www.musluman.biz

10 Mart 2012 Cumartesi

Nifâk

Huseyin Ebu Emre - Harun Yildirim - ahlak ve imani dersler

Nifâk
Yüce Allah, insanları inanmak ve inanmamak konusunda muhayyer bırakmıştır. Zaten İslâm’ın tabiatında zorlama yoktur. Bununla beraber bir kısım insanlar, dinin öğretilerine karşı kalplerinde inkâr ve şüphe taşıdıkları halde Müslüman olduklarını dillendirmişlerdir. Sürekli iki yüzlü davranmak demek olan bu hâl, İslâmî terminolojideki ismiyle nifak ferdî-içtimaî bir riyakarlık ve bir ruh hastalığıdır. Bugün öncelikle nifâkın dinî anlamı, akabinde ise kişilerin veya toplumların davranış modellerine ve konuşma üslûbuna nifakın yansımaları imkân ölçüsünde analiz edilecektir.

Nifâk Kavramı

Nifakın etimolojik kökeninde dilcilere göre en-nefak veya en-nâfikâ kelimeleri yatmaktadır. Bunlardan birincisi, bir ucundan girilip diğer ucundan çıkılan tünel manâsındadır. Diğeri ise, köstebeğin, yer altında kazdığı tünel şeklindeki yuvasının veya bu dehlize ait iki çıkış kapısından birisinin adıdır. Asıl itibarıyla her iki isim de n-f-k kökündendir.
Kur’ân-ı Kerim’de nifakın dini anlamına yönelik değerlendirmeler, maraz, hud’a, tezebzüb gibi anlam öbeklerine işaret etmektedir. Bu anlam alanlarının açıklanması meseleyi daha netleştirecektir.
Nifak, şu âyeti kerimede beyan edildiği üzere kalbî bir marazdır: “Onların kalplerinde bir hastalık (maraz) vardır. Allah da onların hastalığını çoğaltmıştır. Söylemekte oldukları yalanlar sebebiyle de onlar için elîm bir azap vardır” (Bakara, 10). Maraz, sıhhatin zıddı olup insanın tabiatındaki veya mizacındaki itidali yitirmesidir. Kişilik bozuklukları ve insanın akl-i selimi yitirmesi anlamını taşımaktadır. Genellikle müfessirler de, “kalplerdeki maraz”ı, insan kalbinin ve kişiliğinin, inkâr, şüphe, yalancılık, aldatma, cimrilik, korkaklık ve haset gibi ahlâkî zafiyetlerin istilâsına maruz kalması’ şeklinde yorumlamışlardır. İşte münafıklar, hisleri malûl, idrakleri tutarsız, şuurları kapalı, iradeleri de nefsanî temayüllerinin emrinde, vicdanî mekanizmaları mefluç insanlardır.
Bazı âyetlerde, kalplerinde maraz olanlar tabiri, münafık kelimesi bizatihî zikredilmeden kullanılmaktadır. Bir kısım müfessirler, bunu, özü itibarıyla inkâr olan nifak-ı aslîden ziyade, şüphe ve iman zafiyeti taşıyan kişiler olarak yorumlarken, diğer bir grup müfessir ise, hüküm itibarıyla her iki zümrenin aynı olduklarını ve buradaki farklılığın mahiyetten ziyade, vasıfla ilgili olduğu görüşündedir.
Nifâkın anlam alanı ve tezahürleri ekseninde zikredilenlerin omurgasını aldatma (hud’a) teşkil etmektedir. Her türlü farklı görünme, yalan ve benzeri tavır ve davranışların gerisindeki ana unsur ve maksat, ötekinin aldatılmasıdır: Onlar, “Allah'a ve âhiret gününe inandık”, derler. Onlar güya Allah'ı ve müminleri aldatırlar. Halbuki onlar ancak kendilerini aldatırlar ve bunun farkında değillerdir” (Bakara, 8-9).
