www.musluman.biz

10 Mart 2012 Cumartesi

İNSANLAR ARASI İLİŞKİLER

Huseyin Ebu Emre - Harun Yildirim - ahlak ve imani dersler

İNSANLAR ARASI İLİŞKİLER
İnsanlar arası ilişkilerin sağlıklı bir şekilde yürütülmesi toplum hu­zuru için son derece önemlidir.
Resul-i Ekrem Efendimiz hayırlı söz söyleyip de insanlar arasını düzel­ten veya hayır söz taşıyan kişinin yalana olmadığını söylemiştir. Efen­dimizin üç şeyden başka, insanların söyledikleri yalanlardan hiç bir şeye izin verdiği duyulmamıştır. Bu üç şey de insanların arasını düzeltmek için yalan söylemek, geçimsizliğe yol açmamak için yalan yere adamın karısına söz söylemesi, aynı sebeple kadının, kocasına söz söylemesidir.
Mutlak surette yalan İslam'da haramdır. Ancak bazı istisnai haller­de yalan söylemek mubahtır, yani günah değildir. İnsanlar arasını dü­zeltmek ve dargınları barıştırmak için. söz uydurmak ve olmayan bir sö­zü anlatmak yalan ise de, bu gibi yerlerde yalanın günahı yoktur. Söy­lenmemiş bir iyi sözü ıslah maksadıyla söylemek, esasta yalan ise de günahı bulunmadığından yalan sayılmaz.
Söz maksada götüren bir araçtır. Herhangi bir yararlı maksad ki, ona doğru ve yalan sözlerin her ikisi ile ulaşılabilirse orada yalan ha­ramdır. Çünkü yalana ihtiyaç yoktur, doğru sözle maksada ulaşılmak­tadır. Yararlı bir maksada yalanla ulaşmak mümkün olur da, doğru söz­le ulaşmak mümkün olmazsa burada yalan söylemek mubah olur. Mak­sadın önemine ve gereklilik derecesine göre yalanın yeri olur. Mesela bir zalimin zulmünden kurtulmak için gizlenen bir müslümanı ele verme­mek maksadıyle yalan söyleyerek onu gizlemek, icab eder. Yine bir kim­se yanında emanet olarak bulunan bir malı, onu gasp etmek isteyen bir zalimden kurtarmak için yalan söyleyebilir. Bir de söylenecek doğru sözden dolayı büyük bir zarar ve fesad doğacaksa, orada yalan söylenir.
İslam'ın ve devletin menfaatini korumak ve düşmanın zararını önlemek İçin yalan söylemek aynı şekilde gereklidir.
Karı koca arasında bağlılığı ve muhabbeti artırıp devam ettirmek maksadıyle iyiliğe matuf yalan söz söylemek mubahtır, ihtiyaç duyul­madıkça da bu gibi mubahlardan sakınmak takvaya uygun hareket olur.İstisnalar kuralı bozmaz. Genel kural her konuda doğru olmaktır. Hayat sıdk ve sadakat üzere devam eder. Nitekim Efendimizin haber verdiğine göre doğruluktan ayrılmamak gerekir. Çünkü doğruluk insanı iyiliğe iyilik de cennete götürür. İnsan doğru söylerse Allah katında doğru kimse olarak yazılır. Yalandan sakınmak gerekir. Çünkü yalan fenalığa, fenalık da insanı cehenneme götürür. Kişi yalan söylerse Allah katında yalancı olarak yazılır.
Sıdk da denilen doğruluk altı şeyde aranır ve bunlar bir insanda bu­lunursa o insan sıdkın zirvesine çıkmış olur. Bu üstün dereceye sahib olan kimseye sıddık denir. Sıdkın, yani doğruluğun da kısımları vardır. Bunların başında sözde doğruluk gelir ki, söylenen sözün gerçeğe uy­ması, vakıaya aykırı düşmemesidir. Niyette doğruluk, bunun manası ihlastır ki, hayırlı bir işe kalble niyet edip Allah'a yönelmekle olur. Azim­de doğruluk, hayırlı olduğuna inanılan bir şeyi yapmaya koyulmak ve bunda güçlenmektir. Vefada doğruluk, yapmaya azmettiği hayırlı bir işi başarmakta sebat gösterip, onu tamamiyle yerine getirmektir. Amellerde doğruluk, gizli ve aşikar yapılan bütün amelleri eşit tutup, amellere riya karıştırmaksızın hareket etmektir.
Doğruluktaki özellik insanı iyi amellere götürür. Böyle makbul ve İyi ameller de insanın cennete girmesine vesile olur. Bu iyi ve güzel özel­liklerin zıddı olan yalan ise, insanı kötü amellere ve günah işlere götü­rür. Günahlar çoğaldıkça onlar da insanı cehenneme götürür. Nitekim Abdullah İbni Mesud da ne ciddi ne de şaka olarak yalan söylemenin uygun olmayacağını, bir insanın çocuğuna bir şey vaad edip de sonra onu yerine getirmemezlik yapmamasını söylerdi.
İster ciddi hareketlerde olsun, ister şaka olsun yalan söylemek uygun olmaz. Vaad edilen bir şey yerine getirilmelidir. Vaad ettiği şeyi yerine getirmeyen yalancı sayılır. Çünkü bu kimse dediğinin tersini yapmıştır. Sö­zü gerçeğe uymadığından yalancıdır. Bu gibi hallerden kaçınmak lazım­dır. Müminin vasıflarından biri de vaad ettiği şeyi yerine getirmektir.
Bununla birlikte kötülüğe sebep olmayan ve mübalağa ifade etmek üzere söylenen yalan sözler vardır ki, bunlar günah sayılmaz. Mesela, yüz defa değil de birçok defa bir kimseden bir şey istenmiş olduğu hal­de ona: "Senden falan şeyi yüz defa istedim, vermedin" denmesi müba­lağa için bir sözdür. Gerçekte yüz defa söylenmemiştir, defalarca söylen­miştir. Bu gibi sözler mübalağa için kullanıldığından yalan kısmına gir­mez. Fakat bir defa dahi istenmeksizin böyle bir söz söylenmiş olursa yalan olur. Çünkü bunun gerçek tarafı yoktur. İstisnai durumlar dışında asla yalan söylenmemelidir.
Abdullah İbni Amir'i bir gün annesi yanma çağırmıştı. O sırada Re-sul-i Ekrem Efendimiz de evlerinde misafir olarak bulunuyordu. Annesi ona bir şey vereceğini söyledi. Efendimiz annesine ona vermek istediği şeyin ne olduğunu sordu. Annesi ona bir hurma vereceğini söyledi. Bu­nun üzerine Efendimiz annesine dikkat etmesini, eğer çocuğuna bir şey vermeyecek olsaydı, onun üzerine bir yalan günahının yazılmış olacağı­nı söyledi. Mümin yalandan, gerçeğe aykırı beyanlardan sakınmak zo­rundadır. İman yalanla bir arada bulunmaz. Doğruluk, vefa müminin en önemli sıfatları olmalıdır.
