www.musluman.biz

10 Mart 2012 Cumartesi

Ö L Ü M

Huseyin Ebu Emre - Harun Yildirim - ahlak ve imani dersler

Ö L Ü M
 “(Ey Muhammed, onlara:) ‘Şayet (iddia ettiğiniz gibi) âhiret yurdu Allah katında diğer insanlara değil de yalnızca size aitse ve bu iddianızda doğru iseniz, haydi ölümü temenni edin (bakalım)’ de. Onlar, kendi elleriyle önceden yaptıkları işler (günah ve isyanları) sebebiyle hiçbir zaman ölümü temenni etmeyeceklerdir. Allah zâlimleri iyi bilir. “Yemin olsun ki, sen onları yaşamaya karşı insanların en düşkünü olarak bulursun. Şirk koşan müşriklerden/putperestlerden her biri de arzular ki, bin sene yaşasın. Oysa yaşatılması hiç kimseyi azaptan uzaklaştırmaz. Allah onların yapmakta olduklarını eksiksiz görür.” (2/Bakara, 94-96)

Mevt/Ölüm; Anlam ve Mâhiyeti
Mevt, yani ölüm, hayatın zıddıdır. Bitkilerde üremenin ve solunumun durması, hayvanlarda ve insanlarda duyuların çalışmaz hale gelmesidir. İnsanda, ayrıca düşünme, akletme, hatırlama gibi iç melekelerin fonksiyonlarını yitirmesidir.
İnsan açısından ölüm, ruhun bedendeki tasarrufuna son verip bedenden ayrılması olayına denir. Ölüm, insan varlığı için bir âlemden diğerine intikal etmektir. Bu anlamda ölüm yok olmak değildir. Ruh, bâkîdir, yok olmaz. Her canlı varlık için ölüm kaçınılmaz bir gerçektir. Canlılar doğar, büyür ve ölürler.
Var olanın biyolojik yapısının sonsuzluğa elverişsiz olması, ölümü ister istemez ortaya çıkarmaktadır. Allah'ın diriliği ve ölümü yaratmasının sebebi, Kur'an'da şöyle açıklanır: "O, hanginizin daha güzel amel yapacağınızı denemek için ölümü de hayatı da takdir edip yaratandır." (67/Mülk, 2). Ölüm, ancak Allah'ın belirlediği zaman, yani ecel geldiğinde vuku bulur. Ölüm konusundaki kader yazgısı, Kur'an'da şöyle belirtilir: "Allah'ın emir ve kazası olmadıkça hiçbir kimseye ölmek yoktur. O (ölüm), belli bir süreye/ecele göre yazılmıştır." (3/Âl-i İmrân, 145)
Hiçbir kimsenin ölümden kaçıp kurtulma imkânı yoktur. "...Şöyle de: 'Evlerinizde kalmış olsaydınız bile, öldürülmesi takdir edilmiş olanlar, öldürülüp düşecekleri yerlere kendiliklerinden çıkıp giderlerdi..." (3/Âl-i İmrân, 154) "Nerede olursanız olun ölüm size ulaşır; burçlarda, sarp ve sağlam kalelerde olsanız bile!” (4/Nisâ, 78)
Ruh, dünya hayatına bir imtihan devresi geçirmek üzere doğum yoluyla gelen insan oğluna anne karnında dört aylık cenin döneminde üflenir ve böylece dünya hayatı başlamış olur. Ruhun bedenden ayrılması ile de kabir hayatı başlar. Kıyâmet koptuktan sonra da âhiret hayatına yeni bir yaşam için geçecek olan insanoğlu, dünyadaki inanç ve amel durumuna göre Cennet veya Cehennemdeki ebedî hayatta yerini alacaktır. İman sahibi olup da amel eksikliği bulunanlar ise, Cenâb-ı Hakk'ın bileceği sürelerde cezalarını çektikten sonra Cennet tarafına geçebileceklerdir.
