www.musluman.biz

10 Mart 2012 Cumartesi

SÖVMEK

Huseyin Ebu Emre - Harun Yildirim - ahlak ve imani dersler

SÖVMEK
Sebbetmek, sövüp saymak, karşıdakini rencide edecek şekilde ko­nuşmak, şerefine, namusuna, dinine, imanına, kısaca insanlık ve müslümanlık değerlerine söz etmek, saldırıda bulunmak demektir.
Başkasına sövmek, hakaret etmek, kötü söz söylemek, iftira etmek, namuslu insanların namusuna dil uzatmak, haksız yere birinin malını yemek, kanını dökmek, insanları dövmek, her nevi zulüm ve haksızlık, iyilikleri ve onlardan elde edilen sevabı ortadan kaldırır, sahibini cehen­neme sürükler.
Günahkar ve hatta kafir de olsalar, imansız olarak öldükleri kesin olarak bilinmediği sürece ölülere sövmek yasaktır. Çünkü günahkarın ve kafirin son nefesinde imanla ölmüş olma ihtimali vardır. Onlara mü­dahale edecek bir durum kalmamıştır. Onların yaptıklarının karşılığını verecek olan yalnızca Allah Teaîa'dır. Allah isterse onları bağışlar, ister­se cezalandırır. Burada insanın karışmasını gerektiren bir durum yoktur. Herkes kendi işine bakmalıdır. Hem iyi bir müslüman olmanın işareti, kendisini ilgilendirmeyen şeylerle meşgul olmamasıdır.
Ana ve babaya sövmek büyük bir günahnr. Ana ve babaya sövül­mesine fırsat vermek onlara itaatsizlik etmek demektir. Başkalarına sö­vüp hakaret eden kimse, kendi yakınlarına hakaret edilmesine sebep olur. Bu ise kötü bir davranıştır. Müslümana haksız yere sövmek, itham ve iftirada bulunmak haramdır. Müslüman ölülere sövmek, ayıplarını sayıp dökmek, lanet okumak, onların azab görmelerini istemek, hakaret etmek yasaklanmıştır. Hastalığa sövülmediği gibi rüzgara ve horoza sövmek de caiz değildir.
Resul-i Ekrem Efendimiz müminleri böyle duruma düşmemeleri konusunda zaman zaman uyarmıştır. Nitekim bir gün iki adam birbirle­rine karşı sövmeye başladı. Onlardan biri sövüyor, diğeri de susuyordu.
Efendimiz de oturuyordu. Sonra sövülen adam dayanamadı da şovenin sözünü kendisine iade etti. Bunun üzerine Efendimiz hemen oturduğu yerden kalktı. Kendisine niçin kalktığı sorulunca Efendimiz melekler kalktığı için kendisinin de onlarla birlikte kalküğını, sövülenin sükut et­tiği sürece meleklerin sövene sözünü geri çevirdiklerini, ne zaman ki sö­vülenin de sövenin sözünü geri çevirdiği zaman meleklerin kalkıp gitti­ğini söyledi.
Müslümanm din kardeşine sövmesi onu incitmesi yasaktır. Böyle bir şeye maruz kalan kişi, aynı şekilde karşılık verme hakkına sahiptir. Bu­nunla birlikte susar ve karşılık vermezse daha doğrusunu yapmış olur. Sustuğu sürece melekler onun yardımcısı olur. Fakat karşılık verince me­lekler aradan çıkar, yardımcısı olmazlar. Kötülüğün cezası, ona denk bir kötülüktür, fakat kim bağışlar ve kendisi ile düşmanı arasını düzeltirse, onun mükafatı Allah'a aittir. Buna göre kötülüğe misli ile karşılık verilebi­lir. Ama bağışlar, karşılık vermezse daha büyük sevaba nail olur.
