www.musluman.biz

10 Mart 2012 Cumartesi

İYİ HAL VE GÜZEL GİDİŞAT

İYİ HAL VE GÜZEL GİDİŞAT
İyi hal ve güzel gidişat insanda aranan en önemli özelliklerdir. Hali iyi olmayan, söz ve davranışlarında güzellik bulunmayan bir insanda hayır yoktur.
Ashab-ı kiram hal bakımından bu ümmetin en iyileri idi. Zira onlar arasında alimler çoktu. Onlar genel anlamda ilmi dünya menfaati için değil Allah için öğrenirler ve öğrendikleriyle de amel ederlerdi. Fazla söz söyleyip insanlara gösteriş yapma ve onları meşgul etme yerine, ila­hi emirleri bizzat kendilerinde uygulamakla meşguldüler.
Bu bakımdan uzun söz ve hitabelere meyletmezler, daha çok kendi namaz ve ibadetle­rini yaparlardı. Kimseye el açıp dilenmek yerine kendi ihtiyaçlarını ken­dileri karşılarlardı. Din konusunda gayretli olduklarından halleri iyi, davranışları güzeldi Ne var ki kısa zaman sonra gerçek alimler azal­ırken söz söyleyen hatipler çoğalmış, dilenciler artarken verenlerin sayı­sı da günden güne azalmıştır. Böyle dini duyguların zayıfladığı dönem­lerde güzel hal ve iyi ahlak sahibi olmak, bir takım dini amelleri yap­maktan daha hayırlı hale gelecektir.
Ibni Mesud bu durumu anlatmak üzere bir gün arkadaşlarına alim­lerin çok, hatiplerinin ve dilencilerinin az, Allah yolunda mal ve­renlerinin çok, bu zamanda amellerin nefisleri idare ettiği, onlara hakim olduğu bir zamanda yaşadıklarını, ama onlardan sonra bir zaman gele­ceğini ki,o zamanda din bilginlerinin az, hatiplerinin ve dilencilerinin çok, vericilerinin az olacağını, o zamanda nefislerin işleri kumanda ede­ceğini, ahir zamanda iyi hal ve güzel ahlakın bir kısım ibadetten daha hayırlı olacağını söylemiştir.
îbni Mesud, hem Efendimizin devri olan asr-ı saadeti, hem de bundan sonra gelen ve ikinci derecede ümmetin hayırlısı olan tabiin devrini yaşamış, her iki devri mukayese ederek ge­lecek zamandaki ümmetlerin ahvaline dair bir netice çıkarmıştır.
Güzel ahlak, iyi hal ve güzel gidişatı doğurur. Bunlar her zaman için Allah katında makbul olan, sahibini selamete çıkaran amellerdir. Efendimiz bu konuda;
"Dürüst gidişat güzel görünüş ve bütün işlerde ölçülü hareket, nü­büvvetin yirmibeş cüzünden bir cüzdür buyurmuştur. Sahabi Ebu't-Tufeyle Efendimizi görüp görmediği sorulduğunda gördüğünü söyle­miş, yeryüzünde onu görenlerden kendisinden başka hayatta kalan kimseyi bilmediğini belirtmiş, onun beyaz tenli ve güler yüzlü, her ba­kımdan ölçülü olduğunu haber vermiştir. Güzel görünüm ve güler yüzle birlikte her işte tutarlı ve ölçülü olmak Efendimizin en önemli özellikleri arasındadır. Bunlar güzel ahlakın en önemli göstergelerindendir. İslam baştan sona güzel görünüm ve güzel ahlaktan ibarettir.
Hadiste geçen hedy-i salih, dürüst ve dosdoğru gidişat ki/ insanın güzel ahlaka ve iyi huylara sahip olması demektir. Semt-i salih de görü­nüşte düzgün ve güleryüzlü olmaktır ki insanın dış yapısı ile ilgili hal­lerdir. Her ikisi, yani iç ve dış güzelliği insanın ahlak yönünden olgun­luğunu tamamlarlar.
İktisad demek olan tutarlı ve dengeli olmak da bir şeyi tam kararın­da ve ölçüsünde yapmaktır. Sayılan bu vasıflar başta peygamberlerde bulunan hallerdir. Bu vasıfların dışında daha pek çok kemal vasıfları vardır. İnsanlardan her kim böyle güzel vasıflara sahip olursa, Allah ona takva elbisesini giydirmiş, insanların hürmet ve ikramını kazanmıştır. Bir de bu Özellikler peygamberlere mahsus olan güzel vasıflardır.
Bunla­ra uymak ve bunları kazanmak gerekir. Bu güzel huylara insanları teş­vik etmek için Efendimiz benzer bir hadiste yine dürüst gidişat, güzel bir görünüş ve bütün işlerde ölçülü hareket etmenin nübüvvetin yetmiş Cüzünden bîr cüz olduğunu ifade buyurmuştur.
Güzel hale sahip olabilmenin en önemli yollarından biri de olaylar­dan iyi ders çıkarmak, tecrübe sahibi olmaktır. İnsan hatalara düşmekle, bazı işlerde yanılmakla ve fırsatları kaçırmakla birçok tecrübe kazanır. Ba­şına gelen bu tür olaylardan ibretler alır. Bir daha bu gibi durumlara düşmemek için kendini hazırlar ve olaylardan ders alarak tecrübe kaza­nır.