Kâinat için esas olan hayattır. Varlıklar, varlık sahasına çıkmadan önce ölü idiler. Nitekim, Kur'an'da "Allah'a karşı nasıl küfr içinde olursunuz ki, siz ölüydünüz, size hayat verdi; sonra sizi öldürür, sonra da diriltir." (2/Bakara, 18) buyurulmaktadır. Ölüm yok oluş değildir. Varlıkların özleri Allah'ın ilminde olmaları açısından, yokluk söz konusu olamaz. Aksi halde, dünya hayatının gerçek hayat ve bu hayattan göçmeyi de yok olma kabul etmek gerekir; biz inanıyoruz ki, ölüm yok oluş değil; sadece bir hicrettir, fânî/ölümlü dünyadan ebedî hayata göç etmektir.
Peygamber (s.a.s.), Bedir Savaşında bir çukura doldurulan müşrik ileri gelenlerine, "Ben Rabbimin bana vaad ettiğini gerçek buldum; siz de tanrınızın size vaad ettiğini gerçek buldunuz mu?" diye sormuş, yanındakilerin, "Yâ Rasûlallah, bunlar ölü, işitirler mi ki?" demesi üzerine, "Bunlar sizden iyi işitirler, fakat buna cevap veremezler" buyurmuştur (İbn Hişam 2/292).
Kur'an, özellikle insanın ruhunun Allah'tan olduğunu vurgular (15/Hıcr, 29; 32/Secde, 9). Şu halde, Allah'tan olan bir şeyin yok olması mümkün değildir. Ruh, melekî bir varlıktır. Kur'an, ölümden söz ederken, hep "nefs" kelimesini kullanır. Yani, bitkisel ve hayvansal hayat yok olacak, ama öz bâki kalacaktır. Ölümden sonra dirilme, yani ba's arasında geçen döneme "berzah" denilir. İnsan, dünya hayatında Âhiretini hazırlar. Öldükten sonra, dünyada iken amelleriyle yazdığı kitabını karşısında görür. Bu görme olayı, ölümle birlikte kendini gösterir. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "Kabir, ya Cennet bahçelerinden bir bahçe; ya da Cehennem çukurlarından bir çukurdur." (Tirmizî, hadis no: 2578) Bu bakımdan, sevinci ve üzüntüyü, acıyı ve tatlıyı duyan beden olmadığı için, kabir azabı veya mükâfatının rûhî mi cismânî mi olacağı tartışması bir bakıma yersiz görünmektedir. Kıyâmet hâdisesi, adından da anlaşılacağı gibi, bir kalkış, bir değişimdir, bir yok oluş değildir. Kıyâmetle, ruhlar yeniden ceset giyecek, âhiret hayatına göre oluşacak evrende Cennet ve Cehennem şeklinde yeni bir hayata başlayacaklardır.
Kur'an'da zaman zaman "canı alma, vefat ettirme" mânâsında "teveffâ" kelimesi kullanılır. Bu kelime, vefâ'dan gelir; "yerine getirme, süresi dolduğunda gereğini yapma, söze bağlı kalma" demektir. Nitekim dünya hayatı belli bir süreye (ecel) kadardır ve bu süre gelince ölüm kendini gösterir. Şu halde, ölüm bir son olmak şöyle dursun, bir hakikatin gölgesi olan dünya hayatındaki en önemli gerçektir; gölgeden hakikate, uykudan uyanıklığa geçmektir.
