www.musluman.biz

10 Mart 2012 Cumartesi

ÖVGÜ

Huseyin Ebu Emre - Harun Yildirim - ahlak ve imani dersler

ÖVGÜ
İyi ve güzel hallerin beğenilerek anlatılmasına övgü denir. Övgü­nün zıddına yergi denilir. Bir başka ifade ile övgüye medih, yergiye de zem denir. Zem veya yergi, insanın kötü hallerinin anlatılması demektir.
Her iki huyun kendine göre ölçüleri vardır. İnsanları yaptıkları şey­lerden dolayı göklere çıkarmak ne kadar yanlışsa, aynı şekilde onları yap­tıkları kötü şeylerden dolayı yerin dibine geçirmek de o kadar yanlıştır. Övgü ve yergide belli bir sınırın korunması her zaman için gereklidir.
Esasen övgü güzel bir kavramdır. İçi sevgi ve güzelliklerle doludur. İnsan ondan zevk alır. Faydası ve yararı vardır. Övülmeye layık kimse­leri övmek, toplum içinde kişinin değerinin artmasına vesile olduğu gi­bi, diğer insanlar tarafından örnek alınmasına da sebep olur. Toplumlar, fazilet sahibi iyi insanlar sayesinde ayakta durur ve bu bakımdan sevgi­ye layık insanların sevilmesi, medhu sena edilerek toplum içinde itibar­larının yükseltilmesi güzel bir davranıştır. Yeryüzünün dağlar sayesinde çalkalanmaktan kurtulup savrulmadığı gibi, toplumlar da iyi insanlar sayesinde ayakta durur, savrulmaktan kurtulur. Onlar toplumların den­ge unsurudur. Onlar sayesinde insanlar huzur bulur, mutlu olurlar. Bu bakımdan sevgiye layık insanların sevilmesi, övgüye layık olanların övülmesi gerekir.
Peygamberler övgüye layık insanların başında gelir. Hak Teala on­ları övmüş, insanlara örnek olarak göstermiştir. Onlar en olgun ve en kamil insanlardır. Edeb ve ahlak bakımından her şeyin zirvesinde olan, içi dışı tertemiz adamlardır. Onlar Allah'a en yakın olan seçkin kişiler­dir. Bilinmeyen gayb alemi ile ilgili haberi ancak onlar getirirler. Hiç kimse onların getirdiği yerden su getiremez, getirmeye gücü yetmez. Onların daldığı hakikat denizine kimse dalamaz, dalmaya cesaret ede­mez. Hiç kimse onların söylediğini söyleyemez, konuştuğunu ifade edemez. Onların ilimleri mekteplerde, medreselerde öğretilmez. Onlar özenle seçilen ahiret erleridir. İnsanlığın en büyük hidayet önderleri, ah­lak öğretmenleridir. Hak Teala onlar hakkında "Onlar Allah'ın hidayet ettiği kimselerdir, sen de onların hidayetine uy" buyurmuştur.
Peygamberler güneş gibidirler. Onlar olmadan hiçbir yer aydınla-namaz. Onlar olmasaydı insanlar cehalet karanlıklarında şaşırır kalır, ilmin aydınlığına çıkamazlardı. Onlar olmasaydı insanlar dalalet içinde yuvarlanır giderler, hidayet nuruna eremezlerdi. Hak Teala kullarına acıdı da onlara hidayet kılavuzları olarak peygamberlerini gönderdi. Onlar Allah'ın doğru yolu gösterdiği, nimetler verdiği kimselerdir. On­lar Allah adamlarıdır. Kendilerini ona adamışlar, ona bağlanmışlardır. Kendilerine onun ayetleri okunduğu zaman ağlayarak secdeye kapanan kulluk abideleridir.
Peygamberler içinde Adem ile Nuh alemler üzerine seçkin kılınan­lardandı. Eyyub ile Yusuf kendilerine doğru yol gösterilenlerdendi. Zekeriyya, Yahya, Isa ve İlyas da hidayet olunanlardandı. Hepsi Allah'ın salih kullarındandı. Elyesa, Yunus ve Lut da hidayete erdirilenlerdendi. Onların hepsi alemlere üstün kılınmıştı. İdris ve Zülkifl de sabreden­lerdendi. Onlar ilahi rahmet içine alınan, gerçekten salih insanlardandı. Musa da peygamberlikle ve Allah'ın kelamıyla insanlar üzerine seçkin kılman kullardandı. Süleyman kendisine hüküm ve ilim verilenlerden, güzel bir kuldu. Seslice tesbih edip Allah'a yönelirdi. İbrahim ailesine kitap ve hikmet verilmiş, aynı zamanda onlara büyük bir mülk ve salta­nat ihsan edilmişti. İsmail de vadine sadık bir kuldu. Ailesine ve çev­resine namazı ve zekatı emreden Allah katında hoşnutluğa erenlerden­di. İdris de çok sadık, özü sözü doğru bir peygamberdi.
İshak ve Yakub da eller ve gözler sahibi idiler. Allah onları halis yurt olan ahiret düşüncesine dalan has kullardan kılmıştı. Onlar Allah katında seçilmiş en hayırlı kimselerdendi. Davud da zikir ve tesbihle Al­lah'a yönelenlerdendi. Lokman Allah'a şükretmesi için kendisine hikmet verilenlerdendi. Hızır da Allah katından rahmetle kuşatılan kendisine ilim öğretilenlerdendi. Ümmilere kendilerine Allah'ın ayet­lerini okuyan, onları temizleyen, onlara kitap ve hikmeti öğreten Mu-hammed aleyhisselam gönderilmişti. O müttakilerin imamı, takvanın en zirve insanı idi. O, en fazla Allah'tan korkan ve Allah'ı en iyi bilendi. Onun tuttuğu yol Allah'ı bilme konusunda en efdal ve en yakın yol­du. O bütün davranışlarında takvaya en uygun olanı seçen, aksi du­rumdan vazgeçen insandı. O Allah korkusundan az gülüp, çok ağlayan­dı. Kimsenin görmediğini gören, işitmediğini işiten bir peygamber­di.1558 Allah korkusundan namaz kılarken göğsünden kaynayan kazan sesi gibi ses gelen kişi idi. O Allah için yaşayan bir insandı.
Bu insanların hepsi iyiliklerde yarışırlardı. Umarak ve korkarak Al­lah'a yalvarır, ona karşı derin bir saygı duyarlardı. İşte onlar böyle in­sanlardı. Onlar bu övgülerin hepsine layık adamlardı. Müminin Allah yolunda örnek alacağı en mükemmel insanlar nebiler ve peygamberler­dir. Peygamberlerin dışında salih insanlar da övgüye layık insanlardır. Nebilerden sonra Allah dostları veliler, salih kişilerdir. Salih insanların başında da sahabiler gelir.