Kendilerini böyle kontrol altına ahp hallerini düzeltenler güzel ve yumuşak ahlaka sahip olurlar. Bu ahlak ancak ibretli tecrübelerle meyda­na gelir. Bir gün Muaviye oturduğu yerde kendi kendine bir şeyler söy­lendi Sonra kendine gelerek insanın düşüp de tecrübe kazanmadıkça gü­zel huylu olamayacağım söyledi, bu sözü üç defa tekrar etti. Ebu Said de sürçen kimsenin ancak güzel ahlak sahibi olabileceğini, hikmet sahibi­nin de ancak tecrübe gören kimselerden olacağını söylerdi.
Uyanık ve tedbirli insana hakim, yani hikmet sahibi kimse denir. Dünya işlerini ve olaylarını iyi tecrübe edip de onların fayda ve zararla­rını iyi bilen kimseler, gelişi güzel hareket etmezler. Yaptıkları işlerde bir hikmet gözetirler. Dünyaya geliş amacını anlamak, hayatı anlamak ve sorumluluklanna sahip çıkmak için insanoğlunun bir tecrübe zama­nına ihtiyacı vardır. Bu zamanın azami sının altmış yıldır. Daha kısa sü­relerde de insan tecrübe imkanı bulur ve kendisine göre bir yaşayış tarzı benimser ve bunun hesabını vermeye de razı olur. Çok zor durumda ka­lındığı zaman, dindar ve aklı başında kimselere danışmak, onların görüş ve tecrübelerinden faydalanmalıdır.
Fazilet ve tecrübe sahibi kimselerin tavsiyelerini dinlemek daima iyidir. Nefis kendi başına bırakılırsa, geri­sini düşünmeden hoşuna giden şeylerin peşine düşer. Bu gidişin duygu­sallığı kızın kendi gönlüne bırakılırsa ya davulcuya ya da zurnacıya va­racağı sözüyle pek güzel belirtilmiştir.
Görünüşe aldanmamak gerektiği de zehirin teneke kupayla sunulmayacağı atasözüyle ifade edilmiştir. Duyguları akıl, tecrübe ve vahyin ışığında uyarmak, ciddi ve meşru işle­re yönlendirmek gerekmektedir. Zira gerçek ve sürekli mutluluk yani cennet böyle bir mücahede ile kazanılabilecektir.
Bu zamanın sınırı, az veya çok oluşu konusunda bazı rakamlar ve­rilmiştir. Nitekim Efendimiz bu hususta Allah Teala'mn altmış yıl ömür verdiği kişinin mazeret göstermesini kabul etmeyeceğini beyan buyur­muştur. "Kul, kusursuz olmaz" denilmiştir. Kusurların telafi yolları gösterilmiş, tevbe imkanının herkes için sonuna kadar açık olduğu bildi­rilmiştir. Yani insanoğluna yanlışlarım düzeltme yetenek ve imkanı verilmiştir. Buna yetecek kadar bir ömür de ihsan edilince, öteki dünyada artık Özür beyan etme, bir kere daha hayata döndürülmeyi isteme hakkı bırakılmamış olmaktadır.
Gençlik ve acemilik yıllarının ihmalleri, hiç değilse yaşlılık döneminde telafi edilmelidir. Dünya ile ilginin zayıfladı­ğı ihtiyarlık döneminde, hayır ve iyilikleri arttırmak, kulluk gayretlerine hız vermek ve böylece son anda olsun bir şeyler elde etmeye çalışmak, her aklı başında insanın yapması gerekli bir atılımdır. Üstelik böyle bir tavır, teşvik de edilmiştir.                                                                    
Hadis altmış yıl yaşamamış olanların ahirette mazeret ileri sürme haklarının olduğu anlamına asla gelmez. İyiyi kötüyü tecrübe edip tanı­yacak kadar yaşamış olan herkes, mazeretini dünyada ileri sürecek ve kusurlarım orada telafi edecektir. Artık onlar için ahirette mazeret beyan etme imkanı yoktur. Ama nihayet altmış yıl yaşamış olan birinin hiç mi hiç böyle bir şeyi aklından geçirmemesi lazımdır. Altmış yıl, herşeyi yer­li yerine koymak için yeterli bir zaman ve imkandır.
İyi hal ve güzel bir gidişata sahip olabilmek için hilim denilen yu­muşak huya sahip olmak gerekir. Halim, hilim sahibi demektir. Hilim de insanda yavaş hareket etmek, ağırbaşlılık, teenni ile davranmak, ceza vermede acele etmemek gibi manalara gelir. Hilim sahibi insanlar da ha­tadan uzak değildirler. Efendimiz "Halim olan zelle, hakim olan tecrübe sahibidir" buyurmuştur.                                                                     
Hadis, halim kimselerin de zelleden yani hatadan, kusurdan, yanlış adım atmaktan uzak olmadığını ifade etmektedir. Bazı alimler hadisin, kamil manada halimin ancak zelle hata yapan kimsenin olabileceği ma­nasını taşıdığına dikkat çekmişler, çünkü hata yapıp bundan dolayı mahcup olan insanın affa mazhar oldu mu, ancak o zaman affetmenin nasıl bir yücelik olduğunu anlayacağını, başkası bir kusur işlerse o za­man onlara hilimle davranacağım söylemişlerdir.