İnsanlar arası ilişkilerde dikkat edilmesi gereken bir diğer hususta, onların eza ve cefalarına katlanmaktır. İnsanlara karışmak ve onların ihti­yaçlarını karşılamaya koşmak, düşkünlere ve acizlere yardım edip, hayır İşlerinde bulunmak, toplumun birlik ve beraberliğini sağlamak bakımın­dan önemli bir görevdir, insanların hayırlısı insanlara faydası do­kunandır, insanlara faydalı olmak da, ancak onların arasına girmek ve sı­kıntılarına, eziyetlerine katlanmak suretiyle olur. Nitekim Resul-i Ekrem Efendimiz insanlar arasına karışıp da onların eziyetlerine sabreden mü­minin, insanlara karışmayan ve eziyetlerine sabretmeyen kimseden daha hayırlı olduğunu söylemiştir. Toplumun kalkınması ve yükselmesi, insanlar arası dayanışma ve kaynaşmaya bağlı olduğundan karşılıklı iliş­kilerde hoşgörü ve sabır en çok ihtiyaç duyulan ahlaki özelliklerdendir.
Her mükellef geçimini temin etmek zorundadır. Helal ve meşru yol­lardan gelirini kazanırken muhakkak ki, insanlarla ilişkileri olacak ve on­ların eziyetleri ile karşılaşacaktır. Bu durumda en selametti yol onların eza ve cefalarına sabretmek, cahil ve kaba davranışlarına tahammül etmektir. Nitekim Hak Teala bile yaratıcı olmasına rağmen o da insanların eza ve cefalarına maruz kalmıştır. Nitekim Efendimiz bu durumu açıklarken işit­tiği eziyete, uygunsuz söze Allah Teala'dan daha çok sabreden birinin olmadığını, onun insanlara afiyet verip onları rızıklandırırken insanların ona çocuk isnad ettiklerini ifade buyurmuştur.
Sıkıntı ve zorluklara tahammül edip şikayet etmemek, bela ve mu­sibetlere karşı serzenişte bulunmayıp kadere rıza göstermek sabırdır. Al­lah Teala'nın sabretmesi ise, razı olmadığı söz ve hareketlerden dolayı kullarının cezasını acele vermemesi, onlara süre tanımasıdır. Kulların bütün işlerine vakıf olduğu halde, işlenen büyük ve küçük günahlardan dolayı onların azabını hemen vermez, bir süre geciktirir. Küfür ve şirk içinde bulunanlara sıhhat ve afiyet verir. Asıl cezalarını ahirete bırakır. Bunun için Allah'dan daha sabırlı hiç bir kimse olamaz. Buna göre in­sanlar da mümkün olduğu kadar hayatın güçlüklerine, insanların eza veren sözlerine tahammül etmeleri gerekir. Olur olmaz her şeye sinirle­nip öfkelenmeye gerek yoktur. Öfkeyle kalkan zararla oturur. Her işi akıl ve idrakle, sükunet ve sabırla karşılamak en uygun yoldur.
Efendimiz başta olmak üzere bütün peygamberler böyle yapmıştır. Nitekim Efendimiz bir savaşta daha önce yaptığı gibi ganimet malları­nın taksimini yapıyordu. Taksimat sırasında ensardan bir adam yemin ederek yapılan taksimin Allah'ın rızasına uygun olmadığını söyledi. Abdullah İbni Mesud adamın bu sözünü Efendimize gidip haber verdi. Efendimiz o sırada ashabı ile birlikte bulunuyordu. Yanına varıp olayı kendisine gizlice söyledi. Verilen bu haber Efendimize çok ağır geldi ve yüzü değişti, hiddetlendi. Hatta Ibni Mesud yaptığına pişman oldu da ona haber vermemiş olmayı bile temenni etti. Sonra Efendimiz gerçekten Musa'ya bundan daha büyük eziyetler edildiğini, ama onun bunlara sabrettiğini haber verdi.
Resul-i Ekrem'in söz ve hareketlerine, insanlar arasındaki muamela­tına rıza göstermemek nifak alametidir. Böyle bir harekete tevessül eden İslam kardeşliği ve birliği arasında büyük bir fesada yol açmış olur. Böy­le bir suç bağışlanmaz. Bu gibi davranışlar zararlı ve tehlikeli davranış­lardır. Her devirde böyle hareketlere rastlandığı gibi, Efendimizin dev­rinde de bunlara tesadüf edilmiştir. En büyük eza ve cefalar da böylele-rinden gelmiştir.
Bela ve meşakkatlerin en büyüğü peygamberlere, velilere derece sı­rasına göre salih insanlara gelir. Efendimiz kendisine isnad edilen haksız ve üzücü söze karşı sabretmiş Musa'nın bundan daha çok eziyetlere maruz bırakıldığı halde onun bunlara sabrettiğini ifade buyurmuştur. Bir başka hadiste, "Bana edilen eziyet Allah yolunda hiç kimseye edil­medi" hadisi ile yukarıdaki hadis arasmda bir çelişki var gibi görünü­yorsa da aslında böyle bir çelişki söz konusu değildir. Nitelik bakımın­dan, yani eziyetin keyfiyet yönü itibariyle ve şiddet bakımından Efen­dimiz daha çok eziyetle karşılaşmış, sayı ve tekrar bakımından da Musa aleyhisselam daha çok eza ve cefaya maruz kalmıştır. Eza ve cefaya sab­retmek, imanın vazgeçilmez parçasıdır.
Hayat böyle eza ve cefa arasında geçip gitmektedir. Başa gelen olay­lardan dolayı insanlara küsmek, onlarla ilişkileri kesmek mümine ya­kışmaz. Zira müminin görevi, insanlara sırt dönmek değil, aksine onlara teveccüh etmek, hatta dargın insanların arasını bile düzeltmeye çalış­maktır. Bu kutsal bir görevdir. Nitekim Efendimiz bir gün ashabına, namaz, oruç ve sadakadan daha faziletli bir dereceyi haber vererek bu­nun dargınların arasını düzeltmek olduğunu, insanların arasım bozma­nın ise, kökü kazıyıcı bir özellik taşıdığım söylemiştir.
