www.musluman.biz

10 Mart 2012 Cumartesi

“EL” VE “YÜZ” SIFATI DERSİ

ÇARŞAMBA SAHİHİ BUHARİ
TEVHİD BABI
“EL” VE “YÜZ” SIFATI DERSİ

7406- Câbir ibnu Abdullah -Allah ondan razı olsun- şöyle dedi:

«De ki: Allah, sizin üzerinize azab göndermeye kâdirdir.» âyeti inince Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem:
-"Allahım! Senin vechine sığınırım" dedi.
«veya sizin ayaklarınızın altından» Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem:
-"Allahım! Senin vechine sığınırım" dedi.
« yahut sizi fırkalara ayırıp birbirinize düşürerek kötülüklerinizi birbirinize tattırmaya kadirdir!"» Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem:
-"Bu daha kolaydır" buyurdu. (Hadisin geçtiği yer: 4628, 7313, 7406)


Sohbet

Yüce Allah’ın uluvv ile fevkıyyeti (yani yukarıda ve üstte oluşu) hususunda açık ifadeler taşımaktadır. Bu nasslardan kasıt semada yüce Allah’ı ihtiva eden bir zarfın bulunduğunu anlatmak değildir. Aksine: "fi: ...de, da" birçok ilim ehli ve dilbilginlerinin söyledikleri gibi "ala: üzerinde, ...e, a" anlamındadır ve birçok yerde "fi" edatı "alâ" anlamında da kullanılmaktadır.
Yüce Allah’ın: "Ve andolsun hurma dallarına asacağım." (Tâ-hâ, 20/71) buyruğunda olduğu gibi; yahut ta semadan kasıt üst cihettir. Her iki anlama göre de bu buyruklar yüce Allah’ın yarattıklarının üstünde oluşuna dair açık bir nass teşkil etmektedir.
Sözü geçen "rukye" (okumak yoluyla hastaya şifa talebinde bulunmak, tedavi etmek) hadisinde rububiyeti, uluhiyeti, isminin takdisi, yarattıklarının üstünde oluşu, şer’î ve kaderî emrinin umumi oluşu belirtilerek O’na senada bulunulmak suretiyle tevessülde bulunulmaktadır. Daha sonra da bütün semavattakileri kuşatan rahmeti vesile olarak zikredilip yeryüzünde bulunanlara da bu rahmetinden bir pay ayırması istenmektedir.
Arkasından büyük ve küçük günahların bağışlanması için yalvarılmaktadır. Sonra da yüce Allah’ın kulları arasından hoş ve temiz kimseler olan peygamberler ile onlara tabi olanlar hakkındaki özel anlamıyla rububiyeti vesile kılınmaktadır.
Bu rububiyetinin eserleri arasında ise onları din ve dünyanın gizli ve açık nimetlerine garketmiş olmasıdır. Yüce Allah’a bu çeşitli vesileler ile yapılan bir duanın hemen hemen reddi söz konusu olmaz.
Bundan dolayı Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- bu duadan sonra ne kadar hastalık varsa, mutlaka ortadan sildiği Allah’ın şifasını istemek için dua etmiş bulunmaktadır.
Bu duasında da yüce Allah’tan başkasına yalvarmak söz konusu değildir. Bu duada Allah’tan başkasına yapılan herhangi bir yalvarıp yakarma yoktur.
Birtakım zatlarla, şahıslarla, filanın hakkı, filanın yüzü suyu hürmeti ve buna benzer ifadeler ile vesileler kılan, aracılar koyan, kabir abidleri acaba bunun farkına varırlar mı?
Sohbetten Öğrendiklerimiz

1. Allah, sizin üzerinize azab göndermeye kâdirdir.
2. Allah Azze ve Celle kendisini nasıl vasfediyor ise öyledir.
3. Yüce Allah’ın uluvv sıfatı vardır.