Allah'ın son elçisi Resul-i Ekrem Efendimizin gökteki güneş gibi ol­duğu düşünülürse, onun yıldızları sahabileridir. insanlar nasıl gökteki yıldızlarla yönlerini bulur, gidecekleri yere ulaşırlarsa, müminler de iman ve takva yolunda ashabın güzel hatıralarıyla yol bulurlar. Onlar bu ümmetin yıldızlarıdır. Hangisine uyulursa hedefe varılır. Onlar bu üm­metin en hayırlıları, en önde gelenleridir. Onlardan sonra tabiin, daha sonra da tebe-i tabiin nesli gelir. Ondan sonra gelen nesiller içinde hayırlı insanlar, övgüye layık olan kimseler elbette ki vardır.
Bu üç neslin dini yaşanası müslümanlar için önemlidir. En güzel örnek­ler, ibret alınması gereken tarihi hatıralar daha çok bu üç kuşağın hayat hika­yelerinde mevcuttur. Aradan yüzyıllar geçmesine rağmen müslümanlara rehber olan en faziletli davranışlar, zühd ve takvaya dayalı en değerli bilgi ve yaşantı örnekleri onların biyografilerinde bulunmaktadır.
Her şeyin yenisi güzel olmasına rağmen, dinde durum bunun tersi­nedir. Geçmişe, uzandıkça daha kaliteli, daha nitelikli örneklere rastla­nır. Bundan dolayı geçmişte yaşayan bu üç kuşağa iyi insanlar anlamın­da selef-i salihin denilir. Efendimiz bu üç kuşak hakkında en hayırlı in­sanların kendi zamanında yaşayanlar olduğunu, sonra onların peşinden gelenler, daha sonra da onların peşinden gelenler olduğunu ifade bu­yurmuştur.
Ashab-ı kiram nesli bir bakıma Efendimizin iman ve takva yolunda yetiştirdiği ilk öğrencilerdir. Onlar Allah'a saygıda, onun emirlerine uy­ma, yasaklarından kaçınmada örnek bir nesildi. Onların içinde öyle kim­seler vardı ki, onlardan bazılarının zaman olur çok ibadet etmekten ayak­ları şişer, çok secde etmekten alınlarının derisi soyulurdu. Onlar Allah yolunda güçlerinin yettiği kadar ibadet ve taata gayret ederlerdi. Bu ko­nuda hiç kimsenin kınamasından korkmaz, ana baba ve kendi aleyhlerin­de bile olsa Allah için adalet ve doğruluktan hiç ayrılmazlardı.  Bu özellikler ise her devirde övgüye layık faziletli amellerdir.
Ashab-ı kiram içinde övgüye layık en üstün insan hiç şüphesiz Ebu Bekir'dir. Onun dinde ayrı bir yeri vardı. O Resul-i Ekrem Efendi­mize malıyla ve canıyla en çok yardım edendi. O öyle takva sahibi idi ki kulluk vazifesini en mükemmel şekilde yerine getirirdi. O takvası sa­yesinde bütün iyilikleri yapmaya çalışır, hiçbirinden geri kalmazdı. Bundan dolayı Resul-i Ekrem bu özelliklerin kendisinde toplandığı bir insanm mutlaka cennete gireceğini söylerdi. O Allah'a olan bağlılığı sayesinde peygamberler dışında cennet halkının efendilerinden olan kişi idi. Gök yüzünde doğan yıldızın görülebildiği gibi, cennette yüksek derecelere kayuşan gökteki yıldızlar gibi hatta daha da yüksek insanlardan biri idi. Bütün bunlar bir insanda bulunursa o insan elbette övgüyü hak etmiş örnek bir insandır.
Ömer de dini yaşantıda övgüye layık bir şahsiyetti. O zühd ve takvada örnek bir kişiliğe sahipti. O Allah Teala Hazretlerinin hakkı di­line koyduğu, hak ile hükmeden biri idi. Allah'a olan saygısı tam idi. Bu yolda kimseden çekinmez, hiçbir şeyden korkmazdı. Efendimiz onu överek hakkında Allah'ın dininde en şiddetli kişinin Ömer olduğunu söylerdi. O Allah'a saygıda kusur edilmesine, onun emrine aykırı davranılmasma tahammül edemezdi. Derhal müdahale eder, düzeltir­di.1571 Çünkü o dini konularda kararlı ve tutarlı idi. Doğru olanı yapar, yanlış olana karşı çıkardı. O, aynı zamanda Allah'a giden yolda şeytanla amansız mücadele edenlerdendi. Şeytan ona bir yolda rastlasa başka bir yola saparak yolunu değiştirirdi. O, sürekli olarak Allah'la birlikte idi. Bu bağlılığın semeresini dünyada iken görmüştü. O, bu ümmet içindeki ilham sahibi kişilerdendi. O peygamber diliyle elbisenin baştan aşağı vücudu örttüğü gibi tepeden tırnağa dinle, imanla, takva ile dolu olan bir insandı. O böylesine bir din ve takvaya sahipti. Bundan dolayı da övgüye layık idi.
Osman da iman ve takva konusunda ayrı bir değerdi. O Resul-i Ekrem'in cennette arkadaşı olacak kadar onun izinde giden biri idi. Kendisinden meleklerin bile utanacağı derece hayaya sahip bir şahsiyet­ti. Haya ise dinde övülen en güzel huylardan biri idi. Osman da bun­dan dolayı övgüyü hak etmişti.
Ali'nin Allah'a olan bağlılığı, zühd ve takvası da bir başka idi. Onun bu takvası diline ve gönlüne de inmişti. Bundan dolayı ümmet içinde en isabetli hüküm verendi. O öyle takva sahibi idi ki Resul-i Ekrem'in yanında Musa'ya nispetle Harun gibi idi. Bu ise büyük bir onur, büyük bir şereftir. Övgüye değer bir fazilettir. Takva aynı za­manda güvenilir ve emin olmayı gerektiren bir makam idi. Ashab içinde bu makama, bu dereceye varanlar vardı. Her ümmetin bir emini olduğu gibi, bu ümmetin emini de Ebu Ubeyde Ibni Cerrah'tı. Emin ve güve­nilir olanlar ne kadar övülürse övülsün yine de azdır. Allah yolunda en çetin işkencelere göğüs geren takva yıldızlarından Ammar Ibni Yasir de tepeden tırnağa kadar iman ile dolu güzel bir insandı. Kendisine arzolunan işlerde en doğrusunu seçecek kadar iman nuruna ve feraseti­ne sahipti. Bu ise güzel bir haldi. Övgüye, medhu senaya değerdi.