Ümmetin ileri gelenleri hep böyle yapmışlardır. Nitekim Ebü'd-Derda'nın hanımı Ümmü'd-Derda'ya Abdülmelik'in yanında kendisine dil uzatıldığı söylediğinde Ümmü'd-Derda kendisini ayıplayan ve onu küçük düşüren adamın sözlerine önem vermemiş, herhangi kötü bir karşılıkta da bulunmamıştır. Bu da onun manevi derecesinin büyüklü­ğünü, iman ve ahlak bakımından olgunluğunu gösterir. Olgun olma­yanların ne kadar cahilce söz söyledikleri ortadadır. Abdullah Ibni Mesud arkadaşma hakarette aşırı giderek "Sen benim düşmanımsın" diyen bir adamın bu sözü sebebiyle İslam'dan çıktığını veya arkadaşın­dan beri olduğunu söyler, ancak dargınlardan tevbe edenin bu hüküm­den müstesna olduğunu belirtirdi.
Bir kimsenin düşmanı olduğunu söylemek ağır bir ithamdır. Bir müslümamn düşmam ancak kafir olur. Böyle bir niyetle söylendiği za­man eğer muhatab olan kafir değilse söyleyenin küfre düşmesinden, kü­für işlemiş kadar günahkar olmasından korkulur. Bundan kurtulmanın yolu tevbedir. Tevbe etmek, hakka dönmek gerekir.
İnsanın başına ne gelirse dilinden gelir. Din kardeşine hakaret eden, ona sövüp sayan bir küçük et parçası olan dildir. Halbuki insan dili da­hil bütün organlarını muhafaza edip korumakla sorumludur. İnsanoğ­lunun üçyüz altmış kemiği vardır. Bunlardan her biri için her gün bir sadaka gerekir. Her iyi söz bir sadakadır.'
İyi bir söz sadaka olduğuna göre bir insana hakaretler yağdırmak, sövüp saymak suretiyle günaha girmek yerine, güzel sözler söyleyip sa­daka sevabı almak daha güzeldir. En azından din kardeşine güzel sözler söyleyemeyecekse hiç olmazsa ona kötü sözler söylemekten uzak dur­malıdır. Bu da onun için bir sadaka olur.
Güzel sözler hayrın kapısı olduğu gibi kötü sözler de şerrin kapısı­dır. Dolayısıyla şer denilen kötülük kapısına ilk adımı atmaktan sakın­mak gerekir. Zira hayır yolunu ilk açan nasıl sevap kazanırsa, kötülük yolunu ilk açan da onun günahını yüklenir. Bu bakımdan birbirine kötü sözler söyleyerek sövüşmeye başlayan kişilerden günah sövüşmeye ilk başlayan üzerinedir. Efendimizin "Sövüşen iki kimsenin söyledikleri sö­zün günahı, sövülen mazlum sınırını aşmadıkça, ilk söze başlayan üze­rinedir" hadisi bunu gösterir.
Kendisine sövülen kimse, sövene fazlasıyle karşılık vermeyip yalnız kendine söyleneni geri çevirdiği takdirde sorumluluk söze ilk başlayana aittir. Benzer bir ifade ile birbirine söven iki kişinin günahı, mazlumun haddi aşmadıkça sövüşmeyi ilk başlatana yazılır.
Sövmek insanların arasını bozar. Nitekim Efendimiz bir gün asha­bına bühtanı bilip bilmediklerini sordu. Onların Allah'ın ve Resulünün daha iyi bildiğini söylemeleri üzerine Efendimiz insanların arasım boz­mak için söz nakletmek olduğunu söyledi.
Bir insana sövmek mümine yakışmaz. Sövmek çirkin bir davranış­tır. Niteki İyaz Ibni Hımar Resul-i Ekrem Efendimize bir adamın kendi­sine sövdüğünü söyleyince Efendimiz birbirine şovenlerin şeytan olduk­larını, öyle kişilerin saçma sapan şeyler söylediklerini haber verdi.
Birbirine kızıp kavga eden insanlar karşılıklı olarak sövmeye başla­dıkları zaman akıl ye iradelerini kaybetmeye, nefislerine mahkum olma­ya başlarlar. Nefis kendi haline bırakıldığı zaman kötülüğe meyleder. Kötülüğe meyleden ise haktan sapmış, batıla dalmış demektir. Hakkın bir istikameti, bir sınırı vardır. Ama batılın sınırı ve hududu yoktur. Hakkın dışındaki her şey batıldır. Böyle olunca batıla dalan insanların yaptıkları her iş kötü, söyledikleri her söz çirkindir. Çünkü kendilerinde itidal ve ölçü kaybolmuştur. Başkalarına sövmekten, kötü söz söylemek­ten çekinmezler, yalan söyleyip kandırmaktan haya etmezler. Böyle kötü bir duruma düşmemek için çirkin sözler söylemekten daima kaçınmak ve kötü söyleyenlere karşılık vermemek gerekir. Kötü söz sahibine aittir. Olgun müminler böyle düşük davranışlardan sakınmalıdırlar.