Kur'an'da uyku, ölümle eş anlamlı gibi kullanılır. Bir âyet-i kerimede, "Allah ölümleri ânında nefsleri vefat ettirir; ölmeyenleri de uykularında; üzerlerine ölüm hükmünü verdiğini tutar ve diğerini belli bir ecele kadar salar. Düşünen bir kavim için bunda âyetler vardır." (39/Zümer, 42) buyurulmaktadır. Demek ki ölümle uyku bir bakıma aynıdır; çünkü uykuda, nefs, bedenden kısmen ayrılır; en azından, şuur olarak bedenin farkında değildir. Ölümde ise bu kopuş, bütün bütündür. Bu yüzden, "uyku, ölümün yarısıdır." İşte, vefat da, "süresine erdirmek, vakti gelince sözü yerine getirmek, bütünüyle ifa etmek" demek olduğundan mevt/ölüm, insan ruhu için yeryüzündeki sürenin dolması ve ruhun bedenden sıyrılmasıdır.
Ölümün tersi de hayattır. Hayatın aslı, ruhun hayatıdır; mânevî hayattır. Bitkisel ve hayvansal hayat, dünya hayatıdır; ama bu hayat içinde ruhun hayatı da yaşanabilir. Bu ise, kalbi günahlardan uzak tutma, tefekkür ve ibâdetlerle mümkün olur. Rûhî hayattan uzak olup yalnızca dünya hayatını yaşayanlar aslında birer ölüdürler. Eşyanın dış yüzüne ve hayatın zâhirine takılıp kaldıkları için, olayların ve eşyanın gerisindeki hakikati göremedikleri için, kâinatta her bir şeyde açık seçik olan ilâhî tecellîleri göremedikleri, ilâhî mesajı alamadıkları için ölüdürler. Peygamberler, bunlara diriltici nefeslerle gelirler. Bu yüzden, Kur'ân-ı Kerim'de, "Ey iman edenler! (Rasûlullah,) sizi size hayat verecek şeylere çağırdığı zaman, Allah'a ve Rasûlü'nün çağrısına koşun ve bilin ki, Allah kişi ile kalbi arasına girer ve muhakkak O'nun huzurunda toplanacaksınız." (8/Enfâl, 24) buyurulur. Âyette, iman edenlere seslenilmesi, imanın bir hayat emâresi olmakla birlikte, asıl hayatın "ruhun ve kalbin hayat derecesi" olduğunu, buna ulaşmanın ise iman içre iman gerektirdiğini hatırlatmak için olsa gerektir.
Hayat, asıl itibarıyla kalbin hayatıdır, ruhun hayatı olduğu gibi; insanın asıl ölümü ve dirimi dünyadadır. Ölüm, hiçbir zaman, anladığımız şekilde "ölmek" değil; gerçekte "dirilme"dir, hayat bulmadır. Hayatın kaynağını örten maddî perdelerden sıyrıldıktan sonra, insanın gerçeği en çıplak şekliyle tanıması nasıl ölmek olabilir? Ölmek, geçici ve gölge bir hayat olan dünyadan göçmekten ibarettir. Dünya hayatında diri olabilenler, ölümle daha bir diriliğe kavuşur ve "sıla"sına kavuşmuş, gurbetten kurtulmuş insanların sevincini yaşar, özlemlerini giderirken, dünyada ölü olanlar ise, ölmekle acı bir dirilmeği tatmakta ve gerçek hayatın ne olduğunu görmektedirler. Bu gerçek hayatta artık yeni bir değişme, yani ölüp yeniden dirilme gibi şeyler söz konusu değildir. Dünyada ölü kaldıktan sonra ölümle dirilme, azaba, ateşe dirilmedir; dünyada diri olanlar ise, daha bir diriliğe, daha güzel, sürekli, kalıcı bir canlılığa adım atarlar. Kur'an bunu, "Muhakkak ki âhiret yurdu, gerçekten baştanbaşa hayattır, eğer bilselerdi." (29/Ankebût, 94) şeklinde ifade etmektedir.
