www.musluman.biz

10 Mart 2012 Cumartesi

KOTU HUYLAR

Huseyin Ebu Emre - Harun Yildirim - ahlak ve imani dersler

KOTU HUYLAR
Her şeyin iyisi ve kötüsü olduğu gibi, huyların da iyisi ve kötüsü vardır. Kötü huylar bir hayli fazladır. Onlardan uzak kalmak, hastalık­lardan uzak kalmak gibidir. Kötü huylardan biri insanları ayıplamaktır. Ayıp kelime olarak kusur, noksan ve eksiklik, leke, fena, uygunsuz, utandıracak veya utanmaya sebep olan hal demektir.
İnsanları her hangi bir sebepten dolayı ayıplamak, onları toplum içinde küçük düşürmek doğru değildir. Zira böyle davranışlar insanlar arası ilişkileri olumsuz yönde etkiler ve kardeşlik duygularını yok eder. Kardeşlik duygularının yok edildiği bir yerde kin ve nefret duyguları insanlara hakim olur. Toplumsal barış kaybolur, huzur ve mutluluk yok olur. Halbuki İslam, barış ve selamet dinidir. İnsanların huzur ve güven ortamı içinde yaşamalarını hedefler. Hak Teala bu hususta "Birbirinizin kusurunu araştırmayın" buyurmuştur.
İnsanların ayıp ve kusurlarının araştırılması, özel hayatlarındaki sır­larının ortaya çıkarılması doğru bir davranış değildir. Zira bu gibi du­rumlar insanların halkın gözünden düşmelerine, itibarlarının kaybolma­sına sebep olur. Her hangi bir sebep olmadan başkalarının özel hayatla­rının deşifre edilmesine tecessüs, yani casusluk denir. Tecessüs etmek haramdır. Tecessüs, insanları ıslah edip düzeltmek yerine onları ifsad eder, bozar. Örtülü ve kapalı kalan, insanlar tarafından bilinmeyen hata ve kusurların bir gerekçe olmadığı sürece öylece kalması gerekir. Hatta suçluyu bulmada bile olsa, insanların ayıplarını aramaya ruhsat veril­memiştir. Böyle bir hal insanların dokunulmazlığının kalkmasına sebep teşkil etmemiştir. İslam'a göre, hiç kimse iç görünüşüne göre takibata uğramaz, dış görünüşüne göre cezalandırılır. Kimsenin görmediği yerde işlenen suçtan, ayıptan, zan ve tahminlere dayanarak ceza verilemez. Sadece suçlu işlediği suçu açığa vurduğu zaman yakalanır.
Duyulan ve konuşulan sözlerin yayılması ve insanlara nakledilmesi ancak hayırlı ve faydalı işlerde caiz olabilir. Gizli kalması gereken sır şeklindeki bilgilerin, fitneye sebep olacak nitelikteki haberlerin yayılma­sı, toplum içinde büyük zararlara yol açar. Bu zararlar toplumun başına bela olur, onlara sıkıntı ve üzüntü verir. Bu büyük beladan kurtulmanın yolu şunun bunun sırrını araştırmamak, ayıp ve kusurlarını yaymamak-tır. Kendisine faydası olmayan şeylerle ilgilenmemek, dile hakim olup lüzumsuz kelam etmemektir. Ali sırları tutamayıp da acele haber yayanlar gibi olunmamasını, zira gelecekte insanları sıkıntıya düşüren bir çok fitnelerin ortaya çıkacağmı söylemiştir.
Başkalarının ayıp ve kusurlarını anlatmaktan hoşlanan bundan zevk alan kişiler İbni Abbas'a göre ilk önce kendi ayıp ve kusurlarım hatırla­malı, ona göre konuşmalıdırlar. Kendi ayıp ve kusurlarım düşünen bir insan onları başkasına anlatmak istemediği gibi başkalarının ayıp ve kusurlarını da anlatmamalıdır. İbni Abbas, "Birbirinizi ayıplamayın" ayetini bir kısmınız bir kısmınıza dil uzatmasın şeklinde tefsir etmiş­tir. Bu ayet Selime oğulları hakkında nazil olmuştu. Resul-i Ekrem Medine'ye hicret ettiğinde o kabileden her adamın iki ismi vardı. Efen­dimiz onlardan bir adama "Ya falan!" diye hitap edince onlar adamın o isimden hoşlanmadığını söylediler.