Keza hadis, hakim ki­şinin de gerek nefsine, gerekse başkasına karşı tecrübe sahibi olduğunu ifade eder. Ancak burada da hadisin kamil manada hakim kişinin, hadi­seleri tecrübe edenler, faydalı ve zararlıları tecrübe edenler arasında bu­lunacağı manasını taşıdığına dikkat çekilmiştir.
İnsanın iyi hale sahip olabilmesinin en önemli etkenlerinden biri de aklını iyi kullanmasıdır. Her faziletin bir esası ve her edebin de bir kay­nağı vardır. Faziletlerin esası ve edeblerin kaynağı akıldır, Allah, dini onun olgunlaşmasına vesile kılmış, dünyayı da onun yönetimine bağ­lamıştır, insanın aklı kemal çağma erince., sorumluluk başlar.
Dünya iş­leri de böyle bir aklın idaresi alanda gelişir. İnsanların birbirinden farklı ve değişik gaye ve düşünceleri olmakla beraber, onian akıl sebebiyle birbirlerine yaklaştırıp birleştirmiştir. Öyle ise akıl, sorumluluğun başı ve faziletlerin en üstünüdür. Akıl, din ve dünya için esastır. Nitekim her şeyin bir temeli olduğu gibi, insanın işlerinin temeli de aklıdır.
İnsan aklı ölçüsünde yaratanına kulluk eder. Kafirler işitse veya bilseler cehennem ehlinden olmayacaklarını söylerler. İnsan, kendini hidayete ulaştıracak, kötülüklerden alıkoyacak akla denk bir nimete sahip olmamıştır. Olayla­rın içyüzü akılla bilinir, iyi ile körü arası akıl sayesinde ayırt edilir.
Akıl iki kısma ayrılır. Biri insanın doğuştan getirdiği akıldır ki, in­sanın kendi varlığını bilmesi, iki zıddın aynı anda bir arada olamayışını kavraması gibi, ikincisi de sonradan kazanılan akıl ki, bu çeşit akıl beş duygu sayesinde elde edilir. Görmekle, işitmekle, tadmakla, koklamakla ve dokunmakla çeşidi bilgiler kazanılmış olur.
İyi halini, güzel gidişatım kaybeden insanlara yapılması gereken bazı şeyler vardır, iyi halini kaybeden dostun hatası ya dine göre günah işle­mesi, ya da dostu hakkında kusurlu davranması şeklinde olur. Birinci du­rumda ona nasihat etmek lazımdır. Fakat buna rağmen ısrarlı davranırsa o durumda başka şeyler yapmak gerekir. Önce ona nasihat ve öğüt veril­meli, yaptığı işin yanlış olduğu hatırlatılmalıdır.
Uzun süren çabalardan sonra nasihat ve öğüdün fayda vermediği, adamın yanlıştan dönme niye­tinin olmadığı anlaşılırsa artık yapılacak fazla bir şey yoktur. Arkasından hakka dönmesi için dua edilir. Çok zaruri bir durum olmadıkça o kişi dost olmaktan çıktığı için kendi haline bırakılır.
Nitekim Ebu Zer dostun iyi halini terk etmesi durumunda onun da terk edilebileceğini, önce onun Allah için sevildiği gibi, şimdi de ona Allah için buğzetmek gerektiğini söylerken bu duruma işaret etmiştir.
Ancak Ebu Zer'in görüşünde olanlar bulunduğu gibi, bunun aksini söyleyenler de vardır. Bunlara göre, dost bir günah işledi diye hemen onu terk etmek doğru değüdir. Çünkü, müslümanın günahtan dönüp tevbe etmesinden ümit kesilmez.
Bu itibarla, o bir gün mutlaka dönüş yapar. O halde, bu dönüş süresini kısaltmak İçin onun yanında olmak ve kendisine yardımda bulunmak lazımdır. Bu durum, tıpkı iki arkadasın bir yolda giderken, onlardan birinin dikkatsiz­lik yüzünden çamura düşmesi gibidir. Böyle bir olayın vukuunda arkada­şının onu çamurda bırakıp gitmemesi ve kendisini düştüğü yerden kurtarması gerektiği gibi burada da yapılması gereken odur.
Dostluk kara gün içindir. Bir insanın günahların pençesine düşmesi de kara, hem de kapkara bir gündür. Günahların karanlık çukuruna yu­varlanan bir insanın dosttan kendisine uzatılan ele ve yansıtılan ışığa şiddetle ihtiyacı vardır. Bu el ve ışık ona nasihat etmek ve iradesini kuv­vetlendirici şeyler söylemektir. Rivayete göre, ashab-ı kiramdan birinin bir dostu vardı.
O zat, daha sonra Şam'a gidip yerleşti ve içine düştüğü kötü çevrenin etkisi ile içkiye alıştı. Medine'de ikamet eden şahabı. Şam'dan gelen bir adamdan dostunun ne halde olduğunu sorduğunda onun içki içmeye başladığını öğrendi.
Sahabi, beklemediği bu haber kar­şısında çok üzüldü. Şam'dan gelen adama geri dönmeden önce kendisi­ne uğramasını tenbih etti. Adam dönüş vaktinde sahabiye uğradı. Sahabi dostuna vermesi için adama bir mektup verdi. Mektuba bir ayet­le başlanmıştı.