Müslümanlar arasmda sevgi ve kardeşlik duygularını geliştirmek ve onları birbirlerine yaklaştırmak, aralarmda ünsiyet peyda etmesini sağlamak, dargın olanları barıştırmak, aralarını bulmak, aralarmda gö­nül bağı kurmak, namaz, oruç ve sadakadan daha faziletlidir. Bazıları nafile ibadetlerden daha faziletli olduğunu söylemişlerse de hadisin mutlak manaya hamledilmesi de mümkündür. Çünkü birçok dargınlık­lar ve kinleşmeler, insanları kan dökmeye karşılıklı çatışmalara kadar götürmüştür. Böylesine büyük fitne ve kötülüklerin önüne geçmek, on­lara engel olmak büyük bir fazilettir. Meydana gelecek felaketlerin zara­rı ne kadar büyük ise, bu gibi felaketleri önlemenin de sevabı ve fazileti o nispette büyük olur. Toplumun huzur içinde yaşayabilmesi birlik ve beraberliğe, sevgi ve saygıya dayalıdır. Bunu gerçekleştirmeye çalışanlar toplumun ıslahı ve refahı için çalışmış, bir bakıma amme hizmeti gör­müş olurlar. Böyle bir insan sırf kendini düşünüp bir kenarda namaz, oruç ve sadaka ile uğraşanın kazanacağı sevaptan daha çok sevap kaza­nır. Zira sağladığı fayda daha kapsamlıdır ve daha geniş çerçevelidir. Bunu yaparken de diğer farz ibadetlerini terk etmiş olmaması şarttır.
"Allah'dan korkun ve aranızdaki dargınlıkları düzeltin" ayetinin tefsirinde bu ayetin Allah'dan korkmaları, emirlerine bağlanıp yasakla­rından kaçınmaları, aralarındaki dargınlıkları düzeltmeleri için Al­lah'dan müminlere karşı bir uyarı olduğu, Müminler için bundan başka bir kurtuluş çaresi olmadığı beyan olunmuştur.
İnsanlar arasmda iyi ilişkilerin kurulabilmesi, arada dargınlık ve kır­gınlıkların olmaması karşılıklı güven esasına bağlıdır. Güven dostluk ve arkadaşlığın teminatı, bir nevi sigortası gibidir. O olmadığı zaman ilişkiler bozulur, aradaki bağlar kopar. Bunun için Efendimiz müminin kardeşine anlattığı şeyde onun kendisini tasdik ederken insanın ona yalan söyleme­sinin hıyanet bakımından çok büyük olduğunu haber vermiştir.
Bir insana güvenerek ondan bilgi isteyen bir kimseye karşı doğru olmak emanet kapsamına girer. Emanete riayet etmek, onun gereğini yerine getirmek de bir iman borcudur. Bir kimseye güvenmek, ona iti­mat ederek teslim olmak, kendini emniyete almak demektir. Eman ve güven altına giren bir kimseye yalan söylemekle güven ve itimat yıkıl­mış olacağından, emanete ihanet edilmiş sayılır. Allah ise hainleri sev­mez. Din kardeşi insana güvenip itimat ederken, söylediği sözde kendi­sini tasdik edip doğrularken insanın bile bile ona yalan söylemesi ve o kişiyi aldatmasından elbetteki daha büyük hıyanet olamaz. Haini nor­mal bir insan bile sevmezken Allah Teala'nm böyle bir haini sevmesi as­la düşünülemez.
Müslümanı aldatmak, ona yalan söylemek büyük vebal altına girmektir. Mümin altından kalkama­yacağı veballerin altına girmekten kaçınmalı, gücü nisbetinde salih ameller işlemeye çalışmalıdır.
İnsanlar arası ilişkilerde dikkat edilmesi gereken noktalardan biri de insanların neseblerine dil uzatmamaktır. Zira bu onlara eza ve cefa verir. Ama ne var ki insanlar bu kötü huyu bir türlü bırakmamaktadırlar. Ni­tekim Resul-i Ekrem Efendimiz iki huyun insanlar tarafından bırakılma­yacağını, bunlardan birinin ölü arkasından iyiliklerini sayarak yüksek sesle ağlamak, diğerinin de neseblere dil uzatmak olduğunu haber ver­miştir. Her iki huy cahiliyet devrinin kötü adetlerinden olmakla bera­ber, bunların büsbütün müslümanlar arasından da kalkamayacağı be­yan buyurulmuştur.
Her insan bir anne babadan dünyaya gelir. Bağlı bulunduğu aile ocağı, nesebi, soyu sülalesi vardır. Doğan çocuğun bunda bir seçim hak­kı yoktur. İnsanların renkleri, şekil ve özellikleri farklı farklı olduğu gibi, nesebleri, soy ve şecereleri de farklı farklı olacaktır. Elde olmayan bu durumlar için başkalarını soy ve şeceresinden dolayı ayıplamaya kalk­mak, onları tahkir edip toplum içinde rencide etmek İslam ahlakına ya­kışan bir durum değildir. Başkalarının soy ve sülalesine bakıp insanları küçük düşürmeye kalkmaktansa onun Allah katında kendisinden daha değerli olabileceğini düşünerek hüsni niyette bulunmak daha iyidir. Zi­ra dış görünümü bakımından değersiz gibi görünen nice insanların gö­nül dünyası bakımından nice insanlardan daha üstün olduğu bir gerçek­tir. Definelere malik nice harabelerin olduğunu hiçbir zaman unutma­mak gerekir.
İnsanın kendi soyunu sevmesi tabii olmakla birlikte, bunu aşırılığa götürerek kendini üstün görerek başkalarını küçük görmek cahiliye adetlerini sürdürmek anlamına gelir. Halbuki hak geldikten sonra batıl yok olmaya mahkumdur. Mümin İslam'ın güzel ahlakıyla ahlaklanmak, cehalet ve dalaletin kötü huylarını bırakmak zorundadır.
Kişinin baba tarafından gelen akrabasına asabe denir. Akraba ve yakınları sevmek dini ve insani bir görevdir. Fakat sırf akraba oldukları için haksız davalarında onlara yardımcı olmak asabiyettir, ırkçılıktır. İs­lam dininin yasakladığı cahiliye devrinin kötü adetlerinden biridir. Ni­tekim Resul-i Ekrem Efendimize zulüm üzerine, kişinin kendi kavmine yardım etmesinin ırkçılığa girip girmediği sorulduğunda Efendimiz gir­diğini söylemiştir.952 Buna göre mutlak surette akrabaya yardımcı olmak, hak ve adalet gözetmeksizin onlara taraftar olmak asabiyettir, ırkçılık davası gütmektir. Böyle hareketler toplumu İslam'ı parçalar ve insanları birbirine düşürür. Dış düşmanlara ihtiyaç kalmaksızın toplumun kendi kendine yıkılması demektir. Bir milletin bütünlüğünü ve birliğini ırkçı­lık davasından daha çabuk bölen bir fitne düşünülemez. Irkçılık gerek İslam'dan önce, gerekse İslam geldikten sonra insanların birlik ve bera­berliğini tehdit eden en büyük belaların başında gelmeye devam etmek­tedir. Hak kavramını kişilere göre değerlendirmek yerine, kişileri hak kavramına göre değerlendirmek daha doğru olur.