Hicretten önce ve cahiliye döneminde insanlar arasında lakab takma bir adet halindeydi. Öyle ki bir insanın bazen birden fazla lakabı olurdu. Efendimiz Medine'ye hicretlerinde Beni Selime kabilesine uğramış ve onlardan birini duyduğu lakabıyla çağırmıştı. Daha önce o şahsın bu lakabdan hoşlanmadığım bilenler bu konuda Efendimizi bilgilendirdiler ve diğer ismi ile çağırmasını söylediler. Bunun üzerine söz konusu ayet nazil oldu ve o ayetle insanların birbirine lakab takmaları yasaklanmış oldu. Bununla birlikte bu yasak mutlak olarak her çeşit isim takılmasını yasaklamaz. Önemli olan din kardeşinin hoşlanmayacağı bir ismi veya lakabı ona takmamaktır. Kötü bir mana taşımayan ve lakab sahibinin de hoşuna giden isimlerin kullanılmasında bir sakınca yoktur. Bir de bir kimseyi başka bir isimle tanıtmak mümkün olmadığı zaman onu laka­bıyla anmak da caiz olur. Bu hallerin dışında müslümanlar birbirlerine hoşa gitmeyecek lakablar takmaktan uzak durmalıdırlar. Takanları uyarmalı, İslam ahlakı ve adabında böyle şeyler olmadığı hatırlatılmalı­dır. Ashab-ı kiramdan biri arkadaşlarından birini yemeğe davet etmişti. Orada hizmet eden cariyeye yanlarında iş görüyordu. Ev sahibi hizmet­çiye "Ey zinakar" diye hitab etti. Misafir olan kişi böyle söylememesini, eğer bu kadın dünyada kendisine iftira cezası vermeye gücü yetmezse, ahirette Hak Teala'nın huzurunda hakkının alınmasını talep edeceğini söyledi ve arkadaşına Allah Teala'nın çirkin söz söyleyeni, çirkin söz söylemeye yelteneni sevmediğini söyledi.
Başkalarının eksiklerini araştırmaya kalkışmak da ahlaklı insanın işi değildir. İslam başkalarının ayıplarını, kusurlarını aramayı, halkı teces­süs altında tutmayı şiddetle yasaklarken müslümana da tecessüs ve tah­kik hakkı vermemiştir. Bu sebeple bir müslümanın evine girilip hal ve durumu tecessüs edilemez. Kesin emirle tecessüsün yasaklanmasının sebebi, herkesin kendi evinde emniyet ve huzur içinde yaşamasını temin etmek, kişileri fitne ve fesada sürüklememektir. Efendimiz "Müslüman­ların ayıplarını, gizli hallerini araştırmaya çalışırsan onları ifsad eder veya ifsada yaklaştırmış olursun" buyurmuştur.
İslam'a göre, insan kendine ait meskeninde bir fenalık yapmış olsa, bunun evinin içinde kalması, dışa aksetmemesi gerekir. Bu sebeple izin­siz bir kimsenin evine girilmesi bile yasaktır. Efendimiz bir gün minbere çıkarak ayıp araştıranların zayıf imanlı kişiler olduğuna işaret etmiş ve "Ey diliyle müslüman olup kalbine imanın işlemediği kişiler! Müslü­manları üzmeyin, onları ayıplamayın ve onların kusurlarını araştırma­yın. Kim müslüman kardeşinin ayıbını araştırırsa Allah da onun ayıbını meydana çıkarır ve Allah her kimin ayıbını meydana koyarsa, evinin içinde bile olsa onu kepaze eder. Müslüman kardeşinin ayıplarını örten, bir ölüyü diriltmiş gibidir."