Allah Teala'nın günahları bağışladığı, tevbeleri kabul et­tiği ve azabının şiddetli olduğu belirtiliyordu. Ardından Şam'daki içki içen adam dostunun bu mektubunu okuyunca teessüründen ağladı ve bu dost nasihatinden etkilenerek tevbe etti.                                       
Yine vaktiyle iki dosttan birisi doğru yolundan ayrılınca tanıyanlar tarafından onun dostuna, artık onu terk etmesi gerektiği söylendi. Fakat dostu asıl şimdi ona sahip çıkması lazım geldiğini söyledi. Bu şekildeki yaklaşım tarzı daha doğrudur.
Çünkü, istikameti kaybetmiş bir dostu terk etmek, onun düzelmesine değil, daha çok bozulmasına yol açar. Halbuki bir doktor gibi, onu sabırla tedavi etmeye çalışmak, çoğunlukla iyileşmesini sağlar. Ona bu suretle gösterilen şefkat ve vefakarlık ile göz­leri önünde sergilenen takva ve Allah'a itaat örnekleri onu silkeleyip kendisine getirir.
Nitekim adamın biri amel ve taatta gevşeklik hissettik­çe, Muhammed ibni Vasî'e baktığını, onun ciddiyeti, dinçliği ve neşesi­nin kendisini etkilediğini, ona güç ve kuvvet kazandırdığını söylemiştir.
Hasan İbni Ebi Sinan'a halinin nasıl olduğunu sorduklarında Hasan ölecek, sonra dirilip hesap verecek bir faninin halinin nasıl olacağını söy­ledi. Bir insanın hali sorulunca bunda samimi olmak lazımdır. Aksi hal­de soran kişi iki yüzlü ve riyakar olur. Samimi olmanın şartı ise, o insa­nın iyi halde olmasına sevinip Allah Teala'ya şükretmek, kötü halde ol­masına üzülüp ona dua etmek ve bir şeye muhtaç durumda ise, ona yardım etmektir.
Dostlar zaman zaman birbirlerini arayıp sormalı, hal ve durumunun ne olduğunu öğrenmelidir. Zira insanların hali sürekli değişir. Üzüntü ve sıkıntılar, acı ve ızdıraplar yakasını bırakmaz. İbni Şirin bir gün karşılaştı­ğı bir adamın halini sordu. Adam, beş yüz dirhem borcu olduğunu, evin­de de çoluk çocuğunun yiyebileceği bir şey bulunmadığını söyledi.
Bu­nun üzerine ibni Sirin eve gitti, bütün mal varlığı olan bin dirhemi getirip adama verdi ve ona bundan beş yüzünü borcuna vermesini, kalan beş yüzünü de çoluk çocuğunun nafakası için harcamasını söyledi. Bu şekilde davrananların kulun kardeşinin yardımında bulunduğu sürece Allah'ın da kuluna yardım edeceği hadisinin müjdesine nail olacaklarında hiç şüphe yoktur.
insan, hayatında küçük veya büyük çeşitli sıkmalarla karşılaşabilir, insanı üzen, hüzünlendiren her şey bir sıkıntıdır. Sıkıntıları gidermede de müslümanlar birbirlerinin yardımcılarıdırlar. Tıpkı ihtiyaç­ları gidermede olduğu gibi, bu konuda da Allah'ın mükafatına nail olur­lar. Bu mükafat, Allah'dan başka hiçbir dost ve yardımcının olmayacağı kıyamet gününde Onun yardımını hak etmiş olmaktır, inanan insan için bundan büyük bir saadet düşünülemez.
Çünkü o günde herkesin Allah'ın sonsuz merhametine ihtiyacı olacaktır. Dünyada hayırlı ameller işleyen­ler, kıyamet gününde karşılığını mutlaka göreceklerdir.
Hayırlı amellere, iyi hallere sahip olmak müminler için çok önemli­dir. Hayırlı amellerden, iyi hallerden biri de insanların ayıp ve kusurlarını örtmektir. Bir müslumanın ayıbını ve kusurunu örtmek, ihtiyaç içinde ise bedenini örtmek, yani onu giydirmek, Allah kafanda büyük sevaplardan­dır.
Müslümanın bir suçunu veya hatasını örtbas etmek, ona usulüne uy­gun tarzda, mümkün olduğunca gizlice nasihatta bulunmaya, kendisini ikaz etmeye mani değildir. Zaten bu hüküm açıktan ve herkesin arasında suç işlemeyenlerle alakalıdır.
Günahı ve suçu aleniyapanlar, fasık ve fecirler bu hükmün dışında kalır. Çünkü böylelerin suçunu ve günahını söylemek, haram olan gıybet cinsinden sayılmaz. İmam Nevevi, kusurla­rının örtbas edilmesi gerekenlerin, körülükleriyie meşhur olmayan iyi hal sahipleri olduğunu söyler. Fasık ve facir olanlann ise, kötülüklerinden korkulmazsa, ulu'l-emre, İslam devletinin yöneticilerine şikayet edilmesi­nin müstehap olduğunu söyler. Böylelerinin suçunu örtbas etmek, onları daha çok cesaretlendirir ve kötülüklerini artırmaya sebep olur.
Bu hü­kümler, olup bitmiş bir suçla ilgilidir. İşlenmekte olan bir suçu gören kim­senin, eğer gücü yetiyorsa ona engel olması gerekir.
Müminler iyi hallere sahip olmaya çalışmalıdır. Nitekim Hak Teala bu hususta "Yarışanlar bu konuda yarışsınlar" buyurmuştur.