Zulüm ve haksızlık yapan akrabaya elbetteki destek olunamaz. Zira hak kendisine uyulmaya daha layık olandır. Yanlış iş yaptığından dolayı yakınlarının desteğini kaybeden bir kişi de bundan dolayı onlara küs­mek gibi bir tavır takınmamalıdır. Nefsin hile ve tuzaklarına düşüp de yakınlarıyla ilişkileri kesmek yanlışlığına düşmemelidir. Düşmüşse yap­tığından hemen tevbe etmeli hakka dönmelidir. Nitekim bir vakit Aişe ile yeğeni Abdullah İbni Zübeyr arasında böyle bir hadise yaşan­mıştı. Rivayete göre birisi Aişe'ye gelerek, sattığı veya bağışladığı bir şey hususunda yeğeni Abdullah İbni Zübeyr'in teyzesi Aişe'nin ya bu işten vazgeçeceğini, ya da kendisinin ona engel olacağını söylediğini haber verdi. Aişe bu haberi getiren adama onun böyle mi söylediğini sor­du. Oradakiler de bu şekilde söylediğini haber verdiler. Bunun üzerine Aişe, Abdullah İbni Zübeyr ile ölünceye kadar bir daha konuşmamayı adadı. Aişe'nin dargınlığı epeyce uzayınca, Abdullah araya şefaatçiler koyarak teyzesinin kendini bağışlamasını istedi. Fakat Aişe, onun hak­kında kimsenin aracılığını kabul etmeyeceğini, adağını da bozmayacağını söyledi. Bu dargınlığın hayli uzadığını gören Abdullah, Misver İbni Mah­reme ile Abdurrahman İbni Esved İbni Abdiyegus'a konuyu açarak, kendişini teyzesi Aişe'nin yanına götürüp aralarını barıştırmalarını, onun kendisiyle ilgiyi kesip konuşmamak üzere adak adamasının helal olmadı­ğını söyledi. Misver ile Abdurrahman bu teklifi kabul edip Aişe'nin evine geldiler.
Ona selam vererek, içeri girmek için izin istediler. Aişe de kendi­lerine izin verdi. "Hepimiz mi girelim?" diye sordular. Yanlarında Abdul­lah'ın olduğunu bilmediği için o da hepsinin girmesini söyledi. Abdullah da onlarla birlikte içeri girdi, perdenin arkasına geçerek teyzesinin boy­nuna sarıldı ve kendisini bağışlamasını isteyerek ağladı. Misver ile Abdurrahman da Allah aşkına onu bağışlaması için Aişe'ye yalvardı­lar. Resul-i Ekrem'in de küs durmayı yasakladığını, bir müslümamn din kardeşiyle üç günden fazla dargın durmasının helal olmadığını söyleye­rek yeğeniyle barışmasını istediler. Suç bağışlamanın önemi, akraba ile il­giyi kesmenin kötülüğü konusunda o kadar çok şey söylediler ki, nihayet Aişe onlara adağından söz ederek ağlamaya başladı.
Konuşmamak üzere adak adadığını, adağı bozmanın günah olduğu­nu söyledi. Mahreme ile Abdurrahman onun gönlünü yapmak üzere o kadar çok şey söylediler ki, sonunda Aişe yeğeni ile konuştu. Adağını bozduğu için de kırk köleyi azad etti. Aişe sonraki günlerde bu ada­ğını sık sık anıp ağlar, gözlerinden akan yaşlar baş örtüsünü ıslatırdı.
Abdullah İbra Zübeyr, Aişe'nin kız kardeşi Esma Binti Ebu Be­kir'in oğludur. Resul-i Ekrem Efendimiz, "Teyze anne sayılır" buyurdu ve çocuğu olmayan Aişe annemize bu yeğeninin adıyla, Abdullah'ın an­nesi anlamında Ümmü Abdullah künyesini verdi. Aişe yeğeni Ab­dullah'ı pek severdi.
Abdullah Ibni Zübeyr, bir rivayette belirtildiğine göre, teyzesinin bir gayri menkulünü, parasını Allah rızası için dağıtmak üzere çok ucuza sat­tığını duymuş veya cömertliğini bildiği teyzesinin bu kabil hayırlarını pek aşırı bulmuş, bunun üzerine teyzesinin hacir altına alınması, yani mali haklarını kullanma ehliyetinin elinden alınması gerektiğini söylemişti. Yeğeninin bu sözü kendisine iletildiği zaman Aişe çok üzülmüş, işte bunun üzerine, onunla ölünceye kadar bir daha konuşmamaya ahdetmiş, eğer konuşursa adak borcu olması için yemin etmişti.
Teyzesinin büyüklüğünü, müslümanların gözündeki üstün yerini çok iyi bilen Abdullah, onu gücendirdiğini anlayarak çok üzülmüş, müminlerin annesinin elini öpüp gönlünü almak için birkaç defa teşeb­büste bulunmasına rağmen kendisini bağışlatmaya muvaffak olamamış­tı. Sonunda her ikisi de ashab-ı kiramdan olan Misver İbni Mahreme ile Resul-i Ekrem'in dayısının oğlu olup, kendisine Aişe'nin çok değer verdiği Abdurrahman İbni Esved'e başvurmuş, onlardan teyzesi ile kendisinin arasını bulmalarım istemişti.
Müslümanların birbiriyle üç günden fazla dargın durmasının günah olduğunu ümmü'l-müminin Aişe de çok iyi biliyordu. O sadece bu­nu değil, bazı kimselere hak ettikleri dersi vermek gibi meşru bir sebebe dayanması şartıyla, bu yasağı daha fazla uzatmanın caiz olduğunu da biliyordu. Kendisi hakkında o yersiz sözleri sarfetmesi sebebiyle, her­halde yeğenine bir ders vermek istiyordu.
İşin bir başka yönü daha vardı. Resul-i Ekrem'in dünyadan ayrılışın­dan sonra Aişe, onun yerleştirdiği esaslarm en sadık uygulayıcıların­dan biri olmuştu. İşte bu sebeple adağım bozmak istemiyordu. Adağım bozan zengin bir kimsenin, keffaret olarak bir köle azad etmesi kafi geldi­ği halde, o kırk köle azad etmişti. Daha sonraki günlerde adağımı boz­dum diye sık sık ağlar, gözlerinden dökülen yaşlar yaşmağım ıslatırdı.
