www.musluman.biz

10 Mart 2012 Cumartesi

KARDEŞLİK

KARDEŞLİK
İslam'da kardeşliğin büyük bir yeri vardır. Efendimiz buna teşvik ermiş, ashabı kiram arasında böyle kardeşlik sözleşmeleri akdetmiştir. Efendimiz îbni Mesud ile Zübeyr arasında kardeşlik kurmuştur. Ayrı­ca Medine'de Enes İbni Malik'in evinde de Kureyş'le ensar arasında kardeşlik sözleşmesi yapmıştır.
Efendimiz Medine'ye hicret ettiği zaman ashabının gurbet hasretini gidermek için onlarla ensar arasmda kardeşlik sözleşmesi yaptı. Böylece Mekke'deki yurdlarından ve ailelerinden ayrılan muhacirler, kendi evle­rinden farksız buldukları kardeşleri evlerinde barındılar, yabancılık çekmediler, seviştiler ve birbirlerine kuvvet oldular. İslam hakimiyet ve otoritesini kurduktan sonra nazil olan ayeti kerime ile miras, yakınlık derecelerine göre akrabalar arasmda meşru kılındı. Bütün iman edenle­rin de dinde kardeş oldukları beyan buyuruldu. Muhacirlerle ensar ara­sında kurulan böyle kardeşlik bağları İslam'ın ilk devirlerinde birbirine varis olacak derecede bir yakınlık kazanmıştı. Sonra miras ayetlerinin gelmesiyle iyilik ve takva üzerine kurulan kardeşlik bağlarından dolayı miras alınamayacağı belirtilmiş, ondan sonra bu durum yalnızca bir fa­zilet ve sevab vesilesi olarak devam edegelmiştir. Efendimiz Fetih yılın­da da Kabe'nin merdivenleri üzerinde Allah'a hamd edip onu övdükten sonra "Kimin cahiliyet devrinden kalma bir andlaşması varsa bilsin ki, İslam ona ancak destek verir" buyurdu.
Hılfın aslı, birlik ve beraberlik üzerine sözleşmede bulunmak ve akid yapmaktır. Cahiliye devrinde kabileler arasında savaş yapmak, yağmacılık hareketlerine girişmek ve fesad çıkarmak üzere yapılan andlaşma ve sözleşmeler İslam'da yasaktır ve olamaz. Ancak cahiliyet zamanında hayırlı iş ve ihtiyaçları karşılamak için yapılan andlaşmaları yenilememek İslam'da yoktur. İslam bu gibi hayırlı andlaşmalara kuvvet verir ve onları takviye eder. Abdurrahman İbni Avf amcalarıyla birlikte Mutayyibin Andlaşması'nda bulundu. İbn Avf, kırmızı develere sahip olmak karşılığında bile olsa onu bozmak istemediğini söylerdi. Fil va­kasından bir müddet önce, Kureyş'ten dokuz kabile toplanarak zulme uğrayanları korumaya and içmişlerdi. Sonra içinde güzel koku bulunan bir kaba ellerini daldırmışlar ve o ellerini böylece Kabe duvarına do-kundurmuşlardı. Bu hareketlerinden dolayı bu andlaşmaya Hılfü'l-mutayyibin, Koku Sürünenler Andlaşması denmişti. Cahiliyye devrin­den gelme dahi olsa, böyle hayır üzere olan andlaşmalara sadakat gös­termek İslam anlayışı ile de bağdaştığından dolayı Abdurrahman İbni Avf, büyük dünya menfaatleri karşılığında dahi olsa böyle bir andlaşmayı bozmak istemediğini açıklamıştır. Hak üzere yapılan andlaşma ve sözleşmelere riayet etmek, caymamak İslam'ın emridir. Bunu bozmak ise nifak alametlerindendir.
İnsanlar arası sevgi ve saygıyı geliştiren, kardeşlik bağlarını güçlendi­ren en önemli şeylerden biri de karşılıklı hediyeleşmektir. İnsanlar arasında sevgi, saygı ve yakınlığa vesile olan, karşılık beklemeden birisine ikram edi­len nesnelere, armağanlara hediye denir. Hediye, sadaka ve hibe arasında bir şeydir. Sadaka ve hibe de karşılık beklenilmez. Bu durum hediye için de söz konusudur. Hediye veren kişi karşılık beklemeden verir. Ancak karşılı­ğı verilemez diye de bir kural olmadığından hediyeye karşılık vermekte bir sakınca yoktur, aksine daha faydalı ve daha faziletlidir.