Bu ayetten Önceki ayetlerde, iyi kimselerin ahirette en yüksek derece ve makamları elde edecekleri belirtilmekte, orada sayısız nimetler içinde yaşayacakları, tahtlar üzerinde oturup etrafı seyredecekleri, sahip olduk­ları bahtiyarlığın yüzlerinden okunacağı, onlara ağızlan güzel kokularla mühürlenmiş sürahiler içinde saf şerbetler sunulacağı tasvir edilmekte, sonra da -yukarıdaki ayetle- yarış edilecek hususlar işte bunlardır; bu gö­rülmemiş nimetleri elde etmek için yarışın denmektedir. Ayette sözü edi­len yarış, münafese, başkalarının iyi haline imrenip onlar gibi olmaya, hatta daha ileri gitmeye çalışmak demektir.
Bunun haset ile ilgisi yoktur. Çünkü hasette, başkasının elindeki nimetin yok olmasını isteme, yok olunca da sevinme hali vardır. Burada kendisinden bahsedilen yarışçının ise öyle kötü bir düşüncesi yoktur. O kemale aşık olduğu için en mü­kemmele ulaşılmasını ister. En iyiye, en güzele gidenleri takdir etmek ve onlara hayranlık duymakla beraber, iyilikte herkesi geçmeyi arzu eder.
İyi hale sahip olabilmek için kötülüklerle mücadele etmek gerekir. Zira insanlar zalimi görüp de onun zulmüne engel olmazlarsa, Allah Teala hepsine birlikte ceza verir. Bir insan iyi hallere sahip olabilmek için bazı özellikler için de dua etmelidir. Resul-i Ekrem bir bedeviye, "Allahümmağfirli verhamni vehdini verzukni: Allahım, beni bağışla, bana merhamet et, rızanı kazandıracak işler yaptır ve bana hayırlı rızık ver, de" buyurdu. Bedevi denen ve çölde yaşayan bu insanlann arasında bazı zeki kimseler zaman zaman Efendimize gelerek yerinde ve isabetli sorular sorarlardı.
Efendimiz bedeviye ilk önce derin manalarla dolu üzerinde önemle düşünülmesi gereken, her zaman tekrarlanıp du­rulan la havle vela kuvvete illa billah; Günahtan kaçacak güç ibadet edecek kuvvet ancak Allah'ın yardımıyla kazanılabilir" demesini tavsiye buyurdu. Bu veda cümle insanın aczini bütün açıklığı ile ortaya koy­maktadır.
Allah'ın izni ve yardımı olmadan parmağını bile oynatmaya güç yetiremeyecek insanoğlu, yine Onun lutfu ve yardımı sayesinde gü­nahlardan korunabilmekte, rabbine ibadet edecek gücü ve kuvveti ken­dinde bulabilecektir.
Bu zikrin Cenab-ı Hakk'ın ezeli ve ebedi sıfatlarını pek güzel dile ge­tirdiğini, onun şanını yücelttiğini gören bedevi, bir de kendisine dini ve dünyası için faydalı olacak bir dua öğrenmek istedi. Bunun üzerine Resul-i Ekrem, yeni müslüman olanlara öğrettiği çok kısa, fakat pek muhtevalı bir niyazı ona da öğretti.
Demek ki bu bedevi de yeni Müslüman olmuş biriy­di "Allahümmağfirli verhamni vehdini verzukni" diyen bir kimse hem dünyası hem de ahireti için güzel dileklerde bulunmakta ve alemlerin rab­bine şöyle yalvarmaktadır. Allahım, günahlarımı büsbütün silerek beni ba­ğışla; içinde bulunduğum her durumda sana itaat etme imkanını lütfetmek suretiyle bana merhamet et; nzanı kazanmamı sağlayacak güzel halleri elde etmemi ve değerli işler yapmamı sağla; bana helal rızık nasip et
İyi hale sahip olabilmenin şartlarından bir diğeri iyi insanlarla bir­likte olmaktır, insanlar, altın ve gümüş madenleri gibidir. İslam öncesi dönemde hayırlı olanlar, İslam döneminde de İslam'ı kavramak kaydıy­la hayırlıdırlar. Ruhlar, askeri birlikler gibidir. Birbirleriyle tanışan ruh­lar, birbirleriyle kaynaşırlar, tanışmayanlar da ayrılığa düşerler.
Ömer ve Üveys gibi İslam öncesi dönemde de İslam sonrası dönemde de değerli olan insanları sevmek, onların hatıralarını yadetmek gönüllere huzur verir. Onlarla dost olmak hayatlarında kendileriyle görüşmek, sohbetlerinde bulunmak suretiyle olur. Vefatlarında sonra ise onların hayat hikayelerini okumak, güzel hallerini yadetmek ve onlara kalben bağlılık göstermek suretiyle bu berekte nail olunur.
İyi dost edinmek insana pek çok kazandırır. Efendimizin ifadesiyle iyi ve kötü arkadaşın hali, güzel koku satanla körük çekenin haline benzer. Misk satan, insana güzel kokusundan bir miktar meccanen verir ve­ya insan ondan satın alır. Ya da hiç değilse onunla beraber olduğu süre­ce güzel koku koklamış olur. Körük çeken kimse ise, ya insanın elbisesi­ni yakar ya da en azından körüğün kötü kokusundan rahatsız olur. Bunun için Efendimiz her zaman iyi insanlarla birlikte olmayı emretmiş, bu konuda;
"insan, dostunun yaşayış tarzından etkilenir. O halde her biriniz dost edineceği kişiye dikkat etsin!" ve "Müminden başkasını dost tut­ma, yemeğini müttakilerden başkasına tattırma!" buyurmuştur.