Peygamberlerin getirdiği hayat verici nefeslerle dirilemeyenler, Kur'an'ın deyişiyle, "ölüdürler", "kabirdedirler". Kur'an'da: "Sen ölülere duyuramazsın!" (30/Rûm, 52); "Sen kabirdekilere duyaracak değilsin!" (35/Fâtır, 20) buyrulur. Böylelerinin ruhları silinmiş, kalpleri kararmış, dolayısıyla kalplerinin duyma (sem'a) ve görme (basar) güçleri yok olmuştur. Peygamber (s.a.s.)'in çağrılarını duymadıkları gibi, çevrelerinde mutlak gerçeğin işaretleri ve görüntüleri olarak cilvelenen sayısız âyetleri de görmezler; olanlardan ders almazlar, dünya hayatına nasıl gelinip bu hayattan nasıl göçüldüğüne dikkat etmezler; yeryüzünde gezip öncekilerin bıraktıkları konusunda düşünmezler, kâinatın muhteşem âhenk ve düzeni onlar için hiçbir şey ifade etmez. Böylesi diriltici unsurlar karşısında kaskatı ölü kesilenler için son dirilme çaresi, artık ölümdür.
Allah Mümît'tir; Ölümü Yaratan Allah’tır
Allah’ın 99 esmâü’l-hüsnâsından biri, “el-Mümît”tir. El-Mümît, canlı mahlukların ölümünü yaratan anlamına gelir. Hayatı nasıl Allah veriyorsa, ölümü de yine O yaratmaktadır. "O (öyle yüce Allah) ki, hanginizin daha güzel amel işleyeceğini sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır. O, mutlak gâliptir, çok bağışlayıcıdır." (67/Mülk, 2)
Allah'ın İmâte/Öldürme Faâliyeti: Allah'ın yaratma fiili her an faâliyet gösterdiği, Allah devamlı yarattığı gibi, imâte fiili, öldürme sıfatı da aralıksız işlemektedir. Günde ortalama 300 bin kişi ölmektedir. Her saniye dünyadan dört kişi hayattan göçmektedir. Bu rakam, insanlık âlemi için. Buna hayvanlar âlemi de katıldığında, bu ilâhî fiilin nasıl aralıksız faâliyet gösterdiği daha iyi anlaşılır. Bir insan, kalp krizi geçirirken, aynı anda bir diğeri kanserden, bir başkası akciğer yetmezliğinden hayata veda ediyor. Trafik kazalarında insanlar can verirken, kaldırımlarda nice karıncalar eziliyor. Kombinalarda sığırlar boğazlanıyor, çiftliklerde tavuklar kesiliyor. Teknelerde balıklar, örümcek ağlarında sinekler son çırpınışlarını yapıyorlar. O anda ölen hücrelerin, alyuvarların, akyuvarların, hele mikropların haddi hesabı yok. Bütün bu işler imâte fiiliyle, sonsuz bir ilim ve hikmetle icrâ edilmektedir.
İmâte, yok etme değil; varlığı daha mükemmel hale getirmedir. İmâte, kabir âlemine doğuştur. İmâte, insan için, dünyaya gönderilmesinden çok daha ileri bir rahmet tecellîsidir. Çekirdeklerin ölümleriyle, bitkiler sümbül hayatına geçtikleri gibi, ölüm de en az hayat kadar bir nimettir. Her ölümü bir diriliş takip etmekte ve ikinci safhaların birincilerden daha mükemmel olduğu gözlenmektedir. Bir müslüman, ölümün daha güzele doğru bir değişim olduğunu idrâk eder; kabir âleminin dünyadan, âhiretin de kabir âleminden daha güzel ve mükemmel olduğunu bilir. O yüzden ölüm, yeni bir mükemmelliğe, güzel bir değişim ve dönüşüme atılan adımın adıdır. Ölümü kabir hayatı takip edecek ve dirilişle insan yeniden beden-ruh beraberliğine kavuşacak; dünyadakinden daha ileri bir yaratılışla. Ölümü ve imâteyi böylece değerlendiren insan, ölümü severek gülerek karşılar.