Takva sahiplerinin gideceği tek yer cennetti. Cennet Selman gibi takva sahiplerine kavuşmayı arzu etmekte idi. Takva'nın abide şahsi­yetlerinden biri de Ebu Zer'di. Ondan daha doğru sözlü birini ne gök­yüzü gölgelendirmiş, ne de yeryüzü onun gibisini taşımıştı. Takva sahiplerinin toplanacağı yer cennetti. İman yolunda sahip olduğu takva­sı sebebiyle her türlü eza ve işkencelere göğüs gerenler vardı ve Bilal-i Habeşi onlardandı. Resul-i Ekrem cennette onun ayak seslerini işitmiş-ti. Bütün bu güzel hallere sahip olan insanlar Efendimizin diliyle övülmüş, yüceltilmişlerdi. Onlar takva sahibi kişilerdi. Övgüye layık olanlar onlardı.
Takva sahibi her mümin Resul-i Ekrem'in yakınıdır ve onun hizmeti­ne ehil kimsedir. Abdullah İbni Mesud onlardandı. Allah sevgisiyle dolu olan İbni Mesud, bu sevgisini sürekli olarak Resul-i Ekrem'in hizmetinde bulunmakla göstermeye çalışırdı. Takvanın en önemli göstergelerinden biri helali ve haramı çok iyi bilmek, gereğini yerine getirmekti. Çünkü takva sahipleri helal yer, helal içerdi. Muaz İbni Cebel haram ve helali çok iyi bilenlerdendi. Bu haller övgüye layık güzel hallerdi.
Allah takva sahiplerinin dostu olduğu gibi melekler de onların dos­tu idi. Allah yolunda canını feda eden, savaşta kolları kesilen Cafer Ibni Ebu Talib cennette meleklerle birlikte uçanlardandı. Sa'd İbni Muaz, öylesine Allah sevgisiyle ve saygısıyla dolu idi ki ölümünden dolayı Rahman'm arşı titremişti. Halid Ibni Velid takva yolunda iyi bir insan ve aynı zamanda Allah'ın kılıçlarından bir kılıçtı. Allah onu kafir ve münafıklara karşı sıyırıp çıkarmıştı. Cerir İbni Abdullah zühd ve tak­va bakımından Yemenlilerin en hayırlısı idi. Resul-i Ekrem bir kavmin büyüğü geldiği zaman ona ikram edilmesini onun hakkında söylemiş­ti. En hayırlı insanlar en güzel övgülerle övülmüştü.
Takva salih amel işlemeyi gerektirir. Abdullah İbni Ömer salih bir adamdı, hep iyi işler yapardı. Takva anlayışının temel kaynağı Kur'an'dı. Bu kaynaktan yararlananlar arasında Ebu Musa el-Eş'ari, Ab­dullah İbni Zü'1-Bicadeyn vardı. Onlar evlerinde yüksek sesle gece gün­düz Kur'an okuyanlardandı. Bu insanların hepsi Allah'a son derece saygılı olan, onun yolunda çalışan insanlardı. İman ve takvanın en bü­yük rehberinin dizi dibinde yetişenlerdendi. Hayatlarını zühd ve takva üzere geçiren, bu uğurda gayret gösterenlerdendi. Onlar övgüyü hak eden seçkin insanlardandı.
Sahabedeki bu zühd ve takva anlayışı zamanla tabiin nesline de yansıdı. Onlar da sahabe kuşağı gibi güzel bir şekilde yaşamaya, onların yolunu takip etmeye çalıştılar. Onlar en hayırlı nesiller içinde sahabeden sonra ikinci nesil olarak anıldılar. Tabiin nesli faziletli bir nesildi. İçle­rinde övgüye layık değerli insanlar yetişti.
Onlar muhacirler ve ensardan sonra onlara güzel bir şekilde tabi olanlardı. Bundan dolayı Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah'tan razı olmuşlardı. Dini yaşamada, zühd ve takvada sahabilere en güzel şekilde tabi olan ilk insanlar şüphesiz tabiin nesli idi. Bu kuşak içinde, ilmi ve ahlaki kimlikleri ve olgun kişilikleriyle kendilerini kabul ettiren, söz ve davranışlarıyla İslam'ı temsil eden seçkin şahsiyetler vardı. Onlar sahabeden aldıkları İslam ateşini, takva nurunu elden ele, gönülden gönüle aktarmışlardı. Bu kalabalık takva ordusu içinde büyük insanlar yetişti. Öyle ki asırlar ötesinden Allah'a saygılı olan bu insanların zühd ve takva örneklerini dinlemek kulaklara zevk, gönüllere şevk verirdi.
Onlar içinde Şam'ın reyhanesi ve bu ümmetin hikmet ehli olarak anılan Ebu Müslim el-Havlani vardı. O öyle bir makama öyle bir takva­ya sahipti ki, yalancı peygamber Esved el-Ansi kendisini ateşe attığı halde ateş onu yakmamıştı. Bu yönüyle o ibrahim peygambere ben­zerdi. Ateşe atılıp da yanmayan biri elbetteki övgüye layık idi.
Mesruk Ibni Ecda, tıpkı Efendimizin yaptığı gibi namaz aşığı biri idi. Vakit bulunca hep rabbine yönelirdi. Rebi İbni Hasyem son dere­ce vera sahibi, haramlardan çekinen takva sahibi biri idi. Ibni Mesud onu çok takdir eder, eğer onu Resul-i Ekrem görseydi mutlaka onu be­ğeneceğini söylerdi. Bu değerlendirmenin bir insan için büyük bir bahtiyarlık olduğunda hiç şüphe yoktur.
Tabiin kuşağı içinde Veysel Karani olarak bilinen Üveys el-Karani'nin ise ayrı bir yeri vardı. O Resul-i Ekrem'in kendisini görmediği halde öv­güsüne nail olan ender şahsiyetlerdendi. Efendimiz onu tabiin neslinin en hayırlısı olarak anmış, ashabına ondan kendilerine dua ve istiğfar isteme­lerini tavsiye etmiştir. Tam manasıyla Allah dostu olan Üveys, annesine çok itaatkar bir evlattı.
Mürre İbni Şerahil bir Allah dostu idi. Namazı o kadar çok severdi ki çok secde etmesinden dolayı toprak alnında iz yapmıştı. Esved Ibni Yezid ibadet ve taat konusunda büyük bir gayrete sahipti. Said Ibni Cübeyr Kur'an sevdalısı idi. Fırsat buldukça sık sık hatim yapardı. Allah'a olan bağlılığından dolayı kendisine ibadet edenlerin süsü anlamına gelen Zeynü'l-abidin denilirdi. Gizlice çok sadaka verirdi. Bun­lar ise dinin değer verdiği üstün amellerdendi. Bu amelleri yapanlar halk yanında makbul olduğu gibi Hak katında da makbul idi. Onlar ger­çekten övgüyü hak eden insanlardı.