İnsanlarla karşılıklı cidalleşmede, kavga edip kötü söz söylemede kibir ve enaniyet vardır. Halbuki bu ümmetin peygamberine müminle­rin birbirlerine karşı alçak gönüllü olmaları, haksızlık etmemeleri ve bir­birlerine karşı övünüp kibirlenmemeleri vahyolunmuştur. Kendisinden daha aşağı olan insanlar içinde bir adamın kendisine sövmesi duru­munda ona karşılık vermenin günah olup olmadığım soran Iyaz Ibni Hımar'a Resul-i Ekrem Efendimiz cevaz vermemiş ve birbirine söven ki­şilerin her ikisinin de birer şeytan olduğunu, şeytanların ise saçmalayıp birbirlerine karşı yalan söyleyip iftira ettiklerini söylemiştir.
İnsanlık seviyesi ve dindarlık bakımından kendisinden aşağı olanla­rın kötü sözlerine karşılık vermemek onların seviyesine inmemek bir er­demdir. Onlardan gelebilecek maddi manevi her şeyin uygun şekilde defedilmesi, iman onurunun muhafaza edilmesi bakımından önemlidir. Nitekim zamanıyla kendisine ağır hakaretler eden Mekkeli müşriklerin bu tür kötü davranışlarına Efendimiz hiçbir zaman karşılık vermemiş, kendisine biraz daha yakın olanların verdiği hediyeleri bile kabul et­memiştir. Iyaz İbni Hımar da bunlardan biridir. Iyaz müslüman olma­dan önce Efendimize bir deve hediye etmek istemiş ama Resul-i Ekrem Efendimiz "Ben müşriklerin bağışından hoşlanmam" buyurarak bu he­diyeyi reddetmiştir. Allah'ı tanımayan, dini değerlere sövüp sayan müşriklere karşı gösterilecek en güzel tavır budur. Efendimiz dini bir maslahat dışında bir dostluk ve sevgi kazanmak maksadıyle müşrikler tarafından verilen bu kabil hediyeleri kabul etmemiştir.
Kalbi ile dili doğru olmadıkça insan güzel ahlak sahibi olamaz. İn­sanın kalbinden güzel şeyler geçmez, dilinden güzel sözler çıkmazsa o insan doğru yoldan çıkmış, fıskı fücura dalmıştır. Halbuki Resul-i Ek­rem Efendimiz kötü söz söyleme ve başkalarına sövme konusunda "Müslümana sövmek fasıklıktır" buyurmuştur.
Fasıklık veya fısk, hak yoldan sapmaktır. "Şeytan, rabbinin emrinden çıktı" ayetinde bu mana açıkça görülmektedir. Dolayısıyla haktan sa­pan ve çizgiden çıkan her olay fısk kelimesiyle ifade edilir. Haksız yere müslümana sövüp saymak işte bu manada bir fısktır. Fasık da yoldan çıkmış günahkar kimse demektir. Sebbetmek, sövüp saymak, karşısında­kini rencide edecek şekilde konuşmak, şerefine, namusuna, dinine, ima­nına, hasılı insanlık ve müslümanlık değerlerine söz etmek, saldırıda bu­lunmak demektir. Bunları yapan bir insan elbetteki hak yoldan sapmış, batıl yola girmiştir. Haktan sonra ise ancak dalalet ve sapıklık vardır. Böy­le bir insan da fasıktır, fısk sahibidir. Halbuki bu ümmetin peygamberi as­la kötü söz söylemezdi. Kimseye lanet etmediği gibi kimseye de sövmez-di. Ne kadar öfkelenirse öfkelensin öfkeli halinde sadece karşısındaki ki­şiye "Ona ne oluyor? Alnı toprak olasıca" demekle yetinirdi.