Meşru ve dini bir sebebe dayanmak şartıyla üç günden fazla dargın durmak caizdir. Dünyevi ve nefsani sebeplerle üç günden fazla küs durmak ise haramdır. Aişe, evini satarken veya sadaka verirken ge­reken dikkati göstermediği gerekçesiyle, yeğeninin, kendisini hacir altı­na almayı düşünmesini dini bakımdan haksızlık ve laubalilik saymış ve onu bu düşüncesi sebebiyle cezalandırmak istemiş olmalıdır.Yapılması günah olan bir konuda adak adamak doğru değildir. Adağını bozmanın cezası yani keffareti, zengin için bir köle azad etmektir. Buna gücü yet­meyen kimse on fakiri doyurabilir veya giydirebilir; buna da gücü yet­meyen üç gün oruç tutar.
Dargınlık ve küskünlük İslam kardeşliğini yok eder. Bunun için on­dan uzak durmak gerekir. Resul-i Ekrem Efendimiz bu hususta "Birbiri­nize kin tutmayınız, hased etmeyiniz, sırt dönmeyiniz" buyurmuştur.
İnsanlar arasında sevgi ve bağlılık esas olduğuna göre, bu sevgiyi bozacak her türlü davranıştan sakınmak gerekir. Bunun için insanlar arası ilişkilerde ölçülü hareket edilmeli, kırıcı söz ve davranışlardan ka­çınılmalıdır. Bu kurallara uyulduğu takdirde, karşılıklı sevgi ve saygı meydana gelir.
Karşılıklı sevgiyi yok eden en kötü huylardan bir de haseddir. Hased, bir kimsenin başkasında bulunan bir nimetin yok olmasını iste­mektir. Bir insanın elinde bulunan nimetin ondan gitmesini istemek bir nevi kadere itiraz etmek, takdiri beğenmemek anlamına gelir. Bundan dolayı bu kötü huy müminlere yasaklanmıştır. Çünkü mümin kendisine layık görmediği bir şeyi din kardeşine de layık görmemelidir. Başkasına hased etmek onu sevmemek ondan nefret etmek demektir. Bu da ilişki­lerin gerilmesine, küskünlük ve dargınlıklara yol açar. Böyle bir davra­nış ise asla caiz değildir.
Başkalarına sırt çevirmek, onlara soğuk davranıp uzak durmak da İslam kardeşliğine aykırıdır. Başkalarına sırt çevirmek ilişkilerin kopma­sına, müslümanlar arasındaki diyalogun yol olmasına sebep olur. Hal­buki müminler din kardeşidirler. Birbilerine üç günden fazla dargın durmaları helal değildir. Konuşmama süresi uzadıkça aradaki soğukluk artar, kırgınlık çoğalır. Böyle durumlarda üç gün içinde barışma yollan aranmalı, bir vesile bulup selamlaşmaya çalışmalıdır. Nitekim Resul-i Ekrem Efendimizin bir kimsenin din kardeşine üç günden fazla dargın durmasının helal olmayacağı, bunların hayırlısının ilk selam veren ol­duğunu belirten hadisi bunu gösterir.
İlk selam verip konuşan büyük mükafatı almış, dargınlığı gidermek için ilk adımı atmış olur. Karşıdaki kişinin de elden geldiği kadar barış­maya yanaşması, dargınlığa son verip anlaşmaya çalışması gerekir. Dargınlığı gidermek Hakk'ın rızasını kazanmasına, aksi durum da kay­betmesine sebep olur. Müminlerin arasını düzeltmek, dargınların arasını bulmak toplumun huzurunu sağlamak bakımından önemli bir görevdir.
İnsanın manevi değerleri unutup her şeyi ile maddi değerlere yö­nelmesi, maddeyi her şeyin üstünde tutup dünyaya dört elle sarılması kendisi için büyük bir felaketin başlangıcıdır. Manevi değerlerin altüst olması durumunda her şey şahsi menfaatlerin korunması çabasma dönü­şür ve böyle bir durumda egoizm hastalığı baş gösterir. Egoizm, şefkat ve merhamet duygularmı yok ederek insanı adeta canavarlaşünr. Dünyanın bu tehlikesine işaret edilmek üzere buyurulan "Birbirinize karşı kin doğu­racak davranışlarda bulunmayın, dünyaya kapılıp da aranızda fesad çı­karmayın. Ey Allah'ın kullan kardeş olun!" hadisi bunu gösterir.
Aklı fikri dünya olanlar fırsat buldukça zayıfları ezmeye, toplumu sömürmeye başlar. Sınıf ayrılıkları baş gösterir, insanların sınıflara ayrıl­ması, zenginlerin aşırı zengin, fakirlerin aşırı fakir olduğu bir toplumda kin ve nefretin artması kaçınılmaz hale gelir. Şiddet ve stres toplumun ba­şına bela olur. Bir hiç uğruna kavgalar yapılmaya, insanlar öldürülmeye başlanır. Bunun sonucunda toplum huzuru kaybolur. Böyle bir felaketten kurtulmanın yolu ahlak kurallarına uymak, doğru ve güzel olan davranış­ları yapmaktır. Her şeyin en güzeli en doğrusu da İslam'dadır.
Allah için birbirlerini sevmeyi, din kardeşliğinden dolayı birbirleriyle geçinmeyi öğrenen insanlar kötü huylardan arınabilir, iyi huylarla süslene­bilirler. Nitekim Resul-i Ekrem Efendimiz iki kimseden birinin ilk işlediği günah bunların arasını ayırmışsa bu iki kişinin Allah için yahut İslam için sevişmiş olmadıklarını ifade buyururken bu duruma işaret etmiştir.
İki müminden birinin ilk işlemiş olduğu hata veya günahı bağışla­ması ve onu örtmesi gerekir. İkinci defa vuku bulursa, bunu neden yap­tığı sorulmalı, bir daha yapmaması söylenmelidir. Bundan sonra aynı suç üzerinde ısrar ettiği, vazgeçmediği görülürse onu uyarmalı, işin cid­diyetini ve ağırlığını ona hatırlatmalıdır. Bu kadar bir sabır ve hoşgörü gösterilmeden alelacele bir çırpıda dostluk ilişkilerini bitirmek, bütün bağları koparmak doğru değildir. Olur olmaz her şeye darılan ve küsen bir insanın müslümanlıktan nasiplenemediği ortadadır, iki kimseden bi­rinin işlediği bir suç, onların darılıp ayrılmalarına sebep oluyorsa, böyle kimseler Allah için, İslam için sevişmiş değillerdir. Sevgileri basit men­faatlere, geçici heveslere dayanmış demektir. Allah için birbirini seven­ler, sevgilerinde Allah rızasını gözetenler hataları düzeltmeye, ilişkileri devam ettirmeye güç yetirebilirler.