Ebu Bekir İbni Abdurrahman abid ve ibadet ehli idi. Ona Kureyş'in Rahibi denilirdi. Mekke'li olan, daha sonra Beytü'l-Makdis'e yerleşip orada ikamet eden Abdullah İbni Muhayriz fazilet sahibi biri idi. Medine-lilerin ibadet konusunda Ibn Ömer'le övündükleri gibi ibn Muhayriz'in hemşehrileri de onunla övünürlerdi. Onun yeryüzündekiler için bir em­niyet kaynağı olduğuna inanılır, örnek almak isteyenlerin İbn Muhayriz'i örnek almaları tavsiye edilirdi. Ebu Osman en-Nehdi tam bir Allah adamı idi. Hiç günah işlemediği söylenirdi. Böylesine derin bir takva sahibi idi. Takvası, Allah korkusu kendisini günaha hiç yaklaştırmazdı. Rib'i İbni Hıraş da böyle idi. Hiç yalan söylemezdi. İbn Sirin'i görenler Al­lah'ı hatırlarlardı. Efendimizin sünnetine o derece bağlı olan Eyyub es-Sahtiyani'nin yanında Efendimizin bir hadisi okunduğunda göz yaşlarını tutamazdı. Onun bu halini görenler ona acırdı. Böylesine peygamber aşığı, dindar bir insandı. Tabiin nesli içinde yetişen takva önderi bu insan­lar Kur'an ve sünnete böyle bağlı idiler. Onlar içinde ilim ve ameli, zühd ve takvayı birleştiren şahsiyetler vardı. Onlar bu halleriyle gerçekten haklarmda hüsnüzan beslenecek, iyi insanlardı. Övülmesi gereken kişiler varsa böyle salih kişiler övülmeliydi.
Tabiinden sonra gelen tebe-i tabiin ve onlardan sonraki dönemlerde de iyi hal sahibi Allah adamları yetişti. Dünyanın her yerinde Allah'ı se­ven, ona saygı duyan zühd ve takva önderleri her zaman var olageldi. Tebe-i tabiin kuşağı, tabiin neslini gören müslümanlardan oluşur. Bu zaman dilimi dini hatıraların en yoğun yaşandığı dönemin üçüncü ba­samağını teşkil eder. Onlar içinde zühd ve takvada meşhur olan pek çok insan vardır.
Her nefesi son nefes gibi yaşamaya, değe­rini bilmeye çalıştılar. Övgüye övülmeye layık olan insanlar işte bu insan­lardır. Onlar Allah'ı seven, ona saygı duyan insanlardır. Onlar yeryüzü­nün emniyet kaynağı, gökyüzünün kandilleridirler.
Övgüye layık olmayan kişileri medhetmek ise yanlış bir davranıştır. Zira böyle bir durumda adaletten sapılmış, doğruluktan uzaklaşılmış olur. Hak ise her şeyi yerli yerince yapmayı, emaneti yerli yerince teslim etmeyi gerektirir. Söz bir emanettir ve yerini bulması gerekir. Övgüye la­yık olmayanları övmek, bir çeşit emanete hiyanettir, doğru olanı yerine getirmemektir. Sözün hedefe atılan bir ok gibi olduğu düşünülürse, onun hedefine varması, amacına ulaşması beklenir. Aksi takdirde amacından sapmış olur. Dolayısıyla olur olmaz söz söylemekten sakınmak gerekir. Her konuda olduğu gibi insanları överken de ölçüye dikkat etmek, hak­kaniyeti gözetmek lazımdır. Bir kişiyi medhederken, medhedenin dikkat etmesi gereken bazı noktalar vardır.
İslam'da her şeyin bir ölçülüsü olduğu gibi övgünün de bir ölçüsü vardır. Hangi makam ve mevkide olursa olsun insanın gerçek değerini yalnız Allah Teala bilir. Zira kalplere hakim olan sadece odur. insanlar görünüşe bakarak hüküm verirler. Şekle aldanabilir, dış görünüşe kana­bilirler. İnsana yakışan ise içyüzünü bilmediği, bilgi sahibi olmadığı hu­suslarda kesin hüküm vermekten kaçınması, mutlak konuşmaktan sa-kınmasıdır. İyi görünen, öyle zannedilen bir insan elbetteki sevilmeye, övülmeye layıktır. Ama bu sevgide aşırılıktan kaçınmak, övgüde ifrata varmamak gerekir. Bir insanı övmek gerekirse onun hakkında ihtiyat ifade eden, onu iyi biri bildiğini, zannınca iyi birine benzediğini belirten cümleler kullanılabilir. Kesin tezkiye ifadesi olan kemal iman sahibi, ke­sin cennetlik ve gerçek takva sahibi olduğu şeklinde insanı tamamen temize çıkaran övgülerde bulunmak doğru değildir. Bu gibi övgüler ri­yakarlığa sebep olduğu gibi, övülen kişininin de kibirlenmesine ve ken­dini beğenmesine yol açabilir. Karakteri zayıf insanlar aşırı övgü ve medihler karşısında kendini bir şey sanabilir. Böyle ifadelere kanarak değişik havalara girip, kendinde olmayan bir takım özelliklerin bulun­duğu düşüncesine kapılabilirler. Bu ise insanın gerçeklerden uzaklaşma­sına, hayal dünyasına dalmasına yol açar. Zamanla gözünü kör, kulağını sağır etmeye başlar.
Efendimiz bu gibi endişelerden dolayı medhu senaya fazla sıcak bakmamıştır. Bir gün yanında arkadaşını medhu senada bulunarak öven birine Efendimiz arkadaşının boynunu vurduğunu söylemiş, bu sözü birkaç defa tekrar ettikten sonra da devammda "Eğer sizden biriniz mu­hakkak arkadaşım övecekse, "Ben onu şöyle ve şöyle zannediyorum" desin. Eğer onu söylediği gibi biliyorsa Allah o kimseye kafidir. Hiçbir kimseyi Allah katında temize çıkarmasın" tavsiyesinde bulunmuştur.1614
Hükümlerinde yanılmayan ve beyanlarında hata yapmayan sadece Cenab-ı Hak'tır. O halde hiç kimseyi yalan yanlış bilgilerle tezkiye et­mek, mübalağalı bir şekilde medhu senada bulunmak kula yakışan dav­ranışlardan değildir. Ya denildiği gibi salih ve iyi biri değil de fasık, facir biri olduğu zamanla anlaşılırsa bu yanlıştan dönme imkanı olmayacak­tır. Böyle bir duruma düşmemek daha ihtiyatlı cümleler sarfetmek, tezkiye ve övgüde ölçülü hareket etmek pişman olup yanılmaktan daha hayırlı bir davranış olur.
Yine Efendimizin yanında bir adamın bir başka adamı övmesi ve bu övgüde mübalağa etmesi üzerine Efendimiz övülen kişi hakkında "Adamın belini kırdınız, kendisini helak ettiniz" buyurmuştur. Bura­da da bir kimseyi aşırı derecede övmenin, ona iyilik olmayacağı, aksine gurur ve kibire düşmesine sebeb olunacağma işaret edilmiştir. Aynı şe­kilde Ömer'in meclisinde bir adam arkadaşını yüzüne karşı övdü­ğünde Ömer'in adama arkadaşını öldürdüğünü söylemesi de aynı ger­çeği teyit etmektedir.