Kur’ân’da, nifakın anlam dokusunu teşhir eden önemli kelimelerden bir diğeri tezebzübdür. Telaffuzunda dahi manâsını çağrıştıran bir ritim bulunan tezebzübün lügat anlamı, havada asılı duran bir şeyin bir o tarafa, bir bu tarafa gidip gelmesidir. İnsana isnat edildiğinde iki şey arasında kesin bir tercih yapamayarak gelip gitme, bocalama anlamını taşır. Kelimesinin mahiyeti, bizzat Kur’ân’da geçtiği yerde beyan edilmektedir: “Münafıklar, bunların arasında bocalayıp durmaktalar; ne onlara katılıyorlar ne de bunlara. Her kimi de Allah şaşırtırsa sen ona hiçbir çıkış yolu bulamazsın” (Nisa, 143). Nifak ehli, küfürden kopamadığından iman edememektedir. İman izhar ettiklerinden dolayı da kâfirlere katılamamaktadır. İnananlarla otururken Müslüman görünmekte, kafirlerle düşüp kalkarken ise, şüphe ve inkârlarını dışa vurmaktadır. İşte söz konusu gidip-gelme içinde bocalarken Allah’ın emri gelip çatmakta ve kâfir olarak canları çıkmaktadır. Nifaktaki bu gidip gelmeyi, Hz. Peygamber bir benzetmeyle çok güzel açıklar: “Münafık iki koyun sürüsü arasında kararsız gidip gelen koyun gibidir; bir ötekine gider bir berikine. Hangisine tabi olacağını bilmez”.
Nifâkın İnsanın Konuşmasına Yansımaları
İnsanın konuşma tarzı, onun kişiliğini ele verdiği gibi, bir yönüyle de onun için bir maske görevi yapar ve maksadını gizlemesine imkân verir. Sözgelimi, düzgün ve net bir söz kulağa ağırbaşlı ve heybetli bir insanı, sanatlı bir söz de kibar ve yumuşak huylu bir kişiliği çağrıştırır. Diğer taraftan, kulağı tırmalayan bir ses tonu, kaba ve sert konuşma ise insana itici gelir. Münafıklar, içinde bulundukları ruh haleti itibarıyle iletişim esnasında ve kendilerini ifade ederken hem hitabet ve konuşma üsluplarına, hem de jest, mimik ve giyim kuşama önem verirler.
Bazı münafıklar, çok fasih, akıcı ve tatlı bir üslûba sahiptirler ve kendilerini çok iyi ifade ederler. Konuştuklarında meclisteki insanları rahatlıkla etkiler ve kendilerini dinlettirir, hattâ imrendirirler. Ancak onlara bir şey söylendiğinde, karşısındakini dinler gibi görünse de kulaklarına bir şey girmez, duvara dayalı kuru odunlar gibi idrak ve anlayıştan yoksundurlar. Kalplerinde düşmanlık beslediklerinden her türlü çağrıyı ve hareketi kendilerine yönelmiş bir saldırı olarak algılar, hattâ kendilerine faydalı söz ve davranışlara bile kuşkuyla yaklaşırlar. Bu hal onlarda bir seciye halini alır; zamanla mahiyetlerinin bir çukuru şekline dönüşür.
Kur’ân, münafıkların konuşma tarzı üzerinde şu beyanda bulunur: “Yoksa kalplerinde hastalık bulunan münafıklar, mü’minlere karşı duydukları kinlerini Allah’ın açığa çıkarmayacağını mı zannediyorlar? Eğer dileseydik onları sana tek tek gösterirdik, sen de onları simalarından tanırdın. Hattâ sen onları sözlerindeki lahnden (ses tonlarından ve konuşma üsluplarından) kesinlikle tanırsın. Allah, bütün işlerinizi bilir” (Muhammed, 29-30).
Âyette vurgulanan “lahnu’l-kavl” tabiri, konuşma tarzı, üslûbu, muhataptan başkasının anlayamayacağı şekilde sözü kapalı ve sembolik bir tarzda ifade etme, vurgulama ve bir şeyin manâsı veya fehvâsı gibi anlamlara gelmektedir.
Müfessirler, münafıkların sima ve lahnü’l-kavl kapsamında tanınmasını açıklarken Muhammed, Nisa, Münafıkîn ve Tevbe gibi sûrelerde anlatılan münafık imajına ve tasvirine dikkatleri çekmekte, Peygamberimizle ve Müslümanlarla ilişkilerinin ve dini vecibeler karşısındaki söz ve davranışlarının anlatıldığı âyetlere atıfta bulunmaktadırlar. Müfessir Beğavî, “lahn” kelimesinin biri doğru, müspet, diğeri hatalı, menfî olmak üzere iki tür manâ ve tavra işaret ettiğini kaydeder. Birincisi, Peygamberimizin “Muhtemeldir ki, bazılarınız kendi delilini diğerlerinden daha iyi anlatabilir...” (Buharî, “Şehâdât”, 27). hadisinde olduğu gibi bir şeyi çok iyi kavrayıp ifade edebilen zekice anlatım manâsına gelirken, diğeri ise sözü anlaşılmaz kılmak, anlamından uzaklaştırarak tevriye ve ta’rizli kullanım manâlarına gelmektedir. Her halükârda münafıklar, kötü niyet ve maksatlarını dil oyunları içinde gizlemeye çalışan kişilerdir.