Buna göre bir müslümanın bir müslümanla üç günden fazla dargın kalıp konuşmaması helal olmaz. Çünkü bunların dargınlıkları devam et­tiği sürece haktan yüz çevirmişler, batıla meyletmişlerdir. Bunlardan ha­tasını anlayıp yanlıştan ilk dönen kişi, diğerinden öne geçtiği takdirde onun bu dönüşü, kendi günahına keffaret olur. Eğer birbirlerine dargın olarak ölürlerse bu günahlarının hesabını vermeden doğrudan doğruya cennete giremezler. Eğer biri diğerine selam verir de diğeri arkadaşının bu teslimiyetini takdir etmez, selamım almazsa, selam verenin selamını melekler alır, diğerine ise şeytan karşılık verir.
İnsanm beşer olması, onun zaman zaman hata yapmasına sebep olması normal bir durumdur. Kusursuz insan olmaz. Önemli olan hata ve kusurları büyütüp, insanlar arası ilişkileri koparmamaktır. Yangın küçükken söndürülürse çevreye fazla bir zararı olmaz. Ama büyür de etrafı kaplarsa zararı daha büyük olur. Kızmak, öfkelenmek insanın ta­biatında vardır. Bunun önüne geçilemez. Ama büsbütün öfke seline ka­pılıp da dostları gücendirip onlara küsmek de olmaz. En değerli, en fazi­letli insanların bile kızıp öfkelendikleri olmuştur. Ama onlar bu durum­dan dönmeyi, karşıdaki insanın gönlünü almayı bilmişlerdir. Nitekim Resul-i Ekrem efendimiz bir gün Aişe'ye onun öfke ve rıza halini bildiğini söyledi. Aişe bunu nereden bildiğini sorunca Efendimiz ona memnun ve razı olduğu zaman Muhammed'in rabbi hakkı için, öf­kelendiği zaman da İbrahim'in rabbi hakkı için diye yemin ettiğini söy­ledi. Aişe de bu durumu kabul etti ve öfkeli halinde ancak ismini söylemediğini ifade etti.
Demek ki öfke ve kızgınlık gelip geçicidir. Önemli olan gönül alma­sını bilmek, hayata devam etmektir. İslam ahlakı bunu gerektirir. Bu ah­lakla ahlaklanan insan iman bakımından olgunlaşmış, ahlak bakımından kemale ermiştir. Özellikle kadınlara karşı daha şefkatli ve merhametli olmak, onların öfkelenmesini ve kızmasını normal görerek kendilerine daha müşfik davranmak insan olmanın ve yüce İslam dinine inanmanın bir gereğidir. Bunu yerine getirenler yaratıcının rızasını ve hoşnutluğu­nu kazanmaya aday olabilirler.
Böyle yapılmaz da ufak tefek kusurlardan dolayı ilişkileri kopar­mak, selamı kelamı kesmek insan onuruyla asla bağdaşmaz. Komşu komşunun külüne muhtaç olduğu gibi, insan insana her zaman muhtaçtır. Özellikle yakın akraba ve dostlar sürekli görüşmek zorundadır. Ha­yat acısıyla tatlısıyla, sevinci ile kederi ile devam etmekte, günler böyle­ce akıp gitmektedir. İyi ve kötü günlerde insanın yanında olmayan ak­raba ve dostların varlığıyla yoklukları arasında hiçbir fark yoktur. İnsan­larla uzun süre küs ve dargın durmak onu yok saymak gibidir. Bunun için Efendimiz uzun süreli küslüklere karşı ağır ifadeler kullanmış ve bir hadisinde din kardeşi ile bir yıl küs duran kimsenin onun kanını dök­müş gibi olacağını söylemiştir.
Bir yıl kadar uzun bir süre ısrarla din kardeşi ile konuşmayan, ona dargın kalan kimsenin işlediği günah, o mümini kılıçla öldürmekten farksızdır. İslam kardeşliğinin ne kadar büyük önem taşıdığı bu ağır hükümle açıklanmakta, dargınlığın da ne kadar ağır bir suç olduğu böy­lece ortaya çıkmaktadır. Kılıç iki kişiden birini yok etmekle iki insanın aralarını ayırdığı gibi, küslük de iki insanın arasım ayırır ve karşılıklı ilişkileri keser. Küs olduğu insan her gördükçe vücudu kılıç darbesiyle yaralanan insanın acı çektiği gibi, yüreği vicdan azabıyla yanar. Böyle kötü bir işe sebep olanlar büyük bir vebal ve sorumluluk altına girerler. Müminle bir yıl ilişkiyi kesmek onun kanım dökmek gibidir.
Sonuç olarak bir müslümamn din kardeşini üç günden fazla terkedip küs durması helal değildir. Bu sürede taraflar akıllarını başları­na almalıdır. Akıllarını başlarına almaz da karşılaştıkları zaman birbirle­rinden yüzlerini çevirir, konuşmazlarsa büyük bir vebal altına girerler. Böyle bir durumda önce selam verip küslüğü sona erdiren, kardeşine elini uzatan insan en hayırlı işi yapmış olur.
Eğer üç günden fazla dargm kalırlarsa bu süre içinde haktan yüz çe­virmişler, batıla meyletmişler demektir. Bu imanla, ahlakla bağdaşmaz. Mümin böyle bir yanlış yapmamalıdır. Bu durumda merhamet edip hata­sından ilk dönen kişinin din kardeşine selam verip ilişkiyi devam ettirme­si kendi günahına keffaret olur. Eğer bu dargınlık üzere ölürlerse, her ikisi de doğrudan cennete giremezler. Yaptıkları kötü ve yanlış işin hesabım vermeden veya cezasını çekmeden cenneti hak edemezler.
Üç günden fazla din kardeşiyle küs duran, buna alışan ve bu du­rumdan rahatsız olmayan bir insan aşırı kinci bir insandır. Düşmanlığı dostluğa tercih etmekte, kötülüğü iyiliğe değişmektedir. İnsanlar ara­sında en kötü işlerden biri de düşmanlık yapmaktır. Resul-i Ekrem Efendimizin müminlere hitaben söylediği "Birbirinize kin tutmayınız, ve hased etmeyiniz. Ey Allah'ın kullan, kardeş olunuz" emrinden bir insan nasibini alamamışsa artık ona yapacak fazla bir şey kalmamıştır. Nef­sin enaniyetini ayaklar altına almayan, aksine kibir ve gurura kapılarak yanlış davranışta ısrar eden insan ne yazık ki iki yüzlü bir insandır. Bir taraftan mümin olarak dinin gereklerini yerine getirmekle mükellef ol­duğu halde onu yerine getirmemekte, diğer taraftan da tam tersini yapa­rak adeta iki kimliğe bürünmektedir. Böyle çift şahsiyetli insanlar için Resul-i Ekrem Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"En kötü kişiler olarak iki yüzlüleri bulursun. Onlar birilerine bir yüzle diğerlerine bir başka yüzle gider gelirler."
İki yüzlü olmak bir insanın düşebileceği en kötü hallerden biridir. Çünkü bir kısım insanlara bir yüzle ve bir kısım insanlara başka bir yüz­le gelmek riyakarlıktır, müslümanları aldatmaktır, nifaka yakındır. Mü­nafık da en kötü insandır. Böyle bir insan insanlar arasına fitne fesad so­kar. Fitne ise ölümden daha beter bir günahtır. Ölüm insanı yer bitirir, ama fitne ateşi insanın ocağını söndürür. Daha da beter duruma düşü­rür. Bunun için iki yüzlü olan insanlar, insanların en kötüsüdür.
Düşmanlığı körükleyen en kötü işlerden biri de insan hakkında olur olmaz her şeyi konuşmak, duyulan her söze inanarak insanlar hakkında hüküm vermektir. Nice dostların arası bu gibi dedikodular ve yalan yanlış zanlardan dolayı açılmıştır. Bunun için Resul-i Ekrem bu tehlike­ye dikkat çekmek üzere "Zandan sakınınız. Çünkü zan sözün en yalanı­dır" buyurmuştur.
Bir gerçeğe ve delile dayanmaksızın kalbe gelen kuruntu ve ihtimal­lere zan denir. Mesela, bir kimse hakkında elde mevcut kesin bir delil ol­maksızın onun hırsız olduğuna hüküm vermek veya onu böyle bir suçla itham etmek bir zandır. İnsanın hatırına çok şeyler gelebilir. Bu hatıra gelenlerden hiç kimse sorumlu olmaz. Ancak hatıra gelen ve bir delile dayanmayan düşünceleri ciddiye alarak onları açığa vurmak ve uygu­lamaya çalışmak büyük günahtır. Çünkü bu gibi halleri bırakmak kulun iradesi dahilindedir. Başkasına eziyet edecek ve zarar verecek kötü zan­lardan kaçınmak lazımdır.
Her şeyin bir ölçüsü olduğu gibi zannın da bir ölçüsü vardır. Her­kese iyi zan beslemek de yerine göre ölçüsüzlüktür. Kime nasıl zan bes­leneceğini insan kendisi takdir etmeye çalışmalıdır. İyiye iyi, kötüye kö­tü zan beslenir. Başkasının kötülüğünden korunmak için ihtiyat olarak kötü zan beslenebilir ve beslenmelidir. Koyun postuna bürünmüş nice kurtların olduğu hiçbir zaman unutulmamalıdır. Aksi halde insan gafle­te düşer, çok zarar görür.
insanlar arası ilişkilerde düşmanlığı körükleyen daha başka sebep­ler içinde alışverişlerde karşı tarafı aldatmak, çekememezlik yapmak, araya fitne fesad sokuşturmak, insanın ihtiyacı olduğu zaman da sırt çe­virip onu yalnız ve çaresiz bırakmak, insanlarla sürekli yarış halinde bu­lunmak gibi hususlar da vardır. Halbuki müminler din kardeşi olmakla emrolunmuşlardır. Bu emrin gereğini yerine getirmeyip bir de kendi aralarmda düşmanlık yapmaya kalkışmaları dinin emirlerine gereken değeri vermemek anlamına gelir. Nefsin heva ve heveslerine uyup da dinin emirlerine karşı gereken önemi vermeyen kişilerin diğer amelleri­nin de kabul edilip edilmeyeceği şüphelidir. Zira Efendimizin haber verdiğine göre pazartesi ve perşembe günleri cennetin kapıları açılır. Din kardeşi ile arasmda düşmanlık bulunan kişi dışında Allah'a şirk koşmayan her kulun günahları bağışlanır. Meleklere "Siz şu iki kişiyi birbiriyle barışmcaya kadar bekletin" denilir.
Şirkten başka günahların bağışlanmasından maksad küçük gü­nahların bağışlanmasıdır. Küçük günah işlememiş olanların, büyük gü­nahları da bağışlanabilir. Yalnız aralarmda düşmanlık bulunan kimsele­rin günahları bağışlanmaz. Eğer barışmazlarsa, günahları bağışlanmaz, yalnız biri barışır da öteki kabul etmezse, barışan bağışlanmış olur, diğe­rinin günahları bağışlanmaz. Ebu'd-Derda da iki dargının arasını düzeltmenin sadakadan ve oruçtan daha hayırlı olduğunu söyler, kinin amellerin sevabını silip süpürdüğünü belirtirdi. Burada da kin besle­menin büyük zararından ve dargınları barıştırmanın büyük sevabı ve büyük bir hayır olduğu haber verilmektedir. Bir diğer hadiste de karde­şine kin beslemeyen kişinin diğer günahlarının bağışlanabileceği belir­tilmiştir. Bundan da müslümanlar arasında kin ve düşmanlık besle­memenin ne kadar önemli olduğu anlaşılmaktadır.
Aradaki kin ve düşmanlığın ortadan kaldırılmasında karşılıklı ola­rak selamlaşma yeterlidir. Üç günden sonra mümin kardeşine gidip onunla karşılaşmak ve kendisine selam vermelidir. Eğer ikinci şahıs se­lamı alırsa, her ikisi de sevabda ortak olurlar. Eğer selamı almazsa, se­lam veren dargınlık günahından kurtulur, günah almayana yüklenir.
Selam vermek dargınlığı gidermeye yeten bir konuşmadır. Eğer bu verilen selam, aynen geri çevrilir ve kabullenilirse, dargınlık kalkmış olur. İkisi de dargınlığı terk etme sevabına kavuşurlar. Şayet selam alınmazsa selamı veren günahtan kurtulur, sorumluluk almayan üze­rinde kalır.
İnsanlar arasında sevgi saygı esas olduğundan sevgi saygıyı orta­dan kaldıran her türlü söz ve davranışlardan uzak durmak gerekir. Özellikle gençler bu hususlara daha çok dikkat etmelidirler. Nitekim Ömer oğullarına sabahleyin kalktıkları zaman sağa sola dağılıp çalışma­larını, bir evde toplanmamalarını söyler, aralarında huzursuzluk çıkma­sından korktuğunu belirtirdi.
Başıboş kalan insanlar özellikle gençler arasında gereğinden fazla bir­likte bulunmalar zaman zaman uygunsuz şakalara yol açabileceği gibi, uzun birliktelikler aradaki saygının azalmasına karşılıklı olarak hatırların kırılmasına sebep olabilir. Sürekli aynı kişilerle birlikte olanlar da birbirle­rinden usanabilirler. Sık sık aynı ortamda bulunmaktan uzak durmak, din kardeşinin gönlünü kırıp ilişkilerin altüst olmasına sebep olmaktansa za­manın büyük kısmını çalışarak geçirip bir şeylerle meşgul olmak daha iyidir. Çok muhabbetin tez ayrılık getireceği sözü de buradan hareketle söylenmiş olmalıdır. Sohbetler ne kadar bal gibi de olsa bal yiyenin de baldan usanacağı gerçeği hiçbir zaman unutulmamalıdır.