Bir kimsenin mükellef çağında olan iffet sahibi kimseye zina suçunu isnad edip, ona zaniye gibi tahkir edici şekilde hitab etmesi asla doğru değildir. Karşı taraftaki kişi ister bu günahı işleyen biri olsun, ister o gü­nah töhmeti altında bulunsun her iki halde de karşı tarafı aşağılamanın İslam ahlakında yeri yoktur. Eğer kişi suçlu ise onun bu suçunu başkala­rına-teşhir etmek doğru olmadığı gibi, o suçu ağzına alan kişiye de bir fayda sağlamaz. Eğer suçlu değil de masum ise o zaman iftira edilmiş, karşı tarafa zulmedilmiş olur. Söyleyen burada da vebale girmiş olur. Söylenen söz iftira olmayıp da gerçek olsa bile, bu gibi ayıpl ayıcı ve çir­kin sözleri yine kullanmamak gerekir. Mümin dil uzatıcı değildir, lanet okuyucu değildir, kötü iş yapan değildir, kötü söz söyleyen değildir.
Ayıp ve kusur işleyen bazı kişiler vardır ki yaptıkları işlerin zararı açığa çıkmayıp, başkalarına sirayet etmez. Böyle kişilerin şahsi kusurla­rını, ayıplarını açığa çıkarmak, çeşitli makamlara şikayet etmek doğru değildir. Şikayet edip ayıp ve kusurları ortaya çıkartmakla sadece kişi­nin kendine ait olan günahı teşhis edilmiş ve fakat bir taraftan da ayıp işleyen kişi utandırılarak toplum içinde mahcup duruma düşürülmüş olur. Neticede o kişi, "zaten toplum beni biliyor" diye açıktan günah iş­lemeye itilmiş, işlenen ayıplar da normal hale gelmiş ve böylece de ayıp işlemek meşrulaştırılmış olur. Bu sebeplerden dolayı, kişilerin ayıp ve kusurlarını bulup onları toplumda teşhir etmek yerine, tatlı dille özel nasihatta bulunmak, çeşitli vesilelerle günah işlemesine mani olmak da­ha faydalı olur. Ancak, şahısları aşıp başkalarına ve topluma zararı do­kunacak şekilde açığa çıkan ve insanlara zulüm getiren ayıplar, günah­lar böyle değildir. Bunları önlemekte müslümanların biribirlerine yar­dımcı olmaları ve kötülüğü birlikte yok etmeleri gerekmektedir.
Günahlar açıktan işlenmediği sürece, onları açığa çıkarmaya çalış­mak doğru değildir. Bir cemaat sahabi Ukbe İbni Amir'e gelip komşula­rının içki içtiklerini, kötü iş yaptıklarım, onların yetkili kişilere şikayet edilip edilmemesi durumunu sordular. Ukbe, onların bu teklifini kabul etmedi ve kendilerine Efendimizin "Kim bir müslümanın bir ayıbım gö­rür de onu örterse, diri diri gömülmüş bir kız çocuğunu mezarmdan di­rilten gibi sevab almış olur" hadisiyle cevap verdi.
Günah işleyen bazı kimselerin yaptığı işlerin zararı başkasına do­kunmaz. Bu gibilerin günahını araştırıp onları ortaya çıkarmak ve idari makamlara şikayette bulunmak doğru değildir. Şikayetle günah işleyen insanlar teşhir edilerek kamuoyu önünde mahcup edilmiş, küçük du­ruma düşürülmüş olur. Bu gibi kimselere özel olarak uygun bir dille na­sihatte bulunmak, ayıplarını mümkün mertebe gizlemek daha doğru olur. Böyle mahcup ve perişan duruma bir müslümanı düşürmeden onun günahını örtmek ve açığa vurmamak, bir ölüyü diriltmek kadar makbul bir iştir. Ancak başkalarına ve topluma zararı dokunacak şekilde açığa çıkan ve insanlara zulüm getiren günahlar böyle değildir. Bunları önlemekte insanların birbirlerine yardımcı olması ve kötülüklerle hep birlikte mücadele etmesi gerekir.
Kötü huylardan biri de kumar oynamaktır. İbni Abbas'm anlattığına göre eskiden deve kumarcılarının nerede olduğu sorulurdu. Sonra on kişi toplanıp henüz sütten kesilmiş on deve yavrusu ve daha ziyade yavrularla bir büyük deve satın alırlardı. Sonra kumar oklarını bir torba içinde karıştırırlardı. Bir kişiye boş kalıncaya kadar sehimler dokuz kişi­nin olurdu. Böylece tüm yavru miktarını dolduruncaya kadar bu sehim-lere kalanlar yavrulardan birer birer alacaklı olurlardı. İşte bunun adı meysir, yani kumardır.