Dostluğu hazırlayan ve pekiştiren şeylerden biri de hediyeleşmek­tir. Efendimiz hediyenin önemi konusunda "Hediyeleşiniz ki, birbirinizi sevesiniz" buyurmuştur. Bir müslüman kardeşin gönlünü almak ve sevgisini kazanmak için ona verilen şeye hediye denir ki, bu sünnettir. Efendimiz hediyeyi kabul etmişler ve yenecek kısımdan olanı da yemiş­lerdir. Ancak bir hikmet ve sebebe bağlı olarak hediye kabul etmedikleri de vakidir. Hediye kalplerdeki soğukluğu giderir, kardeşler arasında sevgi ve yakınlık doğurur. Hediye verişte, önce hediye verilen kimseyi razı etmek, sonra sevab. kazanmak niyeti bulunur. Sadaka ise böyle de­ğildir. Sadaka, önce Allah rızası için bir ibadet olarak verilir. Sadaka ve­rilen razı olsa bile, onun rızasını kazanmak maksadı taşınmaz. Enes İbni Malik de insanlara aralarında harcama yapıp hediyeleşmelerini, çünkü hediyenin insanlar arasında sıcak bir ilgi doğurduğunu söylemiştir.
Hediyeleşmek makbul ve meşru bir harekettir. Efendimiz hem he­diye alır hem de karşılığında bir şeyler hediye ederdi Hediyeleşmenin insanları birbirine nasıl yaklaştırıp sevdirdiğini anlatmak için de "Hedi-yeleşiniz; zira hediye, kalbdeki kin ve nefreti yok eder" buyururdu. Efendimiz en basit iyiliği bile karşılıksız bırakmazdı. Karşılığım mutlaka verirdi. Bunu ümmetine de öğütler ve "Size her hangi bir iyilikte bulu­nana mukabele ediniz. Verecek bir şey bulamazsanız, ona dua ediniz ki, kendisine mukabelede bulunduğunuz bilinmiş olsun" buyururdu. Ba­sit bir iyiliğe bile karşılık veren Efendimiz elbette hediyeyi karşılıksız bı­rakmazdı. Bunu yakınlarına da öğütlerdi. Efendimiz hediyeyi kabul eder ve karşılığını verirdi. Hediyeyi veren ve alan bunu bir sünnet ola­rak yaparsa, hediyenin azlığına çokluğuna, değerli veya değersiz oluşu­na bakmaz. Hediye verirken riya, gösteriş, çıkar gibi duygular araya gi­rerse, hediyeden beklenen netice alınmaz.
Komşular da birbirleriyle hediyeleşmelidir. Resul-i Ekrem Efendi­miz "Birbirinize hediye veriniz. Çünkü hediye gönüllerdeki dargınlığı yok eder. Komşu hanımlar birbiriyle hediyeleşmeyi küçümsemesin! Alıp verdikleri şey azıcık bir koyun paçası bile olsa!" buyururdu. "Hiçbir komşu kadın, bir koyun paçası bile olsa komşusunun hediye ettiği şeyi küçümsemesin" demek olur. Hediyede ölçü, verilenin ihtiyacı ya da ar­zusu değil, verenin imkan ve cömertliğidir. Halkımız,"Az veren candan, çok veren maldan" diyerek bu noktaya işaret etmektedir. "Dostum beni ansın da isterse soğan kabuğu ile ansın" sözü de hadisimizdeki ölçünün kültürümüze yansımasından başka bir şey değildir. Hadiste komşular arası ilişkiler daha çok hanımlarca yürütüldüğü için onların dikkati çe­kilmiştir.
Özellikle mümin hanımların komşularıyla hediyeleşmesi önemlidir. Hediye edilecek şeyin değerli veya değersiz olmasının hiçbir önemi yok­tur. Pişirdikleri yemek son derece sade olsa bile düşünmeden komşuya göndermelidirler. Cömertlik elde olandan yapılır, anlamında hediyenin mutlaka değerli ve pahalı şeylerden olması gerekmez. "Çam sakızı, ço­ban armağanı" atasözü bu manayı ne iyi ifade eder.