Ömer'in bu tavsiyesi nasihat ve öğüdün zamanında yapılması gerektiği gerçeğini de hatırlatmaktadır. Zira bir kimseye din kardeşi da-nışmasa bile ona nasihat edip yol göstermek güzel bir prensiptir. İnsanlar arası ilişkilerde böyle dostça yapılan tavsiyelerin önemi büyüktür. Nite­kim oğlu Abdullah da babasının bu güzel adetini devam ettirenlerdendi. Bir gün Abdullah İbni Ömer, suyu az bir yerde bir çobanla bir koyun sü­rüsü gördü. Az ileride bu yerden suyu daha bol, ondan daha güzel bir yer daha vardı, ibni Ömer çobana koyunlarını çorak yerden alıp suyu bol olan tarafa götürmesini, zira kendisinin Resul-i Ekrem Efendimizden her çobamn sürüsünden sorumlu olduğunu duyduğunu söyledi.
insanlarla bu şekilde samimi ve sıcak diyaloglar aradaki sevgi ve saygının artmasına vesile olur. Sevgi ve saygı, samimiyet ve dostluk ise gönüllerdeki kin ve nefreti söker çıkarır, düşmanlığı yok eder. Güzel söz­ler, güzel örnekler aradaki sevgi bağlarını daha güçlendirir. Mümin her şeyin güzel olanını almalı, kötü olanını bırakmalıdır. Nitekim Resul-i Ek­rem Efendimiz bu hususta kötü şeyin kendilerini örnek olamayacağını, hibesinden dönen kimsenin kusmuğuna dönen köpek gibi olduğunu söylemiştir.
Hibe, bir karşılık olmaksızın, bir malı başkasma bağışlamaya denir. Hibe karşılıksız bir bağış olduğundan, başkasma yapılan bu bağışı geri almak tahrimen mekruhtur. Çünkü bunda cimrilik ve hasislik, İslam va­karına yakışmayan davranış vardır. Olgun insanlar böyle şeylere tenezzül etmezler. Hibesinden dönenin kusmuğuna dönen köpeğe benzetilmesi karşısında mecburiyet halleri olmadıkça, hibeden asla dönülmemelidir. Böyle kötü bir örnek mümine örnek olmamalıdır. Mümin din kardeşleriy­le olan ilişkilerinde onların kendisine yaptığı kötü davranışları örnek ala­rak aynısıyla karşılık veren, yapılan iyilikleri başa kakan, daha ileri gide­rek varsa hibe ve bağışlarını geri almaya çalışan bir insan konumuna düşmektense, kendisine yakışan şekilde davranmasını bilen bir insan ol­malıdır. Bunun kendisine yapılan kötülükleri kendisine örnek almamalı, yaptığı iyiliklerin ecir ve sevabını Allah'dan beklemeli hibe ve bağışla­rında da asla geri dönmemelidir. Zira şahsiyet sahibi olgun bir mümin böyle şeylerden uzak durur. Onda hile ve aldatma yoktur. O kişilik sahibi onurlu insandır. Resul-i Ekrem Efendimiz mümini tarif ederken müminin salih iyi kimse, münafığın ise hilekar kötü kişi olduğunu söylemiştir.
Mümin dünya menfaatine önem vermediği ve hırs peşinde koşma­dığı için dürüst insandır. Bunun için saf ve temizdir. İlişkilerinde hile ve sahtekarlık olmaz. Kimseyi kandırıp aldatmaz. Salah ve takva sahibidir. Daha fazla ahirete yönelik işlerle meşgul olur. Fakat samimiyeti olma­yan, Allah'dan korkmayan kötü ruhlu insanlar dünya menfaatine önem verirler ve karşılarındaki saf ve temiz müminleri iki yüzlülükleri ile, çe­şitli hile ve deşiklerle aldatmaya, kandırıp daha çok para kazanmaya ça­lışırlar. Kötü ve bencil kimselerdir. Kendilerinde hayır ve bereket yok­tur. Zaten toplum içindeki düşük ve bayağı hareketler genelde bu tip in­sanlardan kaynaklanmaktadır, insanlar arası ilişkilerin düzeyini düşü­ren bu gibi insanlardır. Kin ve düşmanlığı körükleyen, kardeşi kardeşe, dostu dosta düşman eden hep kötü niyetli kişilerdir. Ağızlarından çıkan kötü sözleri kulakları duymayan, olur olmaz her türlü hakareti savuran, sövüp sayanlar hep facir ve fasık ruhlu insanlardır. Halbuki sövmek, bir insana ağır hakaretler etmek kin ve nefreti körükleyen düşmanlığı hare­kete geçiren en olumsuz davranışlardan biridir.
Amr Ibni As da kişinin arkadaşları çoğaldığı zaman borçlarının da çoğalacağını söylerdi. Buradaki borçlar haklar demektir. Arkadaşlar çoğaldığı zaman, onların her birine karşı olan davranış ve hareketler birbirinden farklı olur. Herkesin durumuna göre idare edilmesi gereken ve gözetilmesi icab eden halleri vardır. Arkadaşın ihtiyacı varsa, elden gelen maddi yardımı yapmak, manen takviyede bulunmak, sözle ve be­denle yardımcı olmak, darıltmamak, sevgi ve saygıyı devam ettirmek gibi hakları gözetmek lazım gelir. Dolayısıyla arkadaşlar çoğaldıkça bu hak ve vazifeler de çoğalır.
Bir insana ihtiyacı olan kişinin onu ayağına çağırması doğru değil­dir. Uygun olan onun yanına gitmektir. Zeyd Ibni Sabif ten rivayet edil­diğine göre, bir gün Ömer Ibni Hattab kendisine geldi de içeri girmek için izin istedi. Zeyd ona izin verdi. Zeyd'in cariyesi o sırada onun başını tarıyordu. Zeyd, haber gönderseydi kendisinin halifeye geleceğini söy­ledi. Ama Ömer, kendisinin ona ihtiyacı olduğunu, ihtiyaç sahibinin gelmesinin daha doğru olduğunu belirtti. Ömer bir devlet başkanı olduğu halde kişisel bir işi için başkasını yanına çağırmayı edebe uygun bulmamış, bizzat kendisi gitmiştir. Bu, İslam ahlakmm en güzel kuralla­rından biridir.
Mümin, din kardeşleri ile olan ilişkilerine gereken dikkat ve hassa­siyeti gösterdiği zaman İslam ahlakmm gereğini yerine getirmiş olur. İs­lam ahlakmm gereğim yerine getirebilmenin en önemli şartlarından bi­rinin de yardımlaşmak olduğu hiçbir zaman unutulmamalıdır.