Bu husus, Hz. Peygamber’in “Ümmetim hakkında en çok endişelendiğim, lisanı çok iyi kullanan münafıktır” hadisinde ifadesini bulmaktadır. Âyet ve hadislerde vurgulanan husus, belâğatın, insanları kandırma ve toplumun ifsadına yönelik düşünce ve eylemlerin örtbas edilmesi adına kullanılmasıdır. Yoksa Kur’ân, bizatihî bir belâğat mucizesidir. Peygamber Efendimiz de (s.a.s.), insanlar içinde dili en belîğ kullanandı.
Münafıklar, sıklıkla ve hattâ gerekli gereksiz yere yemin ederler; böylece inkârlarını, kötü niyetlerini gizlemek ve karşı tarafta oluşacak muhtemel kuşkuları bertaraf etmek isterler. Arapça’da etkili ve ikna edici konuşma üsluplarından birisi yeminli ifadelerdir. Yeminin Kur’ân anlatımında da önemli yeri vardır ve bazı sûreler bizzat yeminle başlar. Yemin etmek, edebî bir üslup olarak, muhatabın şüphelerini bertaraf ve karşısındakinin kendisine inanmasını temin etmek maksadı taşıyan bir anlatım şeklidir. Münafıklar, yemini kendilerini, asıl maksatlarını, kötü niyetlerini gizleme adına yaparlar: “Yeminlerini kalkan yapıp Allah yolundan yan çizdiler. Gerçekten onların yaptıkları ne kötüdür!” (Münafikûn, 2). “O münafıklar, yanınızda mutlaka sizden olduklarına dair Allah'a yemin ederler. Doğrusu onlar kâfirlerin maruz kaldıkları durumdan endişe etmeleri sebebiyle ödleri kopan bir topluluktur” (Tevbe, 56).
Münafıkların anlatıldığı âyetlere bakıldığında, onların genellikle geriye dönük pişmanlık ifade eder ve moral bozucu bir tarzda “keşke veya şayet şöyle olsaydı böyle olurdu, şöyle yapmış olsaydık böyle olmazdı” şeklinde bir hitabet geliştirdikleri de gözlemlenmektedir. Bu tarz bir konuşma üslubu, insan psikolojisini tahrip eden, takdir-i İlâhiyi tenkit manâsı taşıyan ve Peygamber Efendimiz’in (s.a.s.) ifadesiyle (Buharî,”Temenni”, 9; Müslim, “Kader”, 34) “şeytanın ameline, vesveseye kapı açan” bir düşünceyi temsil eder. Tabiî bu demek değildir ki, her türlü temenni ve keşke ihtiva eden ifadeler nifakı çağrıştırır. Nitekim İmam Buharî, Sahihinde, temenninin müspet ve menfi yönleriyle geçtiği hadislere müstakil bir bölüm ayırmıştır.