Meysir kumar demektir. Meysirin kökü yüsr kelimesidir. Yüsr, kolay­lık anlamına gelir. Çünkü zahmet çekmeksizin kolaylıkla mal edinmek işidir, bir emek ve iş karşılığı olmaksızın, zahmet ve yorgunluk çekmeksi­zin, sırf tesadüflere bağlı kalarak başkalarının tamamen zararı karşılığın­da kolaylıkla mal kazanmaya kumar denir. Bir de müsabaka ve yarışma­lar vardır ki bunlar yasak değildir. Bilgi ve sanat yarışmaları, insan koşu­ları olan atletizm gibi. ibni Ömer, meysirin kumar olduğunu söylerdi.
Horoz kumarı kötü bir adettir. Ömer'in hilafeti zamanında iki adam horozları üzerine kumara tutuştular. Ömer bunu duyunca horoz­ların öldürülmesini emretti. Bu emre karşılık ensardan bir adana Ömer'e teşbih eden bir hayvanı nasıl öldürmeyi emrettiğini söyleyince Ömer de onları öldürmekten vazgeçti. Karşılıklı bir iddia olmaksızın sırf seyir­ci kalmak maksadıyla da olsa horozları ve buna benzer hayvanları döğüştürmek günahtır. Çünkü bunda hayvanlara eziyet ve zarar verme vardır. Halbuki dinimiz hayvanlara acımayı ve onlara işkence verme­meyi emretmiştir. Kesilecek hayvanlar dahi en kolay ve eh rahat bir şe­kilde boğazlanır. Bu döğüşler taraflarca iddialı bir şekilde olursa, kumar kısmına girerler. Ömer, işin kökünü kazıma bakımından hayvanların da kesilmesini emretmişken, horozların belli vakitlerde ötüşlerinin, böylece tesbihde bulunmalarının hatırlatılması üzerine bundan vazgeçmiştir.
Kumar oynamak kötü bir davranıştır. Resul-i Ekrem Efendimiz ar­kadaşına "Gel seninle kumar oynayalım" diyen bir kimsenin kumar oy­nayacağına sadaka vermesini emir buyurmuştur. Gel kumar oynaya­lım, diyerek bu haram işi yapmak isteyenler, daha kumara başlamazdan önce ortaya koymayı tasarladıkları mallarını sadaka olarak verirlerse, bu hareketleri kötü teşebbüslerini örten bir hareket olur. Kumardan kazanı­lan malın sadaka verilmesi caiz olmaz. Çünkü haramdan sadakayı Allah kabul etmez. Kumardan elde edilen şey sahibine verilir. Sahibi hayatta değilse, veresesine verilir.
Güvercin kumarı da kötü bir alışkanlıktır. Bir adam Ebu Hüreyre'ye güvercinlerle bahse giriştiklerini, onları karşılıklı döğüştürdüklerini, muhallilin onlardan birini alıp götüreceği korkusuyla aralarına bir muhallil koymayı hoş görmediklerini söyledi. Buna karşılık Ebu Hüreyre bunun çocukların işinden bir iş olduğunu, onu terk etmenin daha uygun olacağmı söyledi. Tarafların bahisleşerek horoz döğüştürmeleri nasıl ki kumarsa, güvercinlerin de böyle döğüştürülmeleri aynen kumardır. Ara­ya üçüncü bir şahsın girmesiyle iş kumardan çıkar ve bu helal olur. Bu üçüncü şahsa muhallil denir. Esasen yenenin yenilenden bir şey almak şartı ile bahisleşilen oyunların hepsi kumar hükmündedir.