Aile hayatını kurarken de saliha ve iyi bir eş seçimine dikkat edil­mesini tavsiye etmiş, kadınla malı, soyu, güzelliği ve dindarlığı gibi dört temel Özelliğinden biri sebebiyle evlenileceğim, bunlar arasında dindar olan kadının seçilmesini özellikle tavsiye etmiştir. Hayat güzel insan­larla güzeldir. Onlarla birlikte olmanın yollan aranmalıdır.
Nitekim be­devinin birinin Resul-i Ekrem'e kıyametin ne zaman kopacağını sorması üzerine Efendimiz de ona kıyamete ne hazırladığını sordu. Adamın kı­yamet için öyle pek fazla oruç, namaz ve sadaka hazırlamış olmadığım, ancak kendisinin Allah'ı ve peygamberini sevdiğini söyledi. Bunun üze­rine Efendimiz ona "O halde sen sevdiğinle berabersin" buyurdu. Yine kendisine bir topluluğu seven fakat onların işlediği amelleri işleyeme-yen bir insan hakkında ne buyurduğunu soran birine de aynı şekilde ce­vap verdi ve kişinin sevdiği ile beraber olduğunu söyledi.
Bir topluluğu sevdiği halde onların seviyesine erişemeyen kişinin niyeti sebebiyle sevdiği ile beraber olması büyük bir müjdedir. Bu müj­deye nail olabilmek için her müminin Allah dostlarını sevmesi, onlara muhabbet beslemesi gerekir.
Çocukların iyi hallere sahip olabilmeleri aile ocağındaki terbiyeye bağlıdır. Baba evin direğidir. O sağlam olduğu ve dik durduğu sürece ailenin diğer fertleri de onun bu güzel hallerinden etkilenir. Baba bu bakımdan çoluk çocuğunu iyi yetiştirmek zorundadır. Hak Teala mümin­lere kendilerini ve aile bireylerini ateşten korumalarını emir buyurarak aile reisinin görevine işaret buyurmuştur.
Aile reisi ev halkına Allah'dan korkmalarını ve onun emirlerine uy­malarını, yasaklarından kaçınmalarını tavsiye etmelidir. Çocukların sağ­lam ve dürüst bir kişilik kazanmaları için gayret sarfetmeli bu uğurda her turlu zorluğa göğüs germelidir. Onlan İslam ahlakı üzere yetiştirmeye özen göstermen, ince ve zarif konular üzerinde durarak edep kuralları öğ­retmelidir.
Özellikle haram helal konularına dikkat etmeli, çocuğa nerede nasıl davranması gerektiğini öğretmelidir. Efendimiz bir aile reisi sıfatıyla son derece şefkatli ve merhametli olmasına rağmen dini sınırlar konu­sunda titiz davranır, bu hususlarda müsahama göstermezdi. Nitekim bir gün çocuk yaşlarda olan torunu Hasan sadaka edilen hurmalardan birini alıp ağzına atmıştı. Bunu gören Resul-i Ekrem "At onu, bizim sadaka ye­mediğimizi bilmiyor musun?" buyurdu. Torununun bir hurma bile olsa eline aldığı o hurmayı yemesine izin vermedi.
Efendimiz başta kendi aile bireyleri olmak üzere hep iyi şeyleri em­retti. Onları iyi birer mümin olabilmeleri için eğitti. Ashabım da aynı şe­kilde kişilikli ve onurlu bir müslüman olmaları konusunda yetiştirdi. Onlar böylece güzel hallere, iyi kişiliklere sahip oldular.
Allah için ver­menin, din kardeşini kendi nefsine tercih etmenin tarihteki en güzel ör­neklerini Medineli müslümanlar verdi. Kendilerine yardımcı ve destekçi anlamında ensar denilen bu insanlar Mekkeli muhacirlere kucaklarını açmışlar, onları tam anlamıyla bağırlarına basmışlardır.
Kur'an'da insanın bu güzel haline işaret edilmiş, Medine'ye yerleşen bu müminle­rin kendilerine göç edip gelenleri sevdikleri, onlara verilenlerden dolayı göğüslerinde bir kıskançlık meyli duymadıkları, kendileri ihtiyaç içinde olsalar dahi, onları kendi canlarına tercih ettikleri belirtilmiştir. Hak Teala ensarın yaptığı gibi düşküne, yetime ve esire seve seve yemek ye­diren bunun karşılığında hiçbir teşekkür beklemeyen kullarım sever.
Ensann güzel halleri yalnız bunlarla sınırlı değildir. Yine bir gün adamın biri Resul-i Ekrem Efendimize gelerek aç olduğunu söyledi. Efendimiz hanımlarından birine haber salarak yiyecek bir şey gönder­mesini istedi. Hanımı evde sudan başka bir şey olmadığını belirtti.
Efendimiz bir başka hanımından yiyecek bir şeyler istedi. O da aynı ce­vabı verdi. Resul-i Ekrem'in diğer hanımları da evlerinde sudan başka bir şeyin bulunmadığını ifade ettiler. Bunun üzerine Efendimiz ashabına dönerek gece bu şahsı kimin misafir etmek istediğini sordu.