Kur'ân-ı Kerim'de Ölüm
Kur'ân-ı Kerim'de ölüm anlamındaki "mevt" kelimesi ve türevleri 165 yerde geçer. Vefat gibi değişik kelime ve ifadelerle ölümden 190 yerde söz edilen Kur’ân-ı Kerim’de, bütün âyetlerin üçte biri öldükten sonra dirilmeyle, âhiret ve oradaki ödül ve cezayla ilgilidir.
Âyet-i kerimelerde yaratan ve öldürenin Allah olduğu, O'nun insanları tekrar diriltip hesaba çekeceği, ölümden sonra insanların O'na döneceği belirtilir. Sahte tanrıların kimseyi öldürüp diriltemeyeceği, kendilerine bile fayda ve zarar veremeyecekleri vurgulanır. Yaşayanların ömürlerinin Allah katında belli bir eceli/süresi olduğu, o süre dolup ecelleri geldiğinde canlıların bir an bile geciktirilmeden veya öne alınmadan ölüm acısını tadacakları ifade edilir.
Hadis-i Şeriflerde Ölüm
"Lezzetleri yok eden ölümü çok anın." (Tirmizî, Zühd 4, Kıyâme 26; Nesâî, Cenâiz 3; İbn Mâce, Zühd 31)
Ensardan bir adam Peygamberimiz’e sordu: “Mü’minlerin hangisi en akıllıdır?” Aleyhi’s-salâtu ve’s-selâm: “Ölümü en çok hatırlayandır ve ölümden sonra en iyi hazırlığı yapandır. İşte bunlar en akıllı kimselerdir.” buyurdular. (Kütüb-i Sitte Terc. 17/598)
"Ölümü ve öldükten sonra kemiklerin ve cesedin çürümesini hatırlayın. Âhiret hayatını isteyen dünya hayatının süsünü terk eder." (Tirmizî, Kıyâme 24; Ahmed bin Hanbel, I/387)
Berâ (r.a.) anlatıyor: “Biz Rasûlullah (s.a.s.)’la birlikte bir cenâzede beraberdik. Peygamberimiz, kabrin kenarına oturup ağladılar, öyle ki (gözyaşlarıyla) toprak ıslandı. Sonra da: “Ey kardeşlerim! İşte (başımıza gelecek) bu aynı (ölüm hâdisesi) için iyi hazırlanın!” buyurdular.
“Ey insanlar! Ölmezden önce Allah’a tevbe edin. (Musîbet, hastalık, yaşlılık gibi) ağır meşgûliyetlere düşmezden önce sâlih ameller işlemede acele edin. Çok zikir ederek, gizli ve açık çok sadaka vererek Allah’a karşı üzerinizdeki borcu ödeyin ki bol rızka, ilâhî yardım ve zafere, halinizin ıslâhına mazhar olasınız...” "Allah bir kulunun bir memlekette ölmesini takdir ettimi, onu oraya -veya 'orada bulunan bir şeye' dedi- muhtaç kılar." (Tirmizî, Kader 11, hadis no: 2148)
Ölüm Bir Son Değil; Başlangıçtır, Köprüdür
Ölümü, yok oluş, bitiş ve neticesiz olarak gören insan, hayatın mânâsından da uzaktır. Onun için hayat, tesadüfler oyuncağıdır, kabir karanlıklara açılan bir kapı, ecel bütün sevdiklerinden bir daha kavuşmamak üzere bir ayrılıştır. Bunun için âhirete inanmayan kimsenin ruhu acı ve ıstırap içindedir; dehşet ve vahşet içindedir, mânen kıvranmaktadır. Böyle bir insana hangi şey teselli verebilir?