Kızgınlık halinde gaflete gelip hediyeyi kabul reddetmek doğru de­ğildir. Fezare oğullarından bir adam Efendimize bir deve hediye etti. Efendimiz de buna karşılık ona hediye verdi. Adam umduğuna kavu-şamaymca bu duruma kızdı. Bunun üzerine Efendimiz minberde "İn­sanlardan biri hediye veriyor, ben de ona yanımda olan şey miktarmca mukabele ediyorum da sonra bu hediyem onu kızdırıyor. Allah'a yemin ederim ki bu yılımdan sonra Arablardan Kureyşli, Medineli, Sakifli ve Devsli olanların dışında başkasından hediye kabul etmeyeceğim" de­mek zorunda kaldı.
Bir bedevi Efendimize genç bir dişi deve hediye etti. Efendimiz de ona böyle develerden altı tane vererek ona mukabelede bulundu. Adam azımsayarak bunlara kızdı. Bu hal Efendimize ulaştı. Efendimiz Allah'a hamd edip bu hadisi ifade buyurdu. Efendimiz zikrettiği bu kabilelerin cömertliklerini bildiği için onlardan hediye kabul etmenin sakıncasının olmadığım ifade etti. Hediye, hediye verilen kimseyi memnun etmek için verilen ve karşılığında gönül rızasından başka bir şey beklenmeyen bir cömertliktir. Hediye karşılığında daha fazla bir şey beklemek veya umduğuna nail olmayınca kızmak kardeşlik duygusu dışında bir çıkar yolu aramak olur ki, bu makbul değildir. Bu şekilde hareket edenlerin hediyesini kabul etmemek yerinde olur. Hele görgü ve edebden mah­rum bulunan bedeviler ayarındaki kimselerden kabul edilecek hediyele­rin sebebiyet vereceği nahoş haller karşısında bu gibilerden hediye ka­bul etmemek en selametli yoldur. Hediye kabul edip de ona mukabele etmemek, cömertlere yakışmayan ve cimrilik ifade eden bir haldir. Sevgi bağlarının güçlendirilmesi için karşılıklı olarak hediyeleşmek lazımdır. Bunun için Efendimiz hediyelere fazlasıyla mukabele eder, muhatabı memnun ederdi.
Sağlam bir kardeşlik ilişkisinin kurulabilmesi için insana takva de­nilen Allah'a saygı duygusunun da olması gerekir. Aksi takdirde İslam kardeşliğinin temeli zayıf olur. Efendimiz bu hususa sık sık vurgu ya­pardı. Zira takva duygusu müminin hayatını anlamlandırır, kardeşlik duygusunu canlandırır. Resul-i Ekrem Efendimiz bir gün yıkanmış bir durumda üzerinde ıslaklık olduğu halde ashabının yanına çıktı. Neşeli ve mutlu görünüyordu. Kendisine bu durumu haber verilince Efendi­miz Allah'a hamdetti. Sonra zenginlikten konuşulmaya başlandı. Bunun üzerine Efendimiz "Allah'd an korkan takva sahibi kimse için zenginlik­te sakınca yoktur. Fakat Allah'dan korkan takva sahibi için sağlık, zen­ginlikten daha hayırlıdır. Nefsin hoşluğu da nimetlerden sayılır" bu­yurdu. Nefsin hoşluğu, insanın zevk ve sürür içinde olmasıdır. Cehalet­ten ve düşük hareketlerden uzak durmak, ilim ve güzel ahlaka sahip olarak yaşamak büyük bir nimettir. Bunlar olgunluğun görtergesidir. Ashab-ı kiram Efendimizin bu halini sezmiş, Efendimiz de bundan do­layı Allah'a hamd etmiştir. Allah'ın ihsan buyurduğu nimetlere karşı hamd etmek ve şükürde bulunmak bir ibadettir ve nimetin çoğalmasına vesiledir. Zira Cenab-ı Hak, "Eğer şükrederseniz, size nimetilerimi artı­rırım" buyurmuştur.