7437-  Ebu Hureyre -Allah ondan razı olsun- şöyle dedi: İnsanlar:
-Ey Allah'ın Rasûlü! Kıyamet günü Rabbimizi görecek miyiz? diye sordular. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem:
-"Hiçbir bulut olmadığı zaman dolunayı görmede birbirinizle itişip kakışır mısınız? buyurdu.
-Hayır, ey Allah’ın Rasûlü, dediler. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem:
-"Bulut olmadığı zaman güneşi görmede birbirinizle itişip kakışır mısınız? Diye sordu. Onlar da:
-Hayır ey Allah'ın Rasûlü! dediler. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
"İşte sizlerde Rabbinizi öylece göreceksiniz. Kıyamet günü insanlar toplanırlar ve Allah Azze ve Celle onlara der ki: Her kim neye tapıyor idiyse ona tabi olsun. Onlardan kimi güneşin kimisi ayın kimide tağutlara tâbi olur. Bu ümmet kalır ve içlerinde münafıklar vardır. Allah Azze ve Celle onlara gelip der ki: Ben sizin Rabbinizim. Onlar derler ki: Rabbimiz gelene kadar burası bizim mekânımızdır. Rabbimiz geldiğinde biz O’nu tanırız. Allah Azze ve Celle, onlara gelip der ki: Ben sizin Rabbinizim. Onlar sen, bizim rabbimizsin derler. Allah Azze ve Celle onları çağırır. Sırat köprüsü cehennemin orta yerine kurulur. Peygamberler içinde ümmetiyle ordan ilk geçecek ben olurum. O gün peygamberlerin sözü “ Allahumme sellim, sellim” ( Allahım selâmet ver, selâmet ver) Cehennemde sa’dân dikenine benzer kancalar vardır. Sizler sa’dân dikenini gördünüz mü? Evet dediler. O tıpkı sa’dân dikeni gibidir. Ancak, onun ne kadar büyük olduğunu Allah bilir. Bun kancalar, insanları amellerinden dolayı kaparlar. Onlardan kimi ameli sebebiyle helâk olur, kimi de hardal tanesi gibi ezildikten sonra kurtulur. Allah azze ve celle cehennem ehlinden rahmet etmek istediğinde meleklerine Allah’a ibadet edenleri çıkarmalarını emreder. Melekler onları çıkarırlar. Onları secde izlerinden tanırlar. Allah azze ve celle cehenneme secde izini yemeyi, onu yakmayı haram kılmıştır. Onlar cehennemden çıkarlar. Cehennem Adem oğullarının secde izi hariç bütününü yer. Bunlar cehennemden kavrulup kapkara olarak çıkarlar. Üzerlerine hayat suyu dökülür. Selin uğradığı tohum gibi biterler. Sonra Allah azze ve celle kulları arasında ki hükmünü tamamlar. Cennet ile Cehennem arasında bir adam kalır. O ise cehennem ehlinden cennete girecek olan sonuncu şahıstır. O şahıs, yüzü cehennem tarafına çevrilmiş bir halde der ki: Ey Rabbim! Yüzümü ateşten döndür. Onun kokusu beni zehirledi ve onun parlaklığı beni yakıyor. Allah azze ve celle der ki: Dediğin yapılırsa bundan başka bir şey istemeyecekmisin? Adam, izzetine yemin olsun ki hayır der. Allah azze ve celle o ahd ve misaktan ona dilediğini verir. Allah onun yüzünü cehennemden uzaklaştırır. O şahsın yüzü cennete döndürüldüğünde, cennetin görkemini cennet ehlinin sevincini görür. Allah’ın dilediği kadar susar. Sonra der ki: Ey Rabbım! Beni cennetin kapısına yaklaştır. Allah azze ve celle ona der ki: Daha önce istediğin şeyler dışında başka bir şey istemeyeceğine dair ahd ve mîsak vermemişmiydin? Adam dedi ki: Ey Rabbim! İnsanların en mutsuzu, sıkıntı çekeni ben olmayayım. Allah azze ve celle derki: Umarım bu istediğini verdiğimde, başka bir şey istemeyesin. Ahd ve mîsaktan dilediğini verir ve onu cennetin kapısına yaklaştırır. Cennetin kapısına geldiğinde, orada ki güzelliği, parıltı ve mutluluğu görür. Allah’ın susmasını dilediği kadar susar. Der ki: Ey Rabbim! Beni cennetine girdir. Allah Azze ve Celle der ki: Sana yazıklar olsun ey Âdemoğlu, sen ne sözünde durmaz kimsesin! Verdiğimden başka bir şey istemeyeceğine dair ben senden ahd ve mîsak almamış mıydım? Adam der ki: Ey Rabbim! Ben yarattıklarının en mutsuzu, en sıkıntı çekeni olmayayım. Onun bu sözünden dolayı Allah Azze ve Celle güler. Sonra o kimseye cennete girmesine izin verilir. Allah Azze ve Celle ona der ki: Temenni et, O’da temenni eder. Hatta onun temennileri, istekleri bitince Allah Azze ve Celle ona bunu ve bunu da iste diye ona hatırlatmada bulunur. İstekleri bitince Allah Teâlâ ona der ki: Bu istediklerin ve bununla beraber bir misli verildi." (Hadisin geçtiği yer: 7437)