Tavla da bir kumar çeşididir. Tavla oynayanlara selam vermemek gerekir. Ali köşk kapısından çıkınca tavla oynayanları gördüğü za­man onları götürürdü de sabahtan akşama kadar onları hapsederdi. On­lardan bir kısmı gün ortasına kadar hapsedilirdi. Geceye kadar hapsedi-lenler para ile muamele edenlerdi. Gün ortasına kadar hapsedilenler de bu oyunla eğlenenlerdi. Ali onlara selam vermemeyi de emreder­di. Kumar oynamak caiz olmayan bir işi yapmak anlamına geldiğinden kumar mahiyetindeki oyunları oynayanlara selam verilmez. Tavla oynamak itaat yolundan ayrılmaktır. Resul-i Ekrem Efendimiz tavla oy­nayanın Allah ve Resulüne isyan ettiğini söylemiştir.
İşlenmesi yasak olan şeylerin yapılmasında Allah'ın rızası yoktur. Kumar mahiyetinde olan tavlayı oynamak bu yasaklardan sayıldığı için bunu oynayanlar Allah ve Resulünün rızası dışına çıkmış olacaklarından Allah'a ve Resulüne isyan etmiş olurlar. Abdullah İbni Mesud da ibadet­ten engelleyen iki tavla zarından sakınmalarını, çünkü onun kumar oldu­ğunu söylerdi. Zar atmak ve tavla oynamak aynı cinsten oyun oldukla­rı için her ikisinin hükmü birdir. Yine Efendimiz tavla oynayanın elini domuz etine ve kanına bulamış gibi olacağını söylemiştir.
Haram ve necis olma bakımından etlerin en ağırı, domuz eti ve ka­nıdır. Müslümanlar şiddetle bundan kaçındıkları gibi, kumar mahiye­tinde olan tavla oyunundan da kaçınmaları gerekir. Terbiye etmek için tavla oynayanlara karşı bazı tedbirler alınabilir.Abdullah İbni Ömer ai­lesinden birini tavla oynarken bulursa onu döver ve tavlasını kırardı. İnsan çoluk çocuğunu terbiye için gerektiği zaman döver ve azarlar. On­ları kötü alışkanlıklardan alıkoymaya çalışır. Tavla da kötü bir iş oldu­ğundan, ondan uzak tutmak için İbni Ömer aile efradından birini tavla oynuyor görünce onu döver ve oyun aletini kırardı. Aişe de kendi arazisinde oturmakta olan aile halkından bazı kişilerin yanında tavla ol­duğu haberini aldığında eğer o tavlayı çıkarıp atmazlarsa, muhakkak surette onları yerinden çıkaracağını söyledi. Zira o tavlayı çirkin görür­dü. Abdullah İbni Zübeyr bir hutbesinde Mekkelilere hitap ederek Kureyş kabilesinden bazı kişilerin tavla oynadıkları haberinin kendisine ulaştığını, kumarın şeytanın işlerinden pis birer iş olduğunu, bu oyunu oynayanların kendisine getirilirse, onu cezalandıracağını ve eşyasını ge­tirene vereceğini söyledi.
İbni Zübeyr hicretten sonra Medine'de ilk dünyaya gelen sahabidir ve Ebu Bekir'in kızı Esma'nın oğludur. Muaviye'nin vefatından sonra oğlu Yezid'e biat etmemiş, Mekke'de halifeliğini ilan etmiştir. İşte bu hilafeti esnasında hutbe okurken tavla hakkındaki yasaklayıcı sözleri söylemiş ve oynayanları şiddetle cezalandıracağını bildirmiştir. Ebu Hüreyre de tavla oynayanın domuz eti yiyen gibi olduğunu, kumar olmaksızın onu oynayanın da elini domuz kanına bulayana benzediği­ni, tavla oyunu yanında oturup ona bakanın da domuz etine bakanla aynı hükümde olduğunu söyledi. Aynı şekilde Fudala İbni Ubeyd bir gün insanların biriktiği bir toplantı yerinde idi de bir takım kimse­lerin tavla oynadıkları haberi ona ulaştı. Bunun üzerine kızgın bir hal­de kalkıp şiddetle o oyunu yasakladı. Sonra bu oyunu oynayıp onun gelirini yiyenin, domuz eti yiyen ve onun kanıyla abdest alan kişi gibi olduğunu söyledi.