Kardeşliği pekiştiren güzel özelliklerden biri cömert olmaktır. Ser­vetin çok ve malın bol olması takva sahiplerine zarar vermez. Çünkü takva sahipleri mala hakim olmayı, onu Hak yolunda kullanmayı bilir­ler. Dünyaya mahkum olup eşya karşısında ezilmez, kişiliklerini kay­betmezler. Süfli ve nefsani arzuların peşine düşüp rezil rüsvay olmazlar. Varlığa sevinip şımarmaz, mala mülke kanıp azmazlar. Hadlerini sınır­larını bilir, ona göre hareket ederler. Allah'ın emirlerini gözetir, gereğini yerine getirirler. Yasaklarını öğrenir, onlardan sakınırlar. Ama kişi takva sahibi olmadı mı, mal onun elinde zehirli bir yılan gibidir. Önce kendini sonra yanındakini ısırıp zehirler. Bazen bu da yeterli olmaz, öldürür, ocağım söndürür. Adamı azdırdıkça azdırır, taşkınlık yaptırdıkça yaptı­rır. Ne oldum delisi olur. Kötü ortamlara, fena yollara alışmaya başlar. Ahlaki zaaf başladı mı insani yönden de zaafa uğramaya başlar. Haramı helali karıştırmaya, ne var ne yok toplayıp saklamaya kalkar. Yaydan çıkan oku kontrol etmek zorlaştığı gibi böylelerini kontrol altında tut­mak, nasihat edip bir şeyler buyurmak da imkansız hale gelir.
Malı kullanmasını bilen için mal tehlikeli değildir. Ama kullanma­sını bilmeyenler için sürekli bir tehlike riski taşımaktadır. Malın taşıdığı bu tehlike riski ve endişesinden dolayı Efendimiz onlara da şefkat ve merhamet göstererek "Takva sahibi kimseler için vücut sağlığı, zengin­likten daha hayırlıdır" buyurmuştur. Beden ve vücut sağlığı, ibadet ve taata yardımcı olur. Zenginlik tehlikesi, fakirlik endişesi yoktur. Haline razı olmayı öğrenen biri için, ibadet ve taata devam etmek malla uğraş­maktan daha kolaydır. Kısa günlerde oruç tutar, uzun gecelerde kalkar namaz kılar. Böyle bir mümin için beden sağlığı daha hayırlı, daha bere­ketli olur. İbadet ve taat onun manevi coşkusunu, huzur ve sükununu artıracağından kendini daha iyi hisseder. Çünkü iyi bir ortamda, güzel bir atmosferde yaşamaktadır. Malın mülkün verdiği vesveseden, nefsi tahrik eden düşüncelerinden uzaktır.
İnsanın iç dünyası rahat ve huzurlu olduğu zaman, her hali güzel her davranışı yerinde olur. Kardeşlik duyguları daha canlı hale gelir. Sağlam bir karaktere, iyi bir şahsiyete sahip olduğundan toplum içinde liderlik vasfına sahip olur. En sağlam ve en mükemmel insan olarak Efendimiz ahlakta ve görünüşünde insanların en güzeli, insanların en cömerdi ve insanların en cesuru idi. Bir gece Medineliler korkmuşlar, se­sin geldiği tarafa gitmişlerdi. Herkesten önce sesin geldiği yere giden Efendimiz geri dönerek insanları karşıladı ve onlara bir şey olmadığını, onlara korkmamalarını söyledi. Efendimiz üzerinde eğer bulunmayan çıplak bir ata binmişti ve boynunda da kılıç vardı.
Burada Efendimizin üstün özelliklerine, yüksek vasıflarına işaret edilmektedir. Efendimiz hem vücud yapısı bakımından, hem de ahlak bakımından insanların en güzeli idiler. Karşılıksız olarak ihsan ve ik­ramda bulunmakla insanların en cömerdi idiler. İnsanların en cesuru idiler. Bir gece Medine'de düşman sesleri ihtimali ile dehşete kapılan halk hazırlanıp sesin geldiği tarafa toplu halde gitmeye teşebbüs eder­ken, Efendimiz daha önce davranarak sesin geldiği tarafa doğru tek basına gidip, olayı yakından tahkik etmiş, bir şey olmadığını görünce geri dönmüş, yolda karşılaştığı halkı teskin ederek kendilerini rahatlatmıştır. Resul-i Ekrem'in bu davranışı onun ne kadar büyük bir cesarete sahip olduğunu, sağlığı sıhhati yerinde olan takva sahiplerinin insanlara ne kadar faydalı hizmetler gördüğünün açık bir örneğini teşkil etmektedir.