Münafıkların menfi temennilerine misal olarak, onlardan bazılarının Uhud savaşının akabinde söyledikleri sözler zikredilebilir. Müslümanlarla birlikte savaşa katılmış, ancak daha sonra pişman olmuş bir grup münafık aralarında konuşurken, “yönetimde etkimiz olsaydı, fikrimizle hareket edilseydi böyle perişan olmaz, bu kadar kişi ölmezdi” demişlerdi. Böylece Peygamberimizi itham ediyor, mü’minlerin de maneviyatını bozmaya çalışıyorlardı (Âl-i İmran, 154). Yine bazıları cihada katılmayarak evlerinde kadınlarıyla birlikte oturuyorlardı. Ancak yaptıklarından dolayı tevbe etmeleri ve utanmaları gerekirken, içlerindeki inkâr ve kini dışa vuruyor, “şayet ve keşke” ile başlayan sözleriyle toplumu ifsat etmeye yelteniyor ve/veya mazeret beyan ediyorlardı: İki birliğin karşılaştığı gün sizin başınıza gelenler, ancak Allah'ın dilemesiyle olmuştur ki, bu da, mü’minleri ayırt etmesi ve münafıkları ortaya çıkarması içindi. O münafıklara: "Gelin, Allah yolunda çarpışın ya da düşmanınızın size ve ailelerinize saldırmasını engelleyin" denildiği zaman, “Biz savaş olacağını bilseydik size katılırdık”, dediler. Onlar o gün, imandan çok, küfre yakın idiler. Ağızlarıyla, kalplerinde olmayanı söylüyorlardı” (Âl-i İmran, 167). Müslüman toplumun fertleri olarak hayatlarını sürdüren bu insanlar, Müslümanlarla akrabalık ve fiili olarak aynı dine mensubiyetin getirdiği yakınlık ve sevgi bağlarına sahip olmaları gerekirken, bir yabancı gibi düşünüp Müslümanları “öteki” olarak algılıyor ve bu minval üzere bir tavır geliştiriyorlardı: Eğer Allah'tan size bir lütuf erişirse -sanki sizinle o (münafığın) arasında bir sevgi-dostluk yokmuş gibi, “Keşke onlarla beraber olsaydım da ben de büyük bir başarı kazansaydım!” der (Nisa, 73).
Nifakın söze ve dile yansımasının bir diğer şekli de, daima kendini haklı bulan, hatalarını asla kabul etmeyen bir konuşma tarzının münafıklarda görülmesidir. Münafığa göre tek doğru insan kendi, tek doğru düşünce de onun düşüncesidir. Kur’ân’da, münafıkların hata ve günahlarını bir türlü kabul etmedikleri ve sürekli ve aşırı derecede savunma mekanizmalarını kullandıkları anlatılır. Bu davranış biçimi, kişiliklerini belirleyen bencillik ve kendini beğenme duygularının bir yansımasıdır. Onlar kendilerini hep, “yeryüzünde sulhun temsilcisi ıslahçılar, gerçek inananlar, insanlık için iyilik, güzellik ve hayır düşünen kişiler” olarak tanımlamaktadırlar: Onlara: “Yeryüzünde fesat çıkarmayın”, denildiği zaman, “Biz ancak ıslah edicileriz” derler... Onlara: “İnsanların iman ettiği gibi siz de iman edin”, denildiği vakit "Biz hiç, beyinsizlerin iman ettikleri gibi iman eder miyiz?” derler. Biliniz ki, beyinsizler ancak kendileridir, fakat bunu bilmezler” (Bakara, 11-13). Elleriyle yaptıkları yüzünden başlarına bir felâket gelince hemen, “biz yalnızca iyilik etmek ve arayı bulmak istedik”, diye yemin ederek sana nasıl gelirler!” (Nisâ, 62). Burada unutulmaması gereken, bir özellikten hareketle genellemelere gidilmenin hatalı olacağı noktasıdır. Halbuki insanoğlu, tabiatının gereği olarak hem iyiliğe, hem de kötülüğe açık ve kabiliyetli olarak yaratılmıştır. İnsan irade sahibi ve neticesinde sorumluluk alabilen bir varlıktır. Şayet insanlık fıtratının gereği olan iradesini kullanmasaydı yanlış yapmayacağı ve günah irtikap etmeyeceği gibi, doğru ve sevap da işlemeyecekti. Dolayısıyla kendisi olmaktan uzaklaşacaktı. Önemli olan, hata yapmak değil, tercihlerinin mesuliyetini kavrayıp telafi yollarına başvurmaktır. Hadis-i şeriflerde ifade edildiği üzere (Müslim, “Tevbe”, 9), insanlar hiç günah işlemeseydi, Allah yeni insanlar halk eder, onlar günah işler sonra tevbe ederler ve Allah onları mağfiret ederdi. Her insan hata eder; ancak yaptıklarından pişmanlık duyup telafi yollarını arayanlar bu durumda kurtulurlar (Tirmizî, “Kıyame”, 49). Zaten kişinin tevbe edebilmesi, yaptığının yanlış ve günah olduğuna inanmasıyla doğrudan ilgilidir.