Sohbet
Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem  Efendimiz hadiste, mü’minlerin âhirette Allah Teâlâ’yı rahat bir şekilde göreceklerini anlatmaktadır. Ashâb-ı kirâmın, “Acaba orada Rabbimizi net bir şekilde görebilecek miyiz?” diye endişeye kapılmaması için onlara bir misâl getirmiş, berrak bir gecede dolunayı görebilmek için insanların birbirini itip kakmasına, sıkışıp üst üste yığılmasına gerek kalmadığı gibi, onların da Cenâb-ı Hakk’ı açıkça göreceklerini belirtmiştir.
Mü’minlerin âhirette Allah Teâlâ’nın eşsiz güzelliğini göreceklerine dair hadisler Ebû Bekir, Ali, Muâz İbni Cebel, Abdullah İbni Mes’ûd, Abdullah İbni Abbâs, Abdullah İbni Ömer gibi en az yirmi büyük sahâbî tarafından rivayet edilmiş ve bu rivayetler bize mütevâtir olarak yani en sağlam şekilde gelmiştir.
Zaten Kur'ân-ı Kerîm’deki muhtelif âyetler de Cenâb-ı Hakk’ın âhirette ayan beyan görüleceğini ortaya koymaktadır. Bu âyetler arasında konuyu en açık şekilde ifade edeni: Yüzler vardır ki, o gün ışıl ışıl parıldayacak, Rablerine bakacaktır (O'nu görecektir)” (Kıyâmet sûresi (75) 22-23) âyet-i kerîmesidir.  
Cehennemlikler anlatılırken de “Hayır! Onlar şüphesiz o gün Rablerinden (O'nu görmekten) mahrum kalmışlardır” (Mutaffifîn sûresi (83) 15) buyurulması, birtakım bahtsızların Rablerini görme şeref ve saâdetine eremeyeceklerini ortaya koymaktadır.
Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem “İyi işler yapanlara daha güzel karşılık, bir de fazlası vardır” (Yûnus sûresi (10) 26) âyetini tefsir buyururken “fazlası” kelimesini, Allah Teâlâ’nın mübarek yüzüne bakmak diye açıklamıştır.
Nebiyy-i Muhterem Efendimiz birinci hadîs-i şerîfi söyledikten sonra “Durum böyle olduğuna göre, güneşin doğup batmasından önceki namazları elinizden geldiğince kılmaya ve onları ihmal etmemeye gayret ediniz” buyurmuş, yani sabah uykusu ile ikindi vaktinin yoğun işlerinin namazı ihmal ettirmemesini tavsiye etmiş, sonra da sözünü şu âyetle güçlendirmiştir: “Güneşin doğmasından önce de, batmasından önce de Rabbini övgü ile tesbih et” (Tâhâ sûresi (20) 130).
Bu âyetteki tesbih sözüyle sabah ve ikindi namazları kastedilmektedir.
Hadîs-i şerîf, yukarıdaki âyet-i kerîmelerin bir tefsiri olarak, mü’minlerin cennette Allah Teâlâ’yı açık seçik bir şekilde göreceklerini belirtmekte ve bunun cennet nimetlerinin en değerlisi olduğunu göstermektedir. Bu hadislere Allah’ı görmek anlamında rü’yet hadisleri denmiştir.
Güneşin doğmasından ve batmasından önceki namazlar, sabah namazı ile ikindi namazıdır. Bu iki namazdan insanı alıkoyacak olan da sabah uykusu ile alışveriş ve işle meşgul olma gibi engellerdir. İnsanın samimi niyeti ve gayreti ile bunlar aşılabilir.
Esasen daha önce de ifade ettiğimiz gibi beş vakit namazın hepsi fazilet yönünden eşittir. Ancak herbirinin kendine has bir özellik sebebiyle diğerlerinden ayrı mütalaa edilmesinde bir sakınca yoktur. Nitekim bundan önceki hadisi açıklarken sabah ve ikindi namazlarının mümeyyiz vasıflarından sadece biri olan gece melekleri ile gündüz meleklerinin bu vakitlerde bir araya gelmelerine ve mü’minlerle birlikte namaz kılmalarına işaret etmiştik.
Yukarıdan beri okuduğumuz hadislerde ve buraya alamadığımız cennetle ilgili pek çok hadîs-i şerîfte, Cenâb-ı Mevlâ’nın cennetlik kullarını değişik lutuflarıyla hep sevindirdiği, onların bahtiyarlıklarını durmadan artırdığı görülmektedir.
Bütün bu nimetlerin en üstünü ise, bizzat Allah Teâlâ’nın belirttiği gibi, O’nun o eşsiz ve doyumsuz cemâlini görmek olacaktır.
Hayatın gayesinin ve şu hayatta varılacak son hedefin Allah’ın rızâsına ermek ve neticede O’nu görmektir. Rahmeti sonsuz Mevlâmız’dan, kendimiz için de sizin için de bu en güzel âkıbeti ve mutlu sonu niyâz ederiz.
Hadislerden Öğrendiklerimiz
1. Cennetteki mü’minler, sahip oldukları nimetlerin güzelliğine ve mükemmelliğine bakarak, o nimetlerden daha iyisinin olamayacağını zannedeceklerdir.
2. Cennet nimetlerinin en üstünü Allah Teâlâ’yı görmek olacaktır. Mü’minler âhirette Allah Teâlâ’nın cemâlini, arada hiçbir engel bulunmadan açıkça görüp doya doya seyredeceklerdir. Cehennemlikler ise bu bahtiyarlıktan mahrum kalacaklardır.