Efendimiz öfkeli ve hiddetli anlarında dahi güzel ahlakının gereği olarak asla kötü söz söylemezdi. Aksine kalbini sürekli kontrol ettiği gi­bi diline de sahip olurdu. Mümin de insanları kötüleyen, lanetleyen, kö­tü söz ve çirkin davranış sergileyen kimse olamaz. Eğer olursa yaptığı iş yanlış, söylediği sözler vebaldir. Resul-i Ekrem Efendimiz bu yapılan işin yanlış olduğunu müslümana sövmenin fasıklık, onu öldürmenin küfür olduğunu belirterek açıklamıştır.
Sövüp sayarak, karşısındaki insanı rencide edecek şekilde konuşa­rak, onun şerefine, namusuna, dinine, imanına, bütün insanlık ve müslümanlık değerlerine saldırıda bulunmak fıskdır. Onun şerefine saldırmakla yetinmeyip daha da ileri giderek onu öldürmek ise fısktan be­ter bir günahtır ve müslümanla savaşa tutuşmak, onu öldürmeye teşeb­büs etmek ve onu öldürmek küfürdür.
Müslümana sövmek fasıkların, ona karşı savaşmak da kafirlerin işi­dir, onlara yakışır. Dolayısıyla böyle bir yola sapanların fısk ve küfür ba­taklığına düşmelerinden korkulur. Bir müslümanı öldürmek haramdır. Böyle kesinlikle haram olan bir işi helal kabul ederek işlemek insanın küfre düşmesine sebep olur. Mümini mümin olduğundan dolayı öldür­mek yine küfürdür; çünkü bir mümini ancak kafir öldürür. Bu gibi mak­satlar dışında bir müslümanı öldürmek haram olur, büyük günahlardan sayılır, fakat küfür olmaz. İşin manevi sorumluluğunu vurgulamak, böyle hareketlerden sakınmak bakımından yapılan bu kötü iş küfür lafzı ile ifade edilmiştir. Zira bir mümini öldürmek en büyük zulüm ve hak­sızlıktır, Allah'ın haram kıldığı bir cana kıymak en büyük nankörlüktür, küfran-ı nimettir.
Bir adamın bir başkasını fasıklıkla ve küfürle itham etmemesi gere­kir. İtham edilen öyle değilse o takdirde itham itham edenin kendisine döner. Bir kimseye ağır ve kötü laflar söylemek, onu fasıklıkla ve kü­fürle itham etmek son derece ağır suçlardır. Böyle şeylere kesinlikle dili alıştırmamak ve böyle bir üslup kullanmamak gerekir. Sözlerin en ağırı, başkasını küfürle itham etmektir. Bundan son derece kaçınmak icab eder. Öyle ki küfür isnad edilen kişi sanıldığı gibi değil de masum, maz­lum bir kişi ise atılan bu iftira sahibine geri döner de onun küfre düşme­sine sebep olur. Sözler birer ok gibidirler. Hedefine gitmezse, döner sa­hibine gelir. Böyle şeyler toplumsal barışı yok eder, insanları birbirine düşürür. Çünkü bu gibi karalayıcı sözler karşıdakine eziyet eder, in­sanların sosyal itibarını zedeler. Mümin din kardeşlerine karşı böyle ka­ralayıcı davranışlardan uzak durmalıdır. Eğer karşıdaki kafirse itham edici sert ve katı davranışlar onu küfründe ısrar etmeye sevkettiği gibi nefretinin artmasına da sebep olur. Böyle durumlarda dini maslahat kaybolur. Halbuki İslam tebliğ ve davet dinidir. Tebliğ ve davetin en güzel şekli de güzel sözle, tatlı dille yapılır. Güzel söz Önemli olduğu gi­bi, güzel davranış da son derece önemlidir, insanları ürkütecek, kin ve nefretlerini artıracak tutumlara asla baş vurmamalı, şuna buna sövüp sayma suretiyle yanlış bir tavır takmılmamalıdır. Mümin sözüyle eyle­miyle insanlara örnek olacak güzel ahlaka sağlam karaktere sahip olmak zorundadır. Aksi halde İslam'ın yüceliğini, dinin güzelliğini başkalarına anlatamaz. Anlatsa da ispat edip gösteremez.
Dilin insana açtığı yaralar sadece bunlarla sınırlı değildir. O insana daha başka zararlar da verir. Yine hadiste belirtildiğine göre bir kimse bi­lerek kendisini babasından başkasına nispet ederse, küfretmiş olur. Men­subu olmadığı bir toplulukdan olduğunu iddia ederse, cehennemdeki ye­rine hazırlanmalıdır. Bir adama küfür isnad eder veya birisine "Ey Al­lah'ın düşmanı!" der o da böyle değilse söylediği söz kendine döner.
Bildiği halde babasından başkasını baba kabul etmek ve onu baba olarak görmek Allah'ın takdirini beğenmemektir ki en büyük küfran-ı nimettir. Burada nimeti inkar nankörlüğü olduğu gibi, yalana baş vur­mak gibi iki kötü huy vardır. Her ikisi de haramdır. Bir kimsenin malı­na, şerefine ve ilmine rağbet gösterip, ondan menfaat temin etmek mak­sadı ile başvurulacak bir sahtekarlık yoludur. Allah Teala'nın verdiği meşru bir babayı ve böyle şerefli bir nimeti inkardır. Gerçek olmayan bir yalanı gerçek gibi kabul kabul ederek başkasını baba edinmek niyetini taşıyorsa insanı küfre götürür. Her ne suretle olursa olsun böyle kötü iddialarda bulunmak günahtır, bu gibi şeylere tevessül dahi düşünül­memelidir.
Mensub olmadığı bir cemaate, bir topluluğa intisabı iddia etmek de babasından başkasına intisab iddiası gibi kötü ve çirkin bir iştir. Bu gibi kötü ve çirkin işleri yapanlar tevbe etmezler, hallerini düzeltmezlerse ilahi rahmetten mahrum kalır, azabı hak etmiş olurlar.
Adam kafir veya Allah'ın düşmanı olmadığı halde ona, kafir veya Allah'ın düşmanı diyene, söylediği söz kendisine geri döner. Mümin her şeyine dikkat ettiği gibi ağzından çıkan her söze de dikkat etmek zorun­dadır. Sövmek, kötü sözler söylemek, insanı öfkelendiren tehlikeli hal­lerdir. İnsan sinirlenip öfkelendiğinde sağlıklı düşünemez hale gelir. Akıl devreden çıkar. Aklı devreden çıktığı bir durumda insanın başına neler geleceğini kimse tahmin edemez.
Resul-i Ekrem Efendimizin yanında iki adam sövüştü. Bunlardan biri sinirlendi. O kadar çok sinirlendi ki, yüzünün şekli bile değişti. Bunun üzerine Efendimiz "Ben bir söz biliyorum ki eğer onu bu adam deseydi, içinde bulunduğu hal kendisinden giderdi" buyurdu. Efendimizin böyle durumlarda "Euzübillahi mineşşeytanirracim: Kovulmuş şeytandan Al­lah'a sığın" demesi adama bildirilince öfkeli adam kendisinde delilik mi var ki böyle diyeceğini söyleyerek euzü çekmeyi kabul etmedi.
Dilin insanın basma neler getirdiği burada açıkça görülmektedir. Başlangıçta kötü sözler söyleyerek sövüp sayan, bunun arkasından öfke seline kapılan, ardından da bir peygamberin nasihat dolu tavsiyesini kabul etmeyen bir adamı bu duruma düşüren dilidir ve dilinden çektiği zarardır. Öyle ise insan onurunu bu derece tehlikeye atan dili kontrol al­tına almak son derece önemlidir. Cirmi küçük olmakla birlikte dilin cürmü, yani işlediği suçlar büyüktür. O söylediği sözlerle insana Al­lah'ın rızanı kazandırdığı gibi, gazabını üzerine çekmeye de sebep olur. Nitekim Efendimiz dilin bu tehlikesine dikkat çekerek "İki müslümanla Allah arasında bir perde vardır. Bunlardan biri, arkadaşına darılır da kö­tü söz söylerse Allah'ın perdesini yırtmış olur. Bunlardan biri de diğeri­ne "Sen kafirsin! "derse ikisinden biri kafir olur" buyurmuştur.
Birbirine sadık kalan ve birbirini incitmeyen iki müslüman bu hal üzere bulundukları sürece onların koruyucuları Hak Teala'dır. Eğer bunlardan biri haddi aşar ve arkadaşını gücendirecek olursa, Allah'ın himayesinden çıkarlar. İlahi koruma ve himayeden mahrum kalan bu insanlar kendi haline kalırlar, artık birbirleriyle uğraşır dururlar. Halbu­ki dillerine sahip olup kötü söz söylemeseler Allah'ın himayesinde ya­şamaya devam ederlerdi.
Öfkesinden gözleri kızaran adamın kendisinde delilik mi olduğunu sorması din adına bir şey bilmediğini göstermektedir. O istiazenin deli­lere mahsus olduğunu sanmış, kızgınlığın şeytanm tesiriyle meydana gelen bir hal olduğunu bilmemiştir. Bu adamın münafıklardan yahut kaba saba bedevilerden olması muhtemeldir. Kızgınlık şeytanın tesiriyle meydana geldiği içindir ki, kızan kimse itidalini kaybeder. Batıl şeyler söylemeye ve çirkin işler yapmaya başlar. Karşısındakine buğz ve kin besler. Bundan dolayıdır ki Efendimiz kendisinden hayırlı bir tavsiye is­teyen zata "Kızma!" diye tavsiyede bulunmuş, o kişi istediğini tekrarla­dıkça kendisi de bu sözü tekrarlamıştır. Bu gösterir ki, kızmanın zararı büyük, doğuracağı sonuçlar da vahimdir.
Dilin iyi bir şekilde kullanılması insanlar arası ilişkilerde çok önem­lidir. Özellikle lider konumunda olan kişilerin her sözü önemli, her söy­ledikleri değerlidir. İtibara alınır, üzerinde yorumlar yapılır. Bu gibi önemli mevkide olan insanların topluma hitap şekilleri büyük önem arzeder. Yapılan bir hatayı düzeltirken bile onları incitmemeye, hata sa­hibini ele vererek onurunun incinmemesine dikkat etmelidirler. Nitekim her konuda olduğu gibi bu konuda da en güzel örnekler Resul-i Ekrem Efendimizin hayatında mevcuttur.
Efendimiz böyle durumlarda belli kimseleri direk olarak hedef al­maz, genel olarak hitap eder, muhatabı ezmek yerine, onları uygun bir dille uyarıp ıslah etmeyi tercih ederdi. Nitekim bir gün kendisi bir iş yaptı ve o işin yapılmasına ruhsat verdi. Ne var ki bazı müslümanlar onun ruhsat verdiği bu işi yapmaktan kaçındılar. Onu yapmadılar da kendilerine göre takva yolunu seçtiklerini zannettiler. Onların bu tutu­mu Efendimize ulaşü. Bunun üzerine Efendimiz bir konuşma yapmaya karar verdi, Allah'a hamd ve senadan sonra "Bazı kimselere ne oluyor ki, benim yaptığım şeyden kaçınıyorlar da onu yapmıyorlar? Allah'a yemin ederim ben Allah'ı o kimselerden daha iyi bilirim ve onlardan daha çok Allah'dan korkarım" buyurdu.
Efendimizin yapılmasına izin verdiği bir işi, ashabdan bir kısmının yapmaktan sakınmaları ve onu yapmaktan çekinmeleri elbetteki doğru bir davranış değildir. Ramazan gecelerinde kişinin eşiyle birlikte olabi­leceği ruhsatını onlar kendilerine göre uygun bulmadılar. Bunun takva­ya aykırı bir davranış olduğunu zannettiler. Bunu öğrenen Efendimiz onlara bir ders vermek, yaptıkları davranışın yanlış olduğunu belirtmek istedi. Ama güzel ahlakının gereği olarak bu kişileri karşısına alıp ko­nuşmak yerine, dolaylı bir ile ifade ile muhatabı deşifre etmeden uyar­mayı daha uygun buldu.
Kişilerin ismini vererek ikazda ve ihtarda bulunmak, ilgili kişilerin kırılmasına ve incinmesine yol açacağı için, Efendimiz böyle bir hareket­te bulunmaz, insanları yüzlerine karşı ayıplamazdı. İsimlerini vermeden "Bazı kişilere ne oluyor ki" buyurarak genel bir ifade ile uyarısını yapar, muhatabı mahcup duruma düşürmeden hedefine ulaşmaya çalışırdı. Zi­ra dinin maksadı insanları irşad ve ıslahtır. Onları ifsad etmek, küçük düşürmek değildir. İslam eğitim ve öğretim usulünde bu yöntem son derece önemlidir ve kişilerin uyarılmasında en çok dikkat edilmesi ge­reken usullerden biridir. Nitekim bir gün yanına gelen bir adamın üze­rinde zaferan sarılığının izini gören Efendimiz adam kalkıp gidince as­habına adamın o sarılığı gidermesinin daha iyi olacağını belirtti. Onu adamın yüzüne karşı söyleyip kendisini mahcum etmedi. Zaferan kokusundan hoşlanmadıkları halde adamın yüzüne karşı gitmesini, te­mizlendikten sonra gelmesini söylememiştir. Eğer bazı durumlarda mu­hatabı yüzüne karşı uyardığı olmuşsa da bunlar nadirdir ve genellikle dolaylı ifadelerle muhatabı uyarmayı tercih etmiştir.
Muhatabın ezilmesi, mahcup edilip toplumda küçük düşürülmesi, veya kendi zannına göre karşıdaki insanın nifakla itham edilmesi ciddi konulardır ve bu gibi konularda daha dikkatli davranmak lazımdır. Kı­lıcın açtığı yaranın daha çabuk iyileşeceği, ama dil yarasının iyileşmesi­nin daha zor olacağı düşünüldüğü zaman dil yarası açmaktan daha çok sakınmak gerekir. Nitekim Resul-i Ekrem Efendimiz Ali'yi ve Zübeyr Ibnü'l Avvam'ı atlı olarak bir defasında Mekke'ye doğru gön­dermiş ve onlara falan bahçeye ulaşmcaya kadar gitmelerini, orada bir kadın bulacaklarını kendisine Hatıb İbni Ebi Belta'a tarafından Mekke müşriklerine fetih hazırlıklarını bildiren bir mektup verildiğini, o mek­tubu kendisine getirmelerini emretti.
Onlar Efendimizin buyurduğu şekilde kendilerine emredilen yere kadar gittiler ve kadını bulup kendisine verilen mektubu alarak Medi­ne'ye geri döndüler. Bunun üzerine Ömer Efendimize Hatıb İbni Ebi Beltaa'nın Allah'a, onun Resulüne ve müminlere ihanet ettiğini, onun bir münafık olduğunu, kendisine izin verirse onun boynunu vuracağını söyledi.
Resul-i Ekrem Efendimiz Hatıb'a neden böyle bir şey yaptığını so­runca Hatıb kendisinde nifak olmadığını, Allah'a iman eden bir kimse olduğunu, sadece Mekke'deki akrabalarına yardım etmek istediğini söy­ledi. Resul-i Ekrem Hatıb'ın doğru söylediğini, onun Bedir savaşında bulunan bir insan olduğunu, Allah'ın da o savaşta bulunanları af ve mağfiret ettiğini, onların cennetlik olduğunu haber verdi. Bunun üzerine Ömer'in gözleri yaşardı ve Allah ve Resulünün daha iyi bildiğini söyleyerek kendi düşüncesinden vazgeçti.
Efendimiz hicretin sekizinci yılında Mekke'yi fethetmeye karar ve­rip savaş hazırlıklarına girişince, harekatın gizli kalması ve Kureyş'in bundan haberdar olmaması için tedbir almıştı. İşte o sırada Hatıb Ibni Ebi Belta'a Mekke'de bulunan müslüman akrabasının müşriklerden za­rar görmemesi için müşriklere bir taviz olarak onlara savaş hazırlığını bildiren bir mektup yazdı ve onu bir kadınla Mekke'ye gönderdi. Ama mektup ele geçirilip Resul-i Ekrem'in huzuruna getirilince durum ortaya çıktı. Ömer'in onun münafık olduğunu söyleyip boynunu vurmasını istemesine Efendimiz izin vermemiş, Hatıb'm nifakla nitelendirilmesini doğru bulmamıştır. Müslümanlar arasındaki barış ve huzur ortamının muhafaza edilmesi bakımından son derece önemli olan bu uygulama ta­rihin her döneminde geçerli olduğu gibi günümüzde de geçerlidir. Kar­şıdaki düşmanla uğraşma yerine kendi kendilerine düşmelerine sebep olmak ölümden daha beter bir fitneye yol açar. Bundan kaçınmak la­zımdır. Sinelerin toplu vurmasına dikkat etmek gerekir. Zira sinelerin toplu vurması durumunda onu topların sindiremeyeceğini hiçbir zaman unutmamak lazımdır.
Uteyye İbni Damre babasının yanında cahiliyedeki kavmiyet iddia­sında bulunan bir adam gördü. Babası ona kapalı kinaye yollu değil de açık olarak sövdü. Bunun üzerine arkadaşları babasına baktılar. Babası onlara bu sözünden hoşlanmadıklarını ama bu hususta kimseden kork­madığını söyledi ve Efendimizden işittiği "Cahiliyenin kavmiyet iddia­sını yapana açıkça sövünüz, ona kapalı söylemeyiniz" hadisini anlattı.
İslam'dan önce Arabistan'daki kabileler birbirlerine karşı neseble, soy ve sülaleri ile evlat ve mal çokluğu ile övünürlerdi. Her kabile haklı haksız kendi mensuplarını korur ve tarafgirlik gayreti ile hem dövüşür, hem de savaşırlardı. Her kabile kendine has vasıflarla üstünlük dava­sında bulunur ve bunu şairleri, edibleri vasıtasiyle panayırlarda ve top­lantılarda dile getirirlerdi. Böyle ırkçılık ve sırf neseb şerefi iddiasiyla kabileler arasmda çok kanlar dökülmüştür. Hak ve hukuk çiğnenmiş ve boş yere büyük zulümler işlenmiştir.
İslam dini bu anlayışı kökünden reddetmiş ve böyle bir davada bu­lunmayı affedilmez bir suç saymıştır. Zira insanlar tek bir soydan üre-mişlerdir. Başlangıç noktası ilk insan Adem'dir ve bütün insanlık onun neslidir. İnsanlar şeref ve kıymetlerini soylarmdan değil, ahlak ve yaşa­yışlarından, ulvi gaye ve imanlarından kazanırlar. Bütün müminler kar­deş olduğuna göre, hiç bir müminin diğer mümine soyca üstünlüğü olamaz. Allah katında üstünlük ve iyilik ancak takva iledir. Takvası, ya­ni Allah'ın emirlerine ve yasaklarına riayeti en fazla olan, Allah katında en iyi olan kimsedir. Allah katında makbul olan hak din islam dinidir, bütün peygamberlere gelen tevhid dinidir. Bu tek ve gerçek din şuuru içinde birleşmek ve yaşamak, millet bütünlüğünü, birlik ve beraberliği­ni, kardeşçe yaşama İmkanını sağlar, Halbuki kabile ve ırk ayırımları sayılmayacak kadar çok olduğundan ve kabilelere bağlı gerçek bir hayat nizamı bulunamayacağından soylara bağlı olarak tarafgirlik iddiasında bulunmak, ilim ve şuurdan uzak kalan boş bir dava olur ve arkasından da toplumun bütünlüğü darmadağın hale gelir.
Tahribat ve zararı affedilemeyecek kadar büyük olan kavmiyet ve ırkçılık davasında bulunmak, kabile ve soylara bağlı kalarak hak ve ada­leti çiğnemek suçunu işleyenlere en ağır şekilde sövmeye izin veril­mektedir. Bu hareketle kavmiyet davasmda bulunanlar susturulmuş olurlar ve utandırılarak bir daha böyle yıkıcı bir iddiada bulunmaya ce­saret edemezler.