri şahsiyetlerin durumu ehli ehvanın müşterek özelliklerini taşımaktadır. Bunlar da, cehalet, bilgilçlik taslama, gurur, dini sahada akılla hüküm verme, Allah ve Rasulüne teslim olmama, imamlara yeterince saygı göstermeme, kendi metodlarına (bile) tam güvenememe, zayıf deliller vs. gib özelliklerdir. Bu hususlarda dikkatli olmak lazımdır, Allah bizleri ve sizleri böylesi durumlardan korusun.