Ensardan biri kendisinin misafir edebileceğini söyleyerek o yoksulu alıp evine götürdü. Eve varınca karısına evde yiyecek bir şey olup ol­madığını sordu. Hanımı sadece evdeki çocukların yiyeceği kadar bir şey bulunduğunu söyledi. Sahabi hanımına çocukları oyalamasını, sofraya gelmek isterlerse onları uyutmasını, misafirleri içeri girince lambayı söndürmesini, sofrada kendilerinin de yiyormuş gibi yapmalarım tenbih etti. Sofraya oturdular. Misafir kamını doyurdu, onlar da aç yattılar. Sa­bahleyin o sahabi Efendimizin yanına geldi Onu gören Resul-i Ekrem Efendimiz "Bu gece misafirinize yaptıklarınızdan Allah Teala memnun oldu' buyurdu .
Ensardan olan bu sahabinin misafirine karşı gösterdiği bu olgunluk örneği burun müminlere bir ibret dersi olacak niteliktedir, insanın baş­kasın kendisine tercih etmesi hele zor ve çaresiz durumlarda bunu yapması sıradan bir şey değildîr. Bu durum ancak ustun iman sahipleri­ne nasip olan bir meziyettir.

Resul-i Ekrem Efendimiz paylaşmayı ashabına da tavsiye ederdi. Bir sefer sırasında devesine binmiş bir adam çıkageldi. Bir şeyler uma­rak sağa sola bakınmaya başladı. Bunun üzerine Resul-i Ekrem "Yanında ihtiyacından fazla binek hayvanı olanlar, olmayanlara versinler. Fazla azığı olanlar, azığı olmayanlara versinler" buyurarak ashabını bu konu­da duyarlı olmaya çağırdı. Sahabiler de bundan kimsenin ihtiyacından fazla bir şey bulundurmaya hakkı olmadığım, başkalarına vermeleri ge­rektiğini anladılar.
Efendimiz herhangi bir gazada azıkları tükenmeye yüz tutan veya Medine'de ailelerinin yiyeceği azaldığı zaman, yanlarında ne varsa geti­rip bir yaygıya döken sonra da bunu bir kapla aralarında eşit olarak paylaşan Eş'ariler'in bu güzel ve örnek davranışlarını takdirle karşıladı ve onlar hakkında;
"Eş'ariler bendendir, ben de onlardanım" buyurdu. Bu gibi du­rumlarda gıdanın az olduğunu düşünerek cimrilik yapılmamalıdır. Ni­meti veren, onu bereketlendirip çoğaltan Allah'tır. Efendimizin ifadesine göre bir kişinin yiyeceği iki kişiye, iki kişinin yiyeceği dört kişiye, dört kişinin yiyeceği ise sekiz kişiye yeter.
İyi hale sahip olabilmek için ölçülü hareket etmek gerekir. Efendi­miz, varlıklı bir kimsenin malım hibe ve vasiyet ederken ölçülü dav­ranmasını tavsiye etmektedir. Zengin bir kimsenin bütün malım fakir fukaraya dağıtması, ilk bakışta cazip ve imrenilecek bir davranış gibi gö­rülebilir.
Fakat bir aile servetinin tamamen elden çıkmasına yol açan bu aşırılık, mirasa muhtaç olan birçok kimsenin zor durumda kalmasına sebep olabilir. İşte bunun için güzel dinimiz mirasçının elini tutmuş, ona en uygun davranışı tavsiye etmiş, geride kalanları düşünmeyi, onları kimseye muhtaç etmemeyi öğütlemiştir.
Çok kazanma duygusu ölçülü olduğu, inşam yaratılış gayesinden uzaklaştırmada sürece faydalı olabilir. Zira çok kazanan bir müslümanın, elde ettiği servetle daha çok hayır ve iyilik yapması arzu edilir.
İslamiyet'in verilmesini  emrettiği zekat ve  sadakayı verebilmek, Allah yolunda sarfedilmesini istediği harcamaları yapabilmek için zengin olmak lazımdır. Zengin olabilmek için de, insanda çok kazanma arzusu bulunmalıdır. Ama gönüldeki bu çok kazanma duygusu ona ahiret hayatını unutturuyorsa, dünya sevgisi onu esir alarak bütün gönlüne el koyuyorsa, o takdirde bu duygu son derecede tehlikeli bir hale gelmiş demektir.                           
Allah'ın emirlerini yerine getirmek ve ibadetlerde ölçülü davran­mak gerekir. Allah'a kulluğun ve ona İbadetin bir sınırı ve sonu yoktur, insan ibadet etmekten bitkin düşebilir; bıkıp usanabilir. Fakat Allah Tea-la o kula ecir ve sevap vermekten bıkıp usanmaz.
Efendimiz özellikle bunu belirterek, ölçülü davranmayı öğütlemişlerdir. Çünkü, ölçüyü ka­çıranlar, zamanla güç ve kuvvetten düşüp ibadetlerine devam edemeyebilirler. Oysa, az da olsa devamlı yapılan ibadetlerin ecir ve sevabı da devamlı olup kesilmez.
Zaman zaman terkedilen çok ibadetten, devamlı yapılan az ibadet daha faziletli sayılmıştır. Her işte olduğu gibi, ibadet­lerde de itidal, Ölçülü davranma teşvik edilmiştir. Efendimiz din konu­sunda aşırı davrananlara izin vermemiş, onları ölçülü olmaya davet et­miştir.