Münafıkları ele veren önemli özelliklerden birisi de, “dindaşları’ olan Müslümanlara kin ve düşmanlık beslemeleri, özeleştiriden uzak, ötekini karalama tavrı içinde inananları hakir ve her türlü hakaret ve fenalığı onlara revâ görmeleridir (Âl-i İmran, 118). Nifak ehli, Müslüman dindaşlarına, değişik dil oyunları ve mecazî anlatımlar ile hakaret etmekten geri durmaz, dillerini bir kılıç gibi kullanarak kalp kırıp inananlara saygısızlık yaparlar. Hz. Peygamber Efendimiz’e bir Müslüman’a yakışmayan sözler söylemişlerdir; O’nun hakkında “herkese kulak veren (haşa) safın ve zavallının birisi” anlamına gelen üzün tabirini kullanarak saygısızlık etmişlerdir (Tevbe, 61). Yine, bir mü’mine yaraşır şekilde O’nu selamlamamış ( Mücadile, 8), es-selâm kelimesini, ölüm manasına gelen es-sâm şeklinde telaffuz ederek selamlaşmayı lanetleşmeye çevirmişler; bizi gözet anlamına gelen râınâ (Bakara, 104) tabirini, hakaret ifade eden bir anlamı çağrıştıracak şekilde telaffuz etmek suretiyle Resûlullah’a hakarette bulunmaya cüret etmişlerdir. Müslümanlara düşmanlık ve hakaret etme, iman ve nifak arasındaki ciddî ayrılık noktalarından biridir. Nitekim Resûlullah’ın, “Münafığın alâmeti Ensar’a buğz etmek, mü’minin alameti ise, Ensar’ı sevmektir” (Müslim, “İman, 128-129) şeklindeki hadisleri bir bakıma bu noktaya bakmaktadır.
Münafıklar, İslâm’ın fertlere kazandırdığı dinamizmi ve aksiyonu anlayamadıklarından, onların Allah yolunda sergiledikleri fedakârlık ve gayretleri aldanma, kandırılma ve boş hayallerin uğruna hayatı heder etme olarak algılamışlardır: O zaman münafıklarla, kalplerinde hastalık bulunanlar, (sizin için), “Bunları, dinleri aldatmış” diyorlardı. Halbuki kim Allah'a dayanırsa, bilsin ki Allah mutlak galiptir, hikmet sahibidir” (Enfal, 49). Bilindiği üzere, Resûlullah’ın önderliğinde Müslümanlar üç yüz küsur kişilik bir kuvvetle, daha iyi donanıma sahip bin kişilik müşriklere karşı Bedir gazvesine çıkmıştı. İki orduyu mukayese eden münafıklar, yahut bir rivayete göre hicret etme azmini gösteremeyip Mekke’de kalan bazı zayıf imanlı kişiler, Ashab-ı Kiram için, “Bunları, dinleri altından kalkamayacakları bir işe sevk etti. İnançlarının ve teslimiyetlerinin kurbanı olacaklar” kabilinden sözler söylüyorlardı. Zira onlar, Allah’a imanın, sadece O’na dayanıp tevekkül etmenin, kişiye, bütün kâinata meydan okuyabilecek bir dinamizm ve aksiyon verebileceğini tahmin edebilmek şöyle dursun, bu hali bir aldanmışlık addediyorlardı. Hadiselerin zahirine bakıyor, her şeyi kendi idrak veya idraksizlikleri çerçevesinde sebeplere bağlıyor, İslâm’ın inşâ gücünü ve insana kazandıracağı dinamizmi anlamaktan uzak bulunuyorlardı.