Müslümanm her faydalı işi bir sadakadır. Güler yüzle din kardeşini karşılaması, gönül huzuru içinde kovasından bir miktar suyu, kardeşi­nin kabına boşaltması da güzel davranışlardan, iyiliklerden sayılır. Zi­ra takva sahibi olgun müminler gönül rahatlığıyla başkalarına verir, el­lerindeki imkanları onlarla paylaşırlar. Din kardeşine neşe ve sürür vermeyi bir ibadet bilir, ihtiyacı varsa kendi kabındaki suyu bile onun kabına aktarma keremini gösterirler. Zira onlar hayatın kıymetini bilir, alıp verdikleri her nefesi değerlendirirler. Bütün bunlar da onların amel defterine bir iyilik olarak kaydedilir. Çünkü yaptıkları hayır işidir ve on­lara sadaka sevabmı kazandırır.
Mümin ihtiyaç sahiplerine, çaresiz ve kimsesizlere her zaman ve mekanda yardım eder, onlara destek olur. Allah'a kulluğun, İslam kar­deşliğinin gereğidir. Efendimize hangi amelin daha hayırlı olduğu so­rulduğunda Efendimiz ilk önce Allah'a inanmayı ve onun yolunda cihad etmeyi, ikinci olarak değer bakımından en pahalı köleyi hürriyeti­ne kavuşturmayı söylemiş, bunları yapmaya gücü yetmeyenler için en hayırlı amel olarak da malı helak olana yardım etmeyi veya çalışıp ka­zanamayan zavallı birine iyilik yapmayı tavsiye etmiştir.
İyilik güzel olmakla birlikte yerinde yapılan iyilik daha güzeldir. Karnı tok olan birine ikramda bulunmak bir iyilik olmakla birlikte, karnı aç olan birine ikramda bulunmak daha büyük bir iyiliktir. Çaresiz ve kimsesizlere yapılan iyilikler bu bakımdan büyük önem arzeder. Böyle durumlar insanları birbirine daha çok yaklaştırır. Aralarındaki kaynaş­mayı sevgi ve saygıyı artırır. Din kardeşliğini güçlendirir. Efendimiz her müslümanm sadaka vermesi, başkalarına iyilik yapması gerektiğini söy­lediği zaman ashabdan biri verecek bir şeyi olmayanın ne yapması ge­rektiğini sordu. Efendimiz, kişinin çalışmasını, kendine faydalı olmasını.
sonra da tasaddukta bulunmasını söyledi. Buna gücü yetmeyenin ne yapması gerektiği sorusuna ise Efendimiz "Çaresiz olan muhtaç kimse­ye yardım etsin" şeklinde cevap verdi.
Dünya meşgaleleri içinde başı sıkışmış, çaresiz kalan ihtiyaç sahip­lerine yardım etmenin fazileti büyüktür. İyiliğin her çeşidine sevab vadedilmekle birlikte çaresiz kalan, mazlum ve muhtaç duruma düşen kimselere yardım etmenin ecri daha fazladır. Depremde felakete uğra­yanlara, yangında varını yoğunu kaybedenlere, trafik ve iş kazalarında organlarını yitirenlere acilen yardım etmek, onların imdadına koşmak insana büyük mükafat kazandırır. Gücü yeten her insan sahip olduğu imkanlar çerçevesinde zor durumda olan kardeşlerine yardım etmekle yükümlüdür. Bu görevi gönül huzuru içinde yerine getirenler, başkala­rının dertlerine deva, hastalarına bir nebze olsun şifa olabilenler imanın hazzını yaşamayı hak etmiş kimselerdir. Dünya böylesine takva sahibi gönül insanlarına her zaman ihtiyaç duymaktadır. Dünya onlarla güzel, onlarla yaşanır hale gelir. Onlar sayesinde dertler paylaşılır, yükler aza­lır. Kardeşliğin gereği budur.
Her mümin iyi bir insan olmaya çalışmalı, ahlakını güzelleştirmesi, kendisine güzel haller lütfetmesi için Cenab-ı Hakk'a dua etmelidir. Ni­tekim Resul-i Ekrem Efendimiz "Ey Allahım! Senden sağlık, iffet, ema­net, güzel ahlak ve kadere rıza isterim" şeklinde çokça dua ederdi.