Tavla oyununda birbirinden farklı üç durum bulunmaktadır. Tavla oynayanlar, karşılıklı olarak bahisleşir ve yenilen kimse yenene para ve mal gibi bir menfaat sağlamayı taahhüt ederse, bu doğrudan doğruya bir kumardır. Kumar ise haramdır. Domuz etini yemek de haramdır. O halde haram bakımından tavla kumarı, domuz etini yemek gibidir. Tav­layı bahisleşerek değil de, sırf boşuna bir eğlence diye oynamak kumar değilse de ibadetten ve hayırlı işlerden alıkoyan, boşuna zaman öldüren bir iş olduğundan çirkin bir şeydir, domuz kanma el bulaştırmak gibi, kötü harekettir. İmrenme ve hoşlanma tavırlarıyle tavla oyunları başın­da oturup seyretmek de domuz etine bakıp onu gözetlemek gibidir. Gü­nahları birbirinden farklı olan bu üç türlü davranıştan da sakınmak en selametli yoldur.
Lüzumsuz eğlence ile meşgul olmak da kötü huylardandır. Eğlence, insanı işinden, gücünden alıkoyan ve vaktini öldürmekten başka bir işe yaramayan şeylerdir, ibni Abbas, "İnsanlardan kimi de vardır ki, boş la­fa müşteri çıkar' ayeti hakkında buradaki boş lafın türkü ve ona ben­zer şeyler olduğunu söylemiştir. İnsanı ibadetten ve yararlı işlerden alıkoyan her çeşit söz ve eğlenceler boş şeylerdir. İbni Abbas, türkü ve ona benzer eğlenceleri, kıymet ifade etmeyen boş ve batıl sözlerden saymıştır. Nitekim Resul-i Ekrem Efendimiz boş şeylerin kötü olduğunu söylemiştir. Abdullah İbni Ömer de bir gün çarşıya çıktı. Türkü söyle­yen bir küçük cariyeye rastgeldi. Bunun üzerine şeytanın bir kimseyi terk edecek olsa bu kızcağızı terk edeceğini söyledi.
Şarkı ve eğlenceler, mana ve maksad bakımından birbirinden farklı hükümlere tabi olurlar. Fitne, fesada ve harama yol açan ve bunlara se­bep olan her türlü eğlence ve şarkı haramdır. Nefsani ve müstehcen ma­na taşıyan, İslam ahlakına aykırı düşen eğlenceler hep bu kabildendir. Bir dilin edebi inceliklerini belirtmek veya ahlaki ölçülerini güzel bir şe­kilde dile getirme ve bunlara teşvik mahiyetinde şarkılar ve türküler söylemek mubahtır. Sevinme ve neşelenmenin mubah olduğu bayram ve düğün günlerinde fenalığa sebep olmayan türküleri ve def seslerini dinlemek caizdir. Şarkı söylemekte olan kızcağız hakkında İbni Ömer'in söylediği sözler şarkıcının iyi bir yolda olmadığını ifade eder. Şeytan, in­sanları iyiliklerden alıkoymak için onlara musallat olur. Terk lazım ge­lirse, bunu bırakması icab eder. Kızcağızın söylemekte olduğu türküle­rin mana ve maksadı, bir de hareket tarzı, İbni Ömer'i böyle bir söz söy­lemeye sevketmiştir. Nitekim Resul-i Ekrem Efendimiz de lehviyat deni­len şarkı türkü ve eğlence konusunda "Ben eğlenceden beriyim, eğlence de benden beridir" buyurmuştur.
İbni Abbas da "İnsanların kimi de batıl ve boş lafa müşteri olur, ona kıymet verir" ayetini, türkü ve benzeri şeylerle tefsir etmiştir.Bir ma­na ifade etmeyen, insanları boşuna meşgul eden, bilakis kötülüğe ve ah­laksızlığa sebep olan söz ve hareketler, eğlence ve türküler, daha önce işaret edildiği gibi, caiz değildir. Efendimiz yine "Boş şey, kötüdür" bu­yurmuştur. Boş şey, eğlence demektir. Burada da eğlencenin genel manada iyi bir hareket olmadığı teyid edilmektedir. İslam ise iyi olma­yan her türlü alışkanlığı reddeder. İyi olmayan bu alışkanlıklardan biri de koğuculuktur.