Nifakın İnsanın Davranışına Yansıması
Daha önce geçen Muhammed sûresi 30’uncu âyette münafıkların sîmâlarından tanınabileceği ifade buyurulmakta idi. Zira sîmâ tabirini sadece yüz olarak değil, jest, mimik, el, kol ve vücut hareketlerinden müteşekkil işaretler veya kısaca vücut dili olarak almak, herhalde yanlış olmasa gerektir. Gerçekten münafıklar, nifaklarını örtmek için vücut diline sıkça başvurmaktadırlar. Bir toplum kendini ifadede sıkışıp daralınca, işaretlerin veya sözsüz aktarım simgelerinin kullanımı artar”. Fertlerin hiçbir zorlama olmaksızın hür iradeleriyle benimsedikleri ve hayat haline getirdikleri din ve diyanet, bir “söylem” veya bilgiden ibaret olmayıp, bilakis marifet ve muhabbet boyutlu bir tecrübe, bir varoluştur. İlâhî Kelâm’ın, mü’minlerin hayatına taşınarak, ete kemiğe bürünüp ümmet şeklinde tezahür etmesidir. Bu durum ise, gizli inkâr ve şüphe taşıyan münafık için kendisini (inkârını) ifade etme alanının kısıtlanması anlamına gelir. O, her ne kadar diliyle Müslüman olduğunu söylese ve kalbindeki inancını ve duygularını gizlemeye çalışsa da, gerçek kimliğine ait sızıntılar davranışlarına veya vücut diline yansır. Münafıkların içinde bulunduğu psikolojik durumun zorluğu ve yaşadıkları stresin boyutu, “Allah hiç kimseye tek bedende iki kalp vermemiştir” (Ahzab, 4) âyetinde ifadesini bulmaktadır. Bu demektir ki, bir insanın iki vicdanı veya iki kalbi, başka bir deyişle aynı anda hem mü’min, hem de kâfir olması imkân sınırlarının zorlanmasıdır. Münafıklar, özleri itibariyle inkârcıdır. Ancak İslâm toplumunda kabullenilmek, beklentilere cevap vermek ve muhtemel tepkileri bertaraf etmek için sürekli maskelemede bulunurlar. Bu haliyle münafık, hiçbir zaman sabit bir kimliğe bağlı kalamaz. Ve bazı cinler ve şeytanlar gibi her an ayrı bir şekil ve suretle insanların karşısına çıkar. İşte bu hal zamanla münafığın iç ve dış dünyası arasındaki mesafeyi öyle büyütür ki, neticede onları “varoluş stresine” sürükler. Başkalarının gözünde var olma çabası, kendiliklerini fark etme ve kendi olarak var olma imkânını fertlerin elinden alır. Bu durum, ileriki safhalarda bir paranoyaya dönüşebilir. Bu sebeple gerçek Müslüman’ın fıtrîliği, itminan ve sekine halini onlarda müşahede etmek, hattâ imkansızdır (Mâide, 41).
Tabiatı gereği münafık, her fırsatta, hayatına inkâr ve şüphelerini aktarır, inkârda yarışır ve İslâm düşmanlarına kulak verir. Şeref, güç ve kuvveti, kâfirlerin dostluğunda arar ve onlarla işbirliği içine girer (Nisâ, 139). Asıl itibarıyla aynı olmakla beraber nifak küfürden farklı olarak, insan mizacı üzerinde o kadar tahrip edici bir etkiye sahiptir ki, çoğu kere birlikte hareket edeceklerine dair söz verdikleri müşrikleri de aldatmaktan kendilerini alamazlar. Savaş ve benzeri sıkıntılı vaziyette -tıpkı mü’minlere yaptıkları gibi- beraber oldukları ve aynı inancı paylaştıklarını söyledikleri diğer insanlara da ihanet etmekten geri durmazlar (Muhammed, 26; Haşr, 11).
Meşakkatli görevler yükleyen âyetler nazil olduğunda nifak ehlinin imanları değil, korku ve nefretleri artmış, ölüm sekerâtına giren kişiler gibi boş gözlerle bakmaya başlamışlardır (Muhammed, 20-26). Diğer taraftan, ganimet paylaşımında veya dünyevî bir çıkar karşısında ise, hep öne çıkmış ve hak etmedikleri şeyleri talep etmişlerdir: Sizi gözetleyip duranlar, eğer size Allah'tan bir zafer (nasip) olursa, "Sizinle beraber değil miydik?" derler. Kâfirlerin (zaferden) bir nasipleri olursa (bu sefer de onlara), "Sizi yenip (öldürebileceğimiz halde öldürmeyip) mü’minlerden korumadık mı?” derler. Artık Allah kıyamet gününde aranızda hükmedecektir ve kâfirler için müminler aleyhine asla bir yol vermeyecektir (Nisâ, 141).