Güzel ahlakın yaşanabilmesi, hayata aktarılabilmesi sağlıklı yaşama­ya bağlıdır. Hayat düzenli bir şekilde devam ederse insan değişik mezi­yetlerini gösterebilir, faziletlerini ortaya koyabilir. Kardeşlik hukukuna dikkat edebilir. Sağlık olmayınca hareket alanı daralır, acziyet baş göste­rir. Kişi kendisiyle uğraşmak zorunda kalırsa başka alanlara el atamaz. Aciz bir kul ne Allah'a ibadet edilebilir, ne de toplum içinde özel ve genel işlerini yapabilir. Üstelik ızdırapla yaşama zor olur. Onun için sağlık, her şeyin başında gelen önemli bir nimettir ve bunu Allah'dan istemek her kulun başlıca dileği olmalıdır. Cihanda bir nefes sıhhat gibi bir nimetin olmayışı da buradan hareketle söylenmiş olmalıdır.
Efendimiz bunların yanında yoksulların gönüllerinin hoş tutulma­sını arzu eder, ashabının da bu konuda dikkatli olmasını isterdi. Nite­kim bir gün Mekke'nin ileri gelenlerinden henüz müslüman olmamış olan Ebu Süfyan, aralarında Selman-ı Farisi, Suheyb-i Rumi ve Bilal-i Habeşi'nin de bulunduğu bir grup müslümanın yarımdan geçti. Onu gö­ren bu müslümanlar Allah'ın kılıcının Allah düşmanmı haklamadığım söylediler. Bunu duyan Ebu Bekir bu sözün Kureyş'in büyüğüne ve efendisine karşı söylenmesine tepki gösterdi. Sonra da Resul-i Ekrem Efendimizin yanma gelerek bu olayı ona anlattı. O zaman Resul-i Ek­rem, "Ebu Bekir, bu sözünle belki de sen onları gücendirdin. Eğer onları gücendirdiysen, rabbini de gücendirdin demektir" buyurdu.
Ebu Bekir hemen o yoksul müslümanlarm yanma gelerek ken­dilerini gücendirip gücendirmediğini sordu. Onlar da kendisine gücen­mediklerini, içinin rahat olmasını söylediler.
Ashabın zayıfları gibi maddi imkanlardan yoksul, fakat kalpleri iman dolu olan iyi insanların gönlünü hoş tutmak ve onları asla gücendirme­mek gerekir. Zira onları gücendiren Allah Teala'yı gücendirmiş olur. Buna dikkat edilmesi gerekir. Nitekim bir defasında müslümanlardan altı kişi­lik bir grup Resul-i Ekrem ile birlikte oturuyorlardı. Bu hali gören müş­rikler Efendimizden onları yamndan defetmesini istediler. Müşriklerin bu teklifi üzerine Resul-i Ekrem'in kalbinden kendisine kırılmayacakla­rından emin olduğu için yanındakileri oradan uzaklaştırma düşüncesi geçti. Bunun üzerine Allah Teala;
"Sabah akşam Rablerinin rızasını dileyerek ona yalvaranları huzu­rundan kovma!" ayetini indirdi. Demek ki Allah Teala bütün benlikle-riyle kendisine bağlanmış olan fakir ve yoksulların gücendirilmesine izin vermemektedir. Kalblerindeki sarsılmaz iman sebebiyle her biri ci­hana bedel bu fakir müslümanları gördükçe Resul-i Ekrem Efendimiz gülümser ve "Merhaba, kendileri yüzünden rabbimin beni azarladığı in­sanlar" diye onların gönüllerini alırdı. Hak Teala da zaten "Yetimi sakın horlama ve dileneni asla kovma!" buyurmuştur.
Müminler arasında din kardeşliğini oluşturabilmenin temel şartla­rından biri de başkasının namus ve iffetine saygı duymaktır. İffetli ve afif yaşamak, onurlu olmanın göstergesidir. İffet, yasak şeylerden ve hoşlanılmayan işlerden korunmuş olmayı Allah'dan dilemektir. Mümin her işinde kendisini günaha düşürecek şeylerden sakınmalıdır. Allah'ın koruduğu kişiyi kimse saptıramaz. Haktan sapmayıp hak yoldan ayrıl­mayan kişi selamet bulur, mutlu olur. Bu bakımdan Allah'dan iffet is­temenin anlamı büyüktür. İffet, hayatın ağır yükünü insanın üzerinden kaldırır, ona yaşama şartlarını daha da kolaylaştırır. Kolaylık ise kişinin müslümanca yaşamasına büyük katkıda bulunur.