Her mevsim yaşanan olaylar gösteriyor ki, ölüm yeni bir hayatın başlangıcıdır ve o hayata ulaşabilmek için geçirilmesi gereken bir arınma hareketidir. Diğer bir ifadeyle, dünyanın ağırlıklarından kurtulma faâliyetidir. Sonbaharda çürüyen, kuruyan ve kendisinde hayattan eser kalmayan kökler, dallar ve tohumlar, ilkbaharın o her yerden hayat fışkıran bayramına hazırlanır ve vakit geldiğinde yeni bir hayata kavuşurlar. İşte bir gün biz de, o tohumlar gibi toprağa düşeceğiz. Her ne kadar bir müddet için toprağa karışsak bile, bizim de ebedî bir baharımız vardır ve gelecektir.
Evet, doğumla bu âleme kavuşulduğu gibi, ölümle de bir başka âleme kavuşulacaktır. Ve tohum, toprakta çürümesine rağmen oradan nasıl bir başka hayata kavuşup gökyüzüne doğru dal budak salıyorsa, insanın cesedi de ölümle çürüyecek, fakat ölümsüz ruhuyla ebedî bir âlemde hayat bulacaktır. Yer altındaki tohum, nasıl yer üstündeki ağaç halini ve güneşli dünyayı idrak edemez, onu önceden düşünemez ve bilemezse, biz de bu kayıtlı ve sınırlı halimizle, ebedî hayatı ölümden önce anlayamayız.
En küçük bir canlıyı, karıncayı dahi mükemmel bir şekilde besleyen ve istediğini veren Rabbimiz, bize de bütün duygularımızla istettiği âhireti, elbette verecektir. Zaten âhireti vermek istemeseydi, onu istemek duygusunu da biz insanlara vermezdi. Bütün insanlığı etkileyen ve kuşatan bu gerçeğin, boş ve kuru bir iddia olmadığı açıktır. Bu arzuyu insanın kalbine koyan kim ise, onu verecek olan da ondan başkası olmayacaktır elbette.
“Her nefis ölümü tadacak!” Bunu herkes biliyor, ama pek az insan, üstünde düşünüyor. Nefis, kendini bu kesin hükmün dışında tutmak istiyor. Ölümü hatırlasa bile başkaları için hatırlıyor. Unutmak için de elinden geleni yapıyor. Nereye kadar?! Ölümü düşünmek zorundayız. Ölmeyi öğrenmek, onun öğrencisi olmak zorundayız. Ömrün sonudur belki, ama hayatın da sonu mudur? Elbette hayır! Hayat, bedensiz bir biçimde yaşamaya devam edecek. Ölümle yüzleşenler, ölmeyi bilenler farkındadır bunun. Ölümü hatırlamak acı vermez onlara. Ölüm bir başlangıçtır çünkü.
Ebediyet arzusu; yaratılış toprağımıza ekilen en kudretli tohum bu olsa gerek. Gelip geçici şeyler, bize huzur vermiyor. Her ayrılık bizi acıya boğuyor. Asırlardır ebedî bir hayatın formülünü arıyor insanlık. İnsan ruhu, sonsuzluğa meftun olduğu içindir ki, bütün peygamberler, tebliğ ettikleri âhiret inancı, yani ebedî bir hayat müjdesiyle, ölümün dehşet veren yüzünü aydınlığa çevirmişlerdi.
Âhiretin varlığını öldükten sonra anlamak, insanoğlunun ne dünya huzurunu, ne de ebedî hayatın kurtuluşunu netice vermeyecek. Bizi bekleyen sonsuz hayat için açılan imtihanı başarmak, ömrümüzü hesap gününün sahibinin emrettiği istikamette geçirmemizi gerektiriyor. İşte o zaman, ölüm bir darağacı, bir ebedî ayrılış, hiçliğe, yokluğa, çürümeye, unutulmaya, kopkoyu bir karanlığa açılan kapı hüviyetinden çıkıp, ölümün olmadığı, gelmiş ve gelecek bütün sevdiklerimizin toplandığı, Allah’ın emirlerine uymuş olmanın mükâfatının verildiği âleme geçmek için bir basamak haline gelecek. Ancak bu sayede ölüm, hayatımıza bir mânâ, huzur ve mutluluk katacak.
Kimler yok ki orada?! Dede ve ninelerimiz, gönülden sevdiğimiz anne, baba ve kardeşlerimiz... Nice büyük insanlar, Allah dostları, sıddîklar, şehidler, sâlihler, peygamberler ve en önemlisi, iki cihan güneşi Efendimiz (s.a.s.) hep orada... Sevdiklerimizle dolu olan âleme geçmek için, bir başka doğuş olan ölüm, tek çare...
 Ölüm de Bir Nimettir
Ölüm, hem de birkaç yönden insan için bir nimettir. Her şeyden önce, ölüm bir kurtuluştur. Omzumuza yüklenmiş olan hayat külfetinden bir kurtuluş. Bir derece hürriyete, serbestliğe varıştır. Meselâ, üzerimizde olan bir vazifeyi, yapmakla yükümlü olduğumuz bir işi hakkıyla yaptığımız veya bir engel çıkıp da yapma imkânımız olmadığı zaman, o iş üzerimizden kalkmış olur ve biz de rahatlayarak, “üzerimden dağ gibi bir yükün, bir ağırlığın kalktığını hissediyorum” deriz. İşte ölüm de böyledir. Hiç ummadığımız ve beklemediğimiz bir anda geliverir ve artık taşımaktan âciz kaldığımız hayat yükünden bizi kurtarıverir.
Bu gerçek, hadis-i şerifte şöyle dile getirilir: Rasûlullah’ın yanından bir cenâze geçti. Ona baktı ve şöyle dedi: “Bu, ya kendi kurtulmuştur veya kendisinden kurtulunmuştur.” Sahâbiler sordular: “Yâ Rasûlallah! Kendi kurtulmuş veya kendisinden kurtulunmuş ne demek?” Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle açıkladı: “Mü’min ölünce dünyanın eziyet ve sıkıntılarından kurtulur; fâsık ölünce de onun şerrinden insanlar, beldeler, ağaç ve canlılar kurtulur.” (Nesâî, Cenâiz 48)
Dünya hayatı, yapısı itibarıyla sıkıntılı, problemli, dert ve ıstıraplarla doludur. Bazen gelir bir zindan oluverir, insanı boğmaya başlar. Hayat çekilmez bir hal alır. Fakat ölüm geldiği zaman bütün bu sıkıntıları ve dertleri silip süpürüverir. Sürurlu, geniş, ıstırapsız, sonsuz, dertsiz ve gamsız bir hayat başlar. Zaten hadiste “Dünya mü’minin zindanı; kâfirin cennetidir” buyrulmuyor mu? Yani bu dünya, âhirete nisbetle mü’min için bir zindan; kâfir için de cennettir. Çünkü mü’min imanı sayesinde âhirette daha geniş nimetlere kavuşacak, âhiretin yanında dünya hayatı bir zindan gibi kalacaktır. Kâfir de dünyadaki rahatlığı ve nimetleri âhirette bulamadığı için, âhiretine oranla bu dünya ona cennet gibi olacaktır.
İnsanın yaşı ilerledikçe, altmışı-yetmişi geçtikçe hayat ağırlaşır, yaşamak zorlaşır. Kulağı az duyar, gözü az görür; hastalıklar, ağrılar birbiri peşi sıra gelmeye başlar. Bütün bu dertler insanı ölüme biraz daha yaklaştırır. Ve yaşlı insan bu dertlerden ancak ölüm sayesinde kurtulacağını bilmektedir. Ölümün kendisi için bir nimet olduğuna iyice inanır ve kabul eder. O kadar dengeli bir manzara ki, insan hemen yerini arıyor. Demek ki dünyadaki acı vaziyetler, hastalıklar, hatta bir yerde ihtiyarlığın ölümden önce gelmesi sebepsiz değil. Bu durumlarla iç dünyamızda âhirete göçmek ve dostlara kavuşmak üzere bir arzu uyandırılıyor. Ağırlaşan hayat yükü ve hayat şartları karşısında ölümün nimet oluşu hissedilirken, bütün kâinata hükmeden o Zat’ın sonsuz merhametini de anlamış oluyoruz.