Bir kimsenin aleyhine beddua etmek doğru olmamakla birlikte, ya­pılan bir işin açıkça yanlış olması durumunda yapanı uyarmak ve aklını başına almasını sağlamak, böyle yanlış davranışı tekrarlamasını önle­mek için o kişiye uyarı mahiyetinde bazı sözler söylenebilir. Övme so­nucunda övülen adamın kibir ve gurura kapılmasına sebep olmak, bir nevi onun helakini istemek anlamına gelir. İyilik yapacağını zannederek arkadaşına kötülük yapan bir adama da misliyle karşılık verilmesinde bir sakınca yoktur. Zira ceza amel cinsindendir. Ömer'in övmenin, öldürmek demek olduğu şeklindeki sözü de bu manayı teyit etmekte­dir. Övülenin kendisi hakkında söylenenleri aynen kabul edip de on­lara inanması, hakikatine bakmayıp uçmaya kalkması durumunda bu tehlikenin ortaya çıkması kaçınılmazdır. Ne var ki bütün bunlar ken­dinden emin olmayan kişiler için geçerlidir. Kişiliği olgunlaşmış, şahsi­yeti oturmuş insanlarda böyle bir problemin ortaya çıkması çok nadir olur. Kökü toprağm derinliklerine kadar inen asırlık çınarların, esen ha­fif rüzgarlar karşısında yere devrilmesi çok daha zordur.
Salih insanların başkalarma örnek olacak iyi hallerinin anlatılma­sında, gerektiği zaman bu durumlarının yüzlerine karşı ifade edilme­sinde bir sakmca yoktur. Bu gibi durumlar onların takvalarının artması­na, kulluğa daha çok soyunmalarına vesile olur. Kibir ve gurura düşme­sinden emin olunan kişilerin övülmesinde bir sakınca yoktur. Nitekim Resul-i Ekrem Efendimiz ashab-ı kiramdan bazıları hakkında "Ebu Bekir ne güzel adamdır, Ömer ne güzel adamdır, Ebu Ubeyde ne güzel adam­dır, Üseyd İbni Hudayr ne güzel adamdır, Sabit İbni Kays ne güzel adamdır, Muaz İbni Amr İbni'l Cemuh ne güzel adamdır, Muaz İbni Cebel ne güzel adamdır!" buyurmuştur.
Efendimiz kötü adamlar hakkında da "Falanca ne kötü adamdır, fa­lanca ne kötü adamdır!" demiş, böyle olan yedi kişinin ismini saymıştır. Bir kimsenin cennetlik olduğunu ifade edecek şekilde onu kesin bir dille tezkiye etmek iman, ahlak takva ve ihsan sahibi olduğunu belirterek öv­mek aslında yasaktır. Bu kural normal insanlar için geçerlidir. Ama insan­ları bu şekilde öven, onların cennetlik olduklarını haber veren bir pey-gamberse o zaman durum değişir. Zira o Allah elçisi, vahiy alan biridir. Tezkiye ettiğini Allah adına tezkiye eder. Tenkit ettiğim Allah adına ten­kit eder. O bu konuda mutlak yetki sahibidir. Onun otoritesi tartışılamaz, yetkisi kısıtlanamaz. Kibir ve gururdan uzak, kendi kişiliğini bilen insan­ların övülmesi onlara zarar vermez. Zulme uğrayan bir insanı kurtarmak veya ölüm halinde sıkıntıda olan bir insanın maneviyatını takviye etmek, psikolojisini düzeltmek gibi sebeplerle de insan yüzüne karşı övülebilir.
Efendimizin burada medhu sena ettiği kişilerin hepsi İslam'a büyük hizmet etmiş olan insanlardır. Onun en yakın ve en sadık arkadaşlarıdır. Övgüyü, medhu senayı hak etmiş adamlardır. Ashabın önde gelenleri, ümmetin büyükleridir. Mesela Üseyd İbni Hudayr, Medineli müslümanlardandı. Güzel Kur'an okuyan sahabilerdendi. Efendimiz "Üseyd İbni Hudayr ne güzel bir kul" diye takdir ederdi. Sabit ibni Kays Efendimizden sesi yüksek çıktı diye, bütün amellerinin boşa gittiği endi­şesine kapılarak mescide gelmekten mahcubiyet duyacak kadar edebe dikkat eden biriydi. Onun bu güzel davranışını ve güzel ahlakını takdir eden Efendimiz onun cennetlik bahtiyarlardan olduğunu müjdeledi. Muaz İbni Amr İbni'l Cemuh, Efendimizin en büyük düşmanı Ebu Cehl'in Bedir'de ayağını koparıp kendisini yere atan peygamber aşıkla­rından biridir. Muaz İbni Cebel de Resul-i Ekrem'in iltifatına mazhar olan onun sevdiği kişilerdendi.
Onlar ister yüzlerine karşı övülsünler, ister arkalarından medhu se­na edilsinler, onlar asla kibir ve gurura kapılan insanlar değildi. Şahsi­yetleri sağlam, karakterli oturmuş kimselerdi. Övenin övgüsü onları şı­martmadığı gibi, yerenin yergisi de onların moralini bozmazdı.
Layık oldukları için değil ama övgü bir de kötülüklerinden korku­lan kimselerin şerrinden korunmak için yapılır. Nitekim bir gün adamın biri Efendimizin huzuruna girmek için izin istedi. Arzusunun Efendimi­ze iletilmesi üzerine, Resul-i Ekrem Efendimiz onun hakkında ne kötü aşiret çocuğu olduğunu söyledi. Adam içeri girince, Efendimiz ona güler yüz gösterdi ve ona yumuşak davrandı. Adam evden çıkınca, başka biri içeri girmek için izin istedi. Efendimiz bunun hakkında ne güzel aşiret çocuğu olduğunu söyledi. Bu adam içeri girince, Efendimiz ötekine gös­terdiği yumuşak davranışı ve güler yüzlülüğü buna göstermedi. Bu ikinci adam çıkınca Aişe Efendimize falan kişinin kötü biri olduğu­nu söylediğini, sonra da ona güler yüz gösterdiğini, falan kimse için de iyi biri olduğunu söylediğini, halbuki ona ötekine davrandığı gibi dav­ranmadığını söyledi. Bunun üzerine Efendimiz "Ya Aişe! insanların en kötüsü fenalığından korkulan kimsedir" buyurdu.
Fasık olduğu aşikar olan kimse aleyhine konuşmak ve onu gıybet etmek caizdir. Böyle kişilerin kötülüklerini söylemekle, insanları onların şerrinden korumak vardır. Kötü insanları yola getirmek ve onların şer­rinden korunmak için böylelerine yumuşak davranmak ve tatlı sözle gönüllerini almak caizdir. Bunun ikiyüzlülükle ilgisi yoktur. Zararı de­fetmek, menfaati celbetmekten her zaman önde gelir. Bununla beraber, fenalığından korkularak kendisine böyle yumuşak davranılan kimse in­sanların en kötüsüdür.
İnsan topraktan yaratılan fani bir varlıktır. Bir gün ölecek ve yine toprağa dönecektir. Onun değeri fani olan bedeninde değil, baki olarak yaratılan ruhundadır. Bu bakımdan fani bir varlığı övmede, onu medhu senada aşırı gitmek doğru değildir. Nihayette ne kadar değerli ve ne ka­dar önemli mevki sahibi olursa olsun o da diğer insanlar gibi bir gün toprağa girecek, çürüyüp yok olacaktır. Mutlak varlık olan Cenab-ı Hak karşısmda bir gölge gibi bugün var yarın yok olan fani bir varlığı göklere çıkarmak akıl karı değildir. Nitekim adamın biri ashabdan Mikdad İbni Esved'in yanında kalktı ve kumandanlardan bir kumandanı övme­ye başladı. Bunun üzerine Mikdad, adamın yüzüne toprak saçmaya baş­ladı ve Resul-i Ekrem'in kendilerine meddahların, övücülerin yüzlerine toprak saçmalarını emrettiğini söyledi.
Övücülerin yüzlerine toprak serpmenin manası zahirine göre alın­dığı zaman övücünün yüzüne toprak serpmek anlamına gelir. Ama bu­nun yanında bu işi yapan kişinin bu davranışına rıza göstermeyin, on­dan hoşnud olmayıp kendisine tepki gösterin manasını da taşır. Nitekim Arablar, bir kimsenin sözünden hoşlanmadıkları zaman ağzına toprak dolması için beddua ederler. Zira övücünün bu yaptığı işle eline bir şey geçmediği gibi, yaptığı işin yanlış olduğundan sevaptan da mahrum kaldığına delalet eder. Övülen kimse de kibir ve gurura kapılıp şımar-mamalı, netice de topraktan gelen, toprağa gidecek bir varlık olduğunu düşünerek tevazu ve alçak gönüllüğü elden bırakmamalıdır.
Ashabı kiram hadisi zahiri üzere anlamış gibidirler. Mikdad gibi ibni Ömer de aynı şekilde davrananlardandır. Nitekim bir gün yaranda ada­mın biri bir başka adamı övüyordu. Bunun üzerine İbni Ömer, o adama doğru toprak serpmeye başladı yukarıdaki aynı hadisi tekrar etti.
Övmenin aşırısı olması hiçbir zaman doğru değildir. Nitekim Mihcen el Eşlemi Resul-i Ekrem Efendimiz ile birlikte bir gün mescide doğru yürüdükleri sırada Efendimiz mescidde bir adamın namaz kıldı­ğını gördü ve Mihcen'e onun kim olduğunu sordu. O da onu övmeye başladı. Bunun üzerine Efendimiz ona "Dur, ona işittirip de kendisini helak etme!" buyurdu.
Bir kimseyi işiteceği şekilde övmek, onun helakine sebep olmaktır. Bunu yapmamak gerekir. Çünkü böyle övmelerden dolayı övülen kişi gurura kapılarak kibirlenebilir. Kendisinin salih ve iyi bir adam olduğu zamma kapılır. Bulunduğu hale razı olur da ilerlemeyi, terakki etmeyi bırakabilir. Akıbetinden emin olmaya, mutlak surette kurtuluşa ulaşa­cağını zannetmeye başlar. Bu da bir çeşit felaket olup insanın helak ol­masına sebep olur.
Bütün bunlar övgüye layık olmayanlar içindir. Övgüye layık olanla­rı övmek ise güzel bir davranıştır. Nitekim Esved İbni Sürey, Resul-i Ek­rem Efendimizin huzuruna geldiği zaman ona şiirlerinde Allah'ı hamd ve senalarla çok övdüğü gibi kendisini de övdüğünü söyledi. Efendimiz ona "Elbette senin rabbin hamdi, övgüyü sever" buyurdu. Allah ve Resulü en güzel övgülerle övülmeye her zaman layıktırlar. Onlar hak­kında güzel övgülerde bulunmak insanın sözlerini süslediği gibi, imanı­nı da güçlendirir. Zira dilin onlarla meşgul edilmesi bir çeşit zikir de­mektir. Zikir de insana huzur ve güven verir.
Şairler medih ve zemde, övgü ve yergide en çok ifrata, aşırılığa gi­den insanlardır. Onların övgüde aşırı gitmeleri nasıl tehlikeli ise, yergide aşırı gitmeleri de öyle tehlikelidir. Onlar sevdikleri birini göklere çıka­rırken, sevmedikleri birini de yerin dibine geçirirler. Özellikle onların aşırı giden sivri dillerinden sakınmak gerekir. Nitekim bir şair sahabi İmran İbni Husayn'm yanma geldiğinde İmran ona biraz bahşiş verdi. İmran'a şaire bahşiş mi verdiği sorulunca, şerefini onun şerrinden koru­duğunu söyledi. İnsanın şerefini ve itibarını şer odaklarından koru­yabilmesi için onlara bir miktar ihsan ve ikramda bulunması caizdir. Böyle durumlarda kişiliğini ve onurunu başkalarının dilinden ve elin­den gelebilecek zararlara karşı koruması gerekir. Maddi imkanlar, kötü­lükleri kaldırmaya ve kişisel hakları korumaya araç olmalıdır. Yeri gel­diği zaman sus payı olarak verilmesi bir çok zararın defedilmesine vesile olabilir. Kötülüğü defetmenin, iyiliği celbetmekten her zaman için önde geldiği unutulmamalıdır.
Gerek dillerinden endişe edilen şairlere, gerekse kendisine ihsan ve ikramda bulunulacak kimselere bir şeyler verilirken de ölçülü davran­mak gerekir. Ashab-ı kiramın ileri gelenleri bu hususa özellikle dikkat eder insanın arkadaşına ağır gelecek şeyleri ona ikram etmemesini söy­lerlerdi. Bir mümin mümin kardeşine, onu incitmeden kendisini ren­cide etmeden iyilikte ve ihsanda bulunmalıdır. Başa kakacak veya tahkir ifade edecek şekilde yapılacak ikramın bir değeri olmadığı gibi, kardeş­lik ve dostluk bağlarmı da koparır. Onun için insanlara durumlarına göre ikramda bulunmalı, onlara ağır gelecek davranışlardan sakınmalıdır. Dost ve arkadaşlara imkanlar ölçüsünde bir şeyler ikram etmek güzel ahlakın en önemli göstergelerinden biri olduğu gibi onları zaman zaman ziyaret edip hal hatırlarını sormak da güzel ahlakın en önemli gerekle­rindendir.
İnsan dilediği zaman az dilemeli ve dilekte bulunduğu kimseyi öv­güde ileri gitmemelidir. Abdullah İbni Mesud insanın ihtiyaç talebinde bulunduğu zaman, onu az ve hafif istemesini, insana takdir edilenin ge­leceğini, yine insanın arkadaşını överek yanına varmamasını, yoksa onun belini kırıp kendisini mahvedeceğini söylerdi. İnsan herhangi bir ihtiyacını karşılamak üzere bir arkadaşına müracaat ettiği zaman, aşırı hareket etmeden en kısa ve kolay yoldan talepte bulunmalıdır. Böy­le hareket edilince, karşı taraf hem ürkütülmez, hem de müşkül bir du­ruma sokulmuş olmaz. Sebebe baş vurarak gerekli müracaat yapılır. Ondan sonra mukadder ne ise, ona kavuşulur. Fazlaya kaçmak ve ısrar­la hareket etmekte haddi tecavüz olduğu gibi, kardeşlik bağlarını zede­lemek ve vakarı kaybedip zillete düşme vardır. Nitekim Efendimiz de bu hususta Allah Teala'nın bir kulun ruhunu bir yerde almak istediği zaman o kula o yerde bir ihtiyaç yaratacağını haber vermiştir.1629 Hiç kimse ruhunu nerede teslim edeceğini bilemez. İnsanlar çeşitli mak­satlarla yer değiştirirler, yolculuğa çıkarlar, yer ve memleket değiştirir­ler. Bu arada ruhlarının alınması mukadder olan yerde de Ölürler. Bun­dan kurtulamazlar. Rızık da böyledir. İnsanın rızkı değişik yerlerden ve yönlerden gelir. İnsan bunu ayarlayamaz; çalışır fakat, takdir olunandan başkasına nail olamaz. Onun için, zillete düşmeden ve vakarı bozmadan uygun bir şekilde talepte bulunmalıdır.
İnsan emeline ulaşmak için, bazı menfaatler elde etmek için arkada­şını överse, inanmadığı bir işi yapmış olur ki, bu sahtekarlıktır, ri­yakarlıktır, iki yüzlülük ve yalancılıktır. Bunlar haram şeylerdir, bir de ciddi olarak doğruyu ifade suretiyle bir kimse övülür ve yüzüne karşı sena edilirse, ona ihanet edilmiş olur. Adam bundan kibirlenir ve kendi­ni büyük görmeye başlar. Kibir ise, insanları helake götüren manevi bir hastalıktır, haram olan bir iştir. Efendimizin ashabından biri övüldüğü zamana "Allahım, söyledikleriyle beni hesaba çekme ve onların bilme­dikleri günahlarımı bağışla!" derdi.
Bir kimseyi yüzüne karşı övmek ve hakkında kesin hüküm vermek doğru değildir. Ancak yalan olmamak, övülene kibir vermemek ve övü­len fasık olmamak, övücü de alışkanlık haline getirmemek ve övüleni hayırlı işlere teşvik etmek şartlarıyla medhü sena yapılabilir.
İnsanlarm övgü ve yergide kullandıkları kelimelerden biri de zu'm kelimesidir. Zu'm denilen zannetmek sözü hakkında Efendimiz onun insanın ne körü bineği olduğunu söylerdi. Zu'm, zan besleme kelime­sidir. Genellikle gerçek olmayıp, şüphe ve zan yerinde kullanılır. Şüphe ve yalan yerinde kullanıldığı için insanın kötü bineği olarak vasıflandı­rılmıştır. Çünkü şüphe ve tereddüt insanı yalana götürür. Yalan, ise en kötü bir şeydir. İnsan gerçek olarak bilmediği bir haberi veya sözü an­latmamak, zan üzere hareket edip, kötü akıbetlere düşmemeli ve başka­larını da düşürmemelidir. Fasıklara saygı duyan bir kimse, İslam'ın izze­tine yakışmayan bir hareket yapmış olur. Fasık bir kimse övüldüğü za­man, Allah Teala ona gazaplanır. Zalimin ömrünün uzun olması için dua eden o kimse yeryüzünde Allah Teala'ya karşı günah işlenmesine razı olur. Zalim ve fasık kimselere dua etmek gerekirse, "Allah seni ıslah etsin; seni hayırlara muvaffak etsin" gibi sözler söylemek lazımdır.
Haksız olarak bir kimseyi kötülemek gibi, haksız olarak onu övmek de haramdır. Çünkü haksız olması durumunda bu ikisi de yalandır. Haksız ve yalan olan övmek, bir kimsedeki kötülüğü iyilik şeklinde gös­termek veya onda bulunmayan bir meziyetin varlığını ileri sürmektir. Övmek ve medh etmek, bir kimse lehinde şahidlik etmek ve hüküm vermek anlamındadır. Şahidlik ve hükmetmenin de doğrulara dayan­ması zorunludur.
Halid İbni Ma'dan bir kimseyi sahip olmadığı bir meziyetle öven bir kimsenin kötü bir huya sahip olduğu için, kıyamet gününde kötü bir di­le sahip olarak dirileceğini söylemiştir. Onun bu övmesi hem yalancılık, hem münafıklık, hem de riyakarlıktır. Fakat bir kimse hakikaten bir ta­kım meziyetlere sahip ise, o zaman da onu övmek lazımdır. Çünkü meziyetleri yaşatan güç, onların takdir edilip övülmesidir. Onun için, tak­dir edilmeyen ve kıymeti bilinmeyen meziyetler ve meziyet sahipleri or­talıktan çekilmeye ve azalıp bitmeye mahkumdurlar. Bir kimsenin övülmeyi hak eden bir meziyete sahip olup olmadığı bilinmezse, o za­man da doğru olan, bu mevzuda kesin bir dil kullanmamaktır. Bu tak­dirde, "Zannederim, umarım" gibi uygun tabirler kullanmak gerekir. Ni­tekim Resul-i Ekrem Efendimiz bir kimsenin din kardeşini övmek ister­se, 'Ben öyle sanırım. Fakat hakikati sadece Allah bilir' demesini emir buyurmuştur, ihtiyatlı davranılması gereken övmek, "Falan salihtir, muttakidir, adildir" gibi hüküm ifade eden övme türüdür. Bunun dışın­da, bir kimse bir kimsenin namaz kıldığını görmüş, oruç tuttuğunu bil­miş, hacca gittiğim duymuşsa, bu olayları kıvırmadan söyleyebilir.