Münafıklar, ibadetlerinde, iman etmedikleri veya imanla küfür arasında gelip gittikleri için bir dindardaki hassasiyete sahip değillerdir. Halbuki ibadetler, kulların Yaratan’a arzıhal eyledikleri, O’na seslendikleri ve en yakın oldukları bir miraç halidir. Meselâ temel ibadetlerden namaz, Müslüman’ın hayatında çok belirleyicidir. Peygamber Efendimiz’in beyan ettiği üzere, kişinin namaz kılması, mescitlere devamı imanına delâlet eder (Tirmizî, “İman”, 8). Ancak ibadetler münafıklar için bir külfet ve sıkıntı kaynağıdır. Yatsı ve sabah namazı onlara en ağır gelen ibadetlerdendir (Buharî, “Ezan”, 34; Müslim, “Mesacid”, 252). Namazlarından gafildirler ve ibadetlerini gösteriş için yaparlar. Zekâttan kaçar, hattâ çok küçük insani yardımları bile insanlardan esirgerler. Şayet vaziyeti kurtarmak maksadıyla verirlerse de gönülsüz verirler ( Mâûn, 4-7; Tevbe, 54; Nisâ, 142). Nifak ehli, insanlara iyilik etmek şöyle dursun, mü’minleri önce fakirleştirmeyi daha sonra da ekonomik sıkıntılarını istismar ederek İslam’dan vazgeçirmeyi bile tasarlayıp, inkâr noktasında kendileriyle bir olmalarını isterler ( Münafikûn, 7; Nisâ 89). Burada hatırlatmak gerekir ki, bütün bu sıfatlar nifaka ait olmakla ve bir münafıkta bulunmakla birlikte, bunlardan bir veya birkaçının bulunduğu herkes münafıktır denilemez. Zira bir Müslüman’ın her sıfatı İslâm’dan kaynaklanmak gerekse de, bu her zaman ve herkes için mümkün olmayabilir. Bu sebeple, nasıl bir kâfirde Müslüman sıfatı bulunabilirse, bir Müslüman’da da küfür ve nifak sıfatlarından bir veya birkaçı bulunabilir. Bunlar onu kâfir veya münafık yapmasa da, bunlardan kurtulmaya çalışmak gerekmektedir.
Nifâk ehli, inananlar arasında fitne ve fesat çıkarmak maksadıyla her türlü çareye başvururlar. Hattâ içlerinden bazıları, bir zaman Müslüman görünüp daha sonra (güya) İslâm’dan ayrılır. Böylece İslâm’da aradığını bulamadığını imâ ederek kendisiyle birlikte daha başka bazı kişileri de İslâm cemaatinden koparmaya çalışırlar (Âl-i İmran, 72). Münafıklar, bazen de dindarlık şemsiyesi altında ifsad faaliyetlerine yeni mecralar ararlar. Sözgelimi, ibadethane yaptırarak kendilerini gizlemeyi ve düşmanlıklarını sürdürmeyi düşünürler: Bir de şunlar var ki: mü’minlere zarar vermek, küfür ve küfranı yaymak, mü’minler arasına ayrılık sokmak ve daha önce Allah ve Resûlü’ne savaş açmış adamı buyur etmek için, tuttular bir mescid yaptılar. Bütün bunlardan sonra onlar “bundan iyilikten başka maksat gütmedik” diye yemin edeceklerdir. Allah şahit ki, bunlar kesinlikle yalancıdır (Tevbe, 107).
Münafıklardan bir grup Kuba Mescidi’ne yakın bir yere, Kur’ân’da Mescid-i Dırar olarak adlandırılan mescidi yapmışlardı. Bundan maksatları, Kuba Mescidi’ne devam eden inananlara zarar vermek, Müslüman cemaati bölmek, bir yönüyle kendi camilerini ihdas ederek ümmetin birliğini bozmak, Resûlullah ve inananlar aleyhinde daha rahat hareket edebilmek ve İslâm aleyhinde faaliyetlerde bulunan Ebu Amr el-Fasık’ın dönüşüne bir ön hazırlık ve yapılacak faaliyetler için üs tesis etmekti. Ebu Amr, Huneyn zaferinden sonra Arapların İslâm ile baş edemeyeceğini anlayarak, Bizans’tan destek almak maksadıyla Şam taraflarına gitmişti. İşte maksatları bu kişinin gelip, faaliyetlerini buradan icra etmesi için bir üs tesisi olduğu halde, bu mescidi inşa eden münafıklar Tebuk seferi esnasında Resûl-i Ekrem’e gelerek, yağmurlu ve soğuk gecelerde sakat ve hastalara kolaylık olsun diye, Kuba mescidinin yakınında yeni bir mescid inşâ ettiklerini beyanla, kendilerine orada namaz kıldırması ricasında bulunmuştu. Ricalarını yerine getirip getirmemeyi sefer dönüşüne bırakan Allah Rasûlü (s.a.s.), dönüşte yukarda zikredilen âyetin nüzûlü üzerine, o mescidi yıktırmıştır.