7408 Enes ibnu Mâlik -Allah ondan razı olsun- şöyle dedi: Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: "Ümmetini, bir gözü şaşı ve çok yalancı olan Deccal’den sakındırmayan hiçbir peygamber gönderilmedi. Haberiniz olsun ki, o şaşı gözlüdür. Rabb'iniz ise şaşı gözlü değildir. Muhakkak ki Deccâl'in iki gözünün arasında “Kâfir” (كَافِرٌ) yazılmıştır." (Hadisin geçtiği yer: 7408)


Sohbet

İki Göz Sıfatı
Metin: Allah Teala Hakkında İki Gözün İspatı
Allah’ın iki göz sıfatını ispat için üç ayet zikredilmiştir.
Birinci ayet:
 “Rabbının hükmü gelinceye kadar sabret. Zira sen, bizim gözümüz önündesin.” (Tur 48)
 Burada hitap Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’edir.
 Sabır engellemek anlamındadır. “Kutile sabran” sözüyle öldürmek için engellemek/hapsetmek demektir. Sabr lügatte engelleme anlamındadır.
Şeriatte ise Allah’ın hükümleri için sabretmek, yani Allah’ın hükümleri için nefsi engellemek demektir.
Allah Azze ve Celle’nin hükümleri şer’î ve kevnî olmak üzere iki türlüdür. Şer’î olanlar emirler ve yasaklardır. Allah’ın taatine sabretmek emirlerine sabretmek ve yasaklarına karşı isyan etmemek için sabretmektir. Kevnî olan ise Allah Teala’nın takdirleridir. Allah’ın kaderine ve kazasına sabredilir.
Bu anlamda bazıları sabrı üç kısma ayırmışlardır: Allah’a itaate sabretmek, Allah’a isyan etmeye karşı sabretmek ve Allah Teala’nın acı takdirlerine karşı sabretmek.
“Rabbinin hükmü gelinceye kadar sabret” ayeti üç kısmı da içermektedir:
i- Allah’a taat için sabır
ii- Allah’a isyan etmemek için sabır
iii- Allah’ın takdirine sabır.
Yani Rabbinin kevnî ve şer’î hükmüne sabret.
Böylece anlıyoruz ki alimler şöyle diyerek sabrı kısımlara ayırmışlardır: “Şüphesiz sabır üç kısımdır: Allah’a itaat etmeye sabır, Allah’a isyan etmemek için sabır ve Allah’ın takdirine sabır.” Bu üç kısım da “Rabbinin hükmü gelinceye kadar sabret” ayetinin kapsamındadır.
Ayetin kapsamında olmasının sebebi şudur: Hüküm ya kevnî ya da şer’î’dir. Şer’î olan; emirler ve yasaklardır. Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’e Allah Azze ve Celle bazı emirlerde bulunmuş, bazı yasaklar bildirmiş ve bazı şeyler takdir etmiştir.
Emirlere örnek:
 “Ey Peygamber! Rabbından sana indirilen (âyetler)i teblîğ et.” (Maide 67)
 “Rabbinin yoluna davet et” (Nahl 125) Bu emirler yüce emirlerdir. Yani şayet bir insana “Rabbine ibadet et” denilirse o kimsenin ibadet etme imkanı vardır. Lakin davet ve tebliğ zor bir iştir. Zira başkalarının inatlarıyla yorulur ve mücadele ederek zorlanır.
Yasaklara gelince, şirkten yasaklayarak şöyle buyurmuştur:
 “Ve "sakın müşriklerden olma" (denildi).” (En’am 14)
 “Eğer Allah'a şirk koşarsan, muhakkak bütün amelin boşa gider” (Zümer 65) ve benzerleri gibi.
Kaderî hükümler: Nebi sallallahu aleyhi ve sellem kavminden sözlü ve fiilî olarak eziyet görmüştür. Buna ancak Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem gibi olanlar sabretmiştir.