Övmek aslında ne kötü, ne de iyidir. Onun kötülüğü veya iyiliği duruma bağlıdır. Bu sebeple, övmek gerçeği yansıtmaz, duyup dinle­yenlerin aldanmasına yol açar veya övüleni şımartır, kibir ve tembelliğe iterse kötüdür. Fakat gerçeğe uygun olur, faziletin yayılmasına vesile olur, başkalarına örnek teşkil eder ve övülene moral kazandımsa o za­man iyi olur.
En güzel övgü ise, bunu hak etmiş olan insanın arkasında ve gıya­bında yapılan övgüdür. Çünkü, onun yüzüne karşı yapılan övgü riya, gösteriş ve yağ çekme gibi manalara çekilebilir, bu yüzden de pek inan­dırıcı olmaz. Halbuki, gıyabında yapılan övgü hem inandırıcı olur, hem de birkaç kanaldan kendisine ulaşır ve sevinci o nisbette fazla olur.
Efendimiz, çok az kimseyi kötülemiş, fakat ashabından bir çok kim­seyi övmüştür. Örneğin, Ebu Bekir'in imanının herkesin imanından fazla olduğunu ve kendisinden sonra peygamber olsaydı, bunun Ömer olacağını söylemiştir.
Övmenin iyi veya kötü olduğunu tayin eden temel unsur, onun ger­çeği yansıtıp yansıtmaması olduğuna göre, bir kimseyi överken bu ko­nuda sağlam bilgiye sahip olmak lazımdır. Bu sebeple Ömer, bir adamın bir adamı övdüğünü görünce ona adamla yolculuk yapıp yap­madığını, alış verişte bulunup bulunmadığını, onunla komşuluk edip etmediğini sordu. Adam bu sorulara olumsuz cevap verince onu tanı­madığını, nasıl oluyor da onu övdüğünü söyleyerek adama çıkışmıştır.
Kafir, fasık ve zalim kimseleri Allah Teala kötülemiştir. Şu veya bu sebeple onları övmek onun hükmüne ters düşmektir. Bu da onun gaza­bına yol açar. Fasık bir insan övülmesine Allah Teala razı olmaz. Hasan el-Basri zalimin yaşaması için dua etmenin, yeryüzünde zulmün devam etmesini istemek olduğunu söylemiştir. Kafir, zalim ve fasık kimseler sevinmeyi hak etmedikleri için, övmek suretiyle onları sevindirmek de doğru değildir.
Kibir ve gurur taşımamak şartıyla insanın kendi meziyetlerini söy­lemesi de caizdir. Çünkü bu da, hem gerçeklerin anlaşılmasına vesile olur, hem de meziyetlerin örnek alınması ve rağbet kazanması husu­sunda katkıda bulunur. Bu hususta da en güzel örnek Resul-i Ekrem Efendimizdir. Çünkü o, kendisiyle ilgili olarak bilinmesi ve iman edil­mesi gereken meziyetleri açıklamıştır. Misal' vermek gerekirse Efendimiz "Ben Adem zürriyetinin efendisiyim. Bunu övünmek için söylemiyo­rum" demiştir.
Yusuf aleyhisselam da Mısır halkını yedi yıl süren şiddetli kuraklık ve kıtlıktan kurtarmak için bu ülkenin sultanından devlet görevi istemiş "Ben, tarımı iyi bilen ve mahsulü iyi koruyan bir kimseyim" demiştir.
Birkaç müslüman, bildikleri gerçeklere dayanarak bir kimseyi över­lerse Allah Teala o şehadeti dikkate alır. Bir gün bazı sahabiler kaldırılan bir cenazeyi övünce, Efendimiz "Madem ki, onu övdünüz ona cennet vacip oldu" buyurdu. Başka bir gün başka bir cenazeyi kötülediklerinde de bu sefer de ona cehennemin vacip olduğunu haber verdi. Ölürken, kendisinden sonra yaşayan birkaç samimi müslüman tarafından övülen ve gerçek olan iyilikleri anlatılan bir mümin olmak büyük bir bahtiyar­lıktır. Bir kimse övülürse bundan dolayı kibirlenip büyüklenmemesi la­zımdır. Çünkü övgü her zaman gerçeği yansıtmaz. Bundan dolayı nice övülenler vardır ki, Allah Teala yanında en kötü insanlardır. Çünkü övenler, insanların dışına bakarak onları överler. Allah Teala ise onların içlerine ve kalplerine bakar ve onları bunlara göre değerlendirir. Övgü­lerle şişirilmiş nice kimseler vardır ki, hesap yerinde bir sinek kadar bile ağır değildirler. Kaldı ki, övenler de her zaman övgülerinde samimi de­ğildirler. Samimi olmayan övmeler ise hiçbir değer taşımazlar. Bir deyalnızca bir müddet bazı meziyetlere sahip olmak yetmez. Bu durumun hayatın sonuna kadar devam etmesi lazımdır. Dikkate alınması gereken hayatın sonudur. Bu ise meçhuldür. Bir zaman iyi bilinen nice insanlar, giderek kötüleşmiş ve esfel-i safiline düşmüşlerdir.
Bazen olur ki, bir kimse uzun bir zaman iyi ameller işler ve bu yüzden cennetle kendi arasmda çok kısa bir mesafe kalır. Fakat tam o sırada kötü işler yaparak cehenneme gider. Bu durumları bilen basiret erbabı, kendile­rine yönelik övgülerden nefisleri için hiçbir pay çıkarmamışlardır. Bu vesile ile bazen nefislerini daha da kötülemişler, bazen de ona yeni görevler yük­lemişlerdir. Örneğin, Mutarrif kendisiyle ilgili bir medih ve övgü duyduğu zaman kendi gözünde daha da küçüldüğünü söylemiştir.
İmam Ebu Hanife, yoldan geçerken bir adamın bir adama kendisi hakkında onun geceleri hiç uyumadığını söylediğini duyduğunda kendi kendine insanların kendisini böyle bildiklerini, öyleyse gerçekten öyle olması gerektiğini söylemiş ve o tarihten itibaren geceleri daha çok iba­detle meşgul olmuştur.
Olgun zatlar, bir övgü duydukları zaman, "Ben kendi nefsimi beni övenlerden daha iyi tanıyorum. Ben nefsimi övülmeye layık görmüyo­rum. Bu övgü ancak bir dua olabilir" derler. Bunlardan birisi de övülün­ce onların kendisini tanımadıklarını, söylediklerinden dolayı kendisini hesaba çekmemesini Allah'tan niyaz etti. Ali insanların kendisini övmelerinden rahatsız olur, övgülerden dolayı kendisini sorumlu tut­maması için Allah'a dua ederdi. Arkasından onu kötüleyen bir adam, yanında onu övünce de adama kendisinin onun kötülediği kadar kötü, övdüğü kadar da iyi olmadığını söylerdi.
Sonuç olarak söylenen sözlerin ölçülü ve gerçeğe uygun olması ge­rekir. Övgü gibi şiirler de böyledir.