Münafıklar kendilerine bir yetki verildiğinde yahut fırsat tanındığında yeryüzünde fesat çıkarır, toplumların ve milletlerin gelir kaynaklarını, tahrip eder, nesilleri bozmak için çalışır ve akrabalık bağlarını kesmeye, âile kurumunu ifsada yeltenirler (Bakara, 205; Muhammed, 22). İlginçtir, bir defasında Resûlullah, “Sakın münafığa efendi/efendimiz’ demeyin. Eğer münafık efendi olursa Aziz ve Celil olan Allah’ı kızdırmış olursunuz.” buyurmuştur (Ebu Davud, “Edeb”, 75). Bir toplumun saygı duyduğu önderlerinin toplumu aldatmayı ahlâk haline getirmiş münafıklar oluşuyla, Allah’ın gazabının gelişi birbiriyle ilişkilendirilmiştir. Her toplumu ayakta tutan değerler vardır ki, bunlardan birisi ailedir. İslâm, âile kurumuna çok önem atfetmiş ve insanların mahremiyetini koruma altına almıştır. Bir Müslüman’ın canı, malı ve namusu diğerlerine haram kılınmıştır. Müslüman, “diğer Müslümanların elinden ve dilinden emin olduğu kişi” (Buharî, “İman”, 4) olarak tanımlanmıştır. Hal böyleyken münafıklar, âilevî değerlere karşı kayıtsız bir tutum sergilemişler; hatta ifk hadisesinde  olduğu üzere, Hz. Aişe validemize (r.ah) dahi iftira atmak suretiyle, iffet ve namusa saygısızlıkta sınır tanımamışlardır.
Sonuç
Nifak, inanmadığı halde inanıyor görünmek, akide ve düşüncede münkir olmasına rağmen farklı bir tavır ve kanaat sergilemektir. O, sadece Medine dönemine münhasır sosyal bir olgu değildir. Değişik zamanlarda, İslâm dinini tam kabullenemeyen kitleler, İslâmî fetihler sebebiyle iktidarlarını ve statülerini kaybeden veya önceki inanç ve kültürlerini terk edemeyen zümreler, milletler, nifakı bir hayat biçimi olarak tercih etmişlerdir. Nifak, İslâm toplumu içinde her zaman en tehlikeli bir virüs olarak daima var olmuş, Müslüman toplumunun bünyesinin zayıfladığı anlarda bilhassa yıkıcı bir tesir göstermiştir.
Yüce Allah (c.c.), insanların zahir ve bâtınlarını bildiği için Kur’ân âyetlerinde münafıkların kalplerindekini ifşâ etmiştir. İsimlerini tasrih etmemekle birlikte, onları tanıyabileceğimiz ve bizim de kendi adımıza dikkatli olmamız için münafıkları veya nifakı bütün özellikleriyle ortaya koymuştur. Burada dikkat edilecek bir nokta, Bu ifadelerden hareketle gaybı bilmekten aciz ve zahirle hükmetmekle mükellef insanlar olarak, kendilerinde nifak veya küfür davranış ve alâmeti gördüğümüz Müslümanlara itikadî manâda küfür ve nifak damgası vurmaktan kaçınmak gerektiği, fakat nifak karşısında da dikkati elden bırakmama zaruretidir.
Münafık, etrafa kuşku ve endişeyle bakan, her sesi ve olayı aleyhine sanan paranoid bir kişilik yapısını resmeder. Ama, yine buradan hareketle, niyet okumaya ve Müslüman toplumundaki “çürük elmaları” tespite girişip, ters yönde paranoid eğilim sergilemekten kaçınmak lâzımdır. Böylesi tavırlar, tarihte bazı fırkaların birbirini tekfir etmesine kadar gitmiştir. Yapılması gereken, Sahabe’nin kendi adlarına nifakla ilgili endişelerini ve toplum adına nifak karşısındaki firaset ve basiretlerini paylaşmaktır. Her mü’min, nifakın vasıflarından hareketle kendi dindarlığının bir iç kritiğine ve muhasebesine ulaşabilmelidir. Allah (c.c.), hepimizi nifak ve nifaka benzer düşünce ve fiillerden muhafaza eylesin. Amin.