İslam orta yolu takip etmeyi ve ölçülü olmayı tavsiye eder. Sözde, işte ve davranışlarda ileri gitmek, haddi aşmak dinimizde yasaklanmış­tır. Aşırılıklarda hayır ve fayda yoktur. Nitekim Efendimiz bu hususta;
"Söz ve davranışlarında ileri gidip haddi aşanlar helak oldular" bu­yurmuş, bu sözü üç defa tekrarlamıştır.
Resul-i Ekrem, önemli gördüğü bir konuyu, yasaklanan veya uygun olmayan bir davranışı, çoğu kere tekrar tekrar anlatır, böylece dinleyen­lerin o konuya dikkatini çekerdi. Söz olarak kısa, fakat mana ve mahiyeti geniş olan bu hadiste de öyle yapmıştır.
İyi bir müsiüman, ölçülü ve dengeli bir insan, her türlü davranışında, işinde ve sözünde haddi aşmaktan, taşkınlık yapmaktan sakınır. Bu pren­siplere uymayanlar, dünyada birtakım bela ve musibetlere uğrar, ahirette de cezavı hak ederler.
Bövle kimseler, başka insanlar tarafından sevilmez­ler. Kendilerinden uzak durulmak istenen kişiler konumuna düşerler. Müslüman asla zillete düşmeyen, daima izzetli olan kimsedir. Bütün bun-lan sağlamanın yolu, itidali elden bırakmamak ve ölçülü olmaktır, işte Efendimizin ferde ve topluma kazandırmayı hedeflediği ölçü budur.
En iyi hale, en güzel ahlaka sahip olan Resul-i Ekrem Efendimiz gülmesine varıncaya kadar her hareketi ölçülüydü. Her hareketinde ilahiterbiyenin izleri farkedilirdi. Yüzünden tebessüm hiç eksik olmadı­ğı, hatta bir sahabinin dediği gibi insanların en çok tebessüm edeni ol­duğu halde, hiçbir zaman kahkahayla gülmezdi.
Çok hoşlandığı bir davranış karşısında azı dişleri görünecek kadar tebessüm ettiği ve o sı­rada inci dişleri pırıl pırıl parladığı halde, yine de çoğu kimsenin yaptığı gibi gülerken öçlüyü kaçırmazdı.
Davud alyhisselamın orucu da namazı da ölçülü idi. Çok oruç tut­mak isteyen kimse, her gün değil, Davud gibi gün aşın oruç tutmalı; çok namaz kılmak isteyen de bütün gece ibadet etmek yerine, önce yatıp dinlenmeli, sonra kalkıp gecenin üçte birini ibadetle geçirmelidir. Allah insana şah damarından daha yakın olduğuna göre, O'nu anarken ölçülü olmalıdır. Kendine dua etmemizi emreden, dua edersek bizi geri çevir­meyeceğini vaad buyuran Cenab-ı Mevla nasıl dua ermemiz gerektiğini özellikle tarif etmiş.
Peygamber aleyhisselam da bunun sayısız örneklerini ortaya koymuştur. Kula yakışan rabbinin huzurunda olduğunu unutma­mak, yalvaran bir eda, gayet ölçülü bir ses ve özlü ifadelerle dua etmektir, iyi hale sahip olabilmek, salih amellere devam etmekle mümkün­dür. Salih amellerin başında da namaz gelir.
Namaz kılan insan Allah'ın zimmetindedir. Allah'ın zimmetinde olmak, dünyada ve ahirette onun koruması, himayesi, kefalet ve teminatı alfanda olmak anlamlarına gelir. Bir insan Allah'a verdiği sözü yerine getirmez, yapmaya güç yetirebileceği işleri yapmaz, iyi ve güzel davranışlarda bulunmazsa bundan dola­yı hesaba çekilir. Namazlar içinde özellikle sabah ve İkindi namazına devam etmek çok önemlidir.
Sabah ve ikindi vakitlerini ve bu vakitlerin namazını daha faziletli kılan sebeplerden biri, belki en önemlisi, bu na­mazlarda meleklerin de hazır bulunmaları ve Allah'ın müminlere bir lütfü olmak üzere, onların güzel hallerine meleklerin Cenab-ı Hakk'ın huzurunda şahitlik etmeleridir. Nitekim birtakım melekler geceleyin, diğer birtakımı da gündüz vakti birbiri ardınca gelip insanların arasında bulunurlar.
Onlar sabah namazı ile ikindi namazmda bir araya gelirler. Geceleyin insanların arasında kalmış olanlar Allah'ın huzuruna çıkarlar. Allah Teala, kullarının halini çok iyi bildiği halde meleklere "Kullarımı ne halde bıraktınız?" diye sorar. Melekler onları namaz kılarken bırak­tıklarını, yanlarına da namaz kılarken vardıklarım söylerler.
Müminlerin birbirleri hakkında şahitlik etmeleri, lehinde şahitlik edilen kimse için Allah katında rahmet vesüesi olduğuna göre, melekle­rin şahitliği öncelikle ve daha çok rahmete nail olmanın vesilesidir.
İyi hale, güzel bir gidişata sahip olabilmenin daha başka şartları da vardır. Onlardan biri de büyüklere saygı, küçüklere sevgidir.