Sözleriyle eziyetleri: Sihirbaz demişler, alay etmişler, karalamışlar ve insanları ondan uzaklaştırmışlardır.
Fiilleriye eziyetleri: Nebi sallallahu aleyhi ve sellem yeryüzünün en güvenilir yeri olan Ka’be’nin yanında Rabbine secde ederken üzerine deve işkembesi getirip atmışlardır.
Buhari (3854) Muslim (1794) Abdullah b. Mesud radıyallahu anh’den rivayet ediyor: “Nebi sallallahu aleyhi ve sellem secde ederken etrafında Kureyş’ten bazı kimseler vardı. Ukbe b. Ebi Muayt bir deve işkembesi getirerek Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’in sırtının üzerine attı.”
Bundan daha ileri boyutta eziyet yoktur. Bununla beraber bir kafir veya müşriğin Harem’e girmesi halinde güvencede kabul edileceğini, ona eziyet edilmeyeceğini, bilakis ona ikramda bulunulacağını, nebiz ve zemzem suyu ile doyurulacağını biliyorlardı. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e ise secde ederken bu eziyeti yaptılar!
Onlar çöpleri, leşleri ve pis atıkları getirip onun kapısının girişine koyuyorlardı!
Taif halkına gittiğinde ne oldu? Büyük bir eziyete uğradı. Beyinsizleri ve çocukları yolunun iki tarafına saf olup topuğunu kanatıncaya kadar onu taşladılar. Karnu’s-Sealib denilen yerde ancak kendine gelebildi. Buhari (3231) ve Muslim (1795)
Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’in hanımı Aişe radıyallahu anha’dan rivayet ediyorlar: Aişe radıyallahu anha, Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’e şöyle dedi: “Uhud gününden daha zor bir günle karşılaştın mı?” Nebi sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Kavminden göreceğimi gördüm.
Onlardan gördüğüm eziyetin en şiddetlisi ise Akabe günü olmuştu. Ben Kureyş'ten gördüğüm eziyet üzerine Taife gidip, hayatımın korunmasını Abd-i Külâl'ın oğlu, ibn-i Abd-i Yâlil'e teklif ettiğim zaman, dileğime cevab vermemişti.
Ben de kederli ve şaşkın bir halde yüzgeri (Mekke'ye) dönmüştüm. Bu düşünceli halim Karnu’s-Sealib mevkiine kadar devam etti. Burada başımı kaldırıp, semaya baktığımda bir bulutun beni gölgelemekte olduğunu gördüm.
Buluta dikkatle baktığımda içinde Cibril bulunduğunu gördüm.
Cibril bana nida edip: “Aziz ve Celil olan Allah, kavminin senin hakkında dediklerini muhakkak işitti.
Seni korumayı reddettiklerini de duydu. Allah sana şu dağlar meleğini gönderdi. Bu meleğe kavmin hakkında ne dilersen emredebilirsin” dedi.
Bunun üzerine dağlar meleği bana nida edip, selâm verdi, sonra: “Ey Muhammed! Kavmin hakkında istediğin işini bana emredebilirsin. Eğer şu iki yalçın dağı Mekkeliler üzerine birbirine kapatıvermemi istersen,   (emret, onları birbirine kavuşturuvereyim” dedi.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de ona: “Hayır, ben Allah'ın bu müşriklerin neslinden yalnız Allah'a ibâdet eden ve O'na hiçbir şeyi ortak kılmayan  (muvahhid) bir nesil meydana çıkarmasını temenni ederim” dedi.”