Hayat, ölüm olmadan sürüp gitse ne olurdu, bilinmez. Ama, bugünkünden kat kat kalabalık bir dünyada ve yedi, on yedi... nesil öncesiyle beraber yaşamak zorunda kalacağımız düşünülürse, en değişmez gerçeğe olan düşmanca bakışımızı bir ölçüde yumuşatmak gerekiyor. Dedemiz, onun dedesi ve sayılamayacak kadar dedeler ve nineler... Her biri ayrı bir dert ve hastalık içinde inleyip dursalar, hayat onlar için, hem de bizim için ne kadar ağır ve çekilmez olacak ve ölüm ne kadar arzu edilecekti. İşte sadece bu cihetten bakılsa dahi ölümün büyük bir nimet olduğu ortaya çıkar. Eflâtun, ölüme “nimetlerin en büyüğü” derken, hiç de haksız bir hükmü dile getirmiyordu.
Ölümü bir an için yok farz ederek tahmin yürüten birisi şöyle diyor: “Yeryüzünün hacmi ve kapasitesi belli. Ölmeselerdi bu kadar insan nereye sığacaktı? Birbirine bitişik ve sımsıkı durmaları halinde bile bunlar dünyaya sığmazdı. Nerede kaldı ki, oturdukları ve dağınık halde bulundukları zaman bunlar sığabilsin? Bunlardan artabilecek ne barınacak bir yer, ne bir bina, ne ekip biçilecek bir arazi ve ne de gezecek bir yer kalmazdı. Bu durum az bir zaman için böyledir. Zaman geçtikçe hal ve keyfiyet nasıl olacaktır? Ebedî hayatı arzu edip ölmeyi istemeyen ve bunun mümkün olabileceğini zannedenin hali işte budur. Bu zan ve arzu, cehâletin sonucudur. Ölüm, ilâhî bir ihsan olunca o kötü bir şey olmaz. Kötü olan şey, ondan korkmaktır. Ölümden korkan da onun gerçek yüzünü bilmeyendir.”
Ölümle uyku arasında çok yakın bir benzerlik vardır. Başta hasta ve musîbet çekenler olmak üzere, herkes için uyku nasıl ki bir istirahat ve rahmettir; uykunun büyük kardeşi olan ölüm de dert çekenler ve intiharı düşünenler için de bir nimet ve rahmettir. Kendi ihtiyaçlarını göremeyecek kadar âciz bir duruma düşen felçli ve yatalak bir insan veya derdine çare ve ilaç bulamayan bir hasta ölümü o kadar bir iştiyakla ister ki, onun tek arzusu varsa, o da bir an önce ölüm nimetine kavuşmaktır. İntihara kalkışan kimse de aynı durumdadır. Böyle bir insanın imdadına ölüm yetişecek olsa, hem büyük bir günaha girmekten kurtulur, hem de ebedî hayatını berbat etmemiş olur.
Ölüme Hazır Olmak
Allah'ın dışında tüm canlılar için ölümün kaçınılmaz bir gerçek olduğunu unutmamak ve ölüme hazırlıklı olmak her insanın gayreti ve özelliği olmalıdır. Ölümü anmak ve hazırlıklı bulunmak her mü'min için müstehap sayılmıştır. Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: "Lezzetleri yok eden ölümü çok anın." (Tirmizî, Zühd 4,) Başka bir hadiste, kabir içinde olanların hatırlanması istenir: "Ölümü ve öldükten sonra kemiklerin ve cesedin çürümesini hatırlayın. Âhiret hayatını isteyen dünya hayatının süsünü terk eder." (Tirmizî, Kıyâme 24;)