 Allah’ın hükmüne sabretmiştir. Lakin bu, sonucun kendi lehine olacağına iman eden bir müminin sabrıydı. Zira Allah ona şöyle buyurmuştur:
 “Rabbının hükmü gelinceye kadar sabret. Zira sen, bizim gözümüz önündesin.” (Tur 48)… Bunu özen ve güleryüzle karşıladı… İnsana yapılan en güzel ikram: “Sen gözüm önündesin, sen kalbimdesin” ve buna benzer sözlerin söylenmesidir.
Sen gözümün önündesin sözünün anlamı, seni gözde tutuyorum demektir. Bu tabir insanlar arasında meşhurdur. Tam bir koruma, özen ve muhafaza “Sen gözümün önündesin” gibi sözlerle tamamlanır.
Öyleyse “Zira sen gözümüz önündesin” sözünün anlamı; Sen en iyi şekilde korunmakta, gözetilmektesin demektir.
“Gözümüzün önünde”: Gözlerimiz senin üzerinde, seni koruyor, gözetiyor ve özen gösteriyoruz demektir.
Ayeti kerimede Allah Azze ve Celle’nin gözünün ispatı vardır. Lakin çoğul ifadesiyle gelmiştir. Bunu inşaallahu Teala az sonra açıklayacağız.
Göz, zatî haberî sıfatlardandır. Zatîdir, çünkü ezelidir ve bununla sıfatlanmaya devam edicidir. Haberîdir çünkü bize nispetle bunun müsemması cüzler ve parçalar anlamındadır.
Bizde bulunan göz yüzden bir parçadır. Yüz ise vücuttan bir parçadır. Lakin Allah’a nispetle bunun Allah’tan bir parça olduğunu söylemek caiz değildir.
Zira daha önce bu kelimenin varit olmadığı ve bunun yaratıcıda cüzlere ayırma gerektireceği geçmişti. Parça veya cüz yok olsa bütünün kalması da yok olması da mümkündür. Allah’ın sıfatları ise asla yok olmaz, bilakis kalıcıdır.
Nitekim Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’den gelen sahih hadis Allah Teala’nın yalnız iki gözünün olduğuna delalet etmektedir. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem Deccal’in özelliklerini belirtirken şöyle buyurmuştur:
 “Şüphesiz onun tek gözü kördür. Allah ise tek gözlü değildir.” Bir lafzında:
 “Deccal’in sağ gözü kördür” şeklindedir.
Bazı insanlar “A’ver/tek gözlü” kelimesinin anlamının “kusurlu” demek olduğunu, tek gözlü anlamında olmadığını söylemişlerdir.
Şüphe yok ki bu bir tahriftir ve Buhari’nin Sahih’inde ve diğer eserlerde geçen “Sağ gözü kördür, tıpkı yerinden fırlamış üzüm tanesi gibidir” lafzını bilmezden gelmektir. Bu lafız gayet açıktır.
Yine “A’ver kelimesi arap dilinde sadece tek gözlü kimse demektir. Ama “Aver veya avar denilirse bazen bununla mutlak kusur kastedilir” denilemez.
Bu hadis Allah Teala’nın yalnız iki gözü olduğunu göstermektedir.
Delil olma yönü: Şayet Allah’ın ikiden fazla gözü olsaydı bunu “aver” kelimesinden daha açık şekilde elbette beyan ederdi. Zira Allah’ın ikiden fazla gözü olsaydı elbette “Rabbinizin gözleri vardır” buyrulurdu. Şayet ikiden fazla gözleri olsaydı, Deccal’in rab olmadığını açıklamak daha açık olurdu.
Yine şayet Allah Azze ve Celle’nin ikiden fazla gözü olsaydı bu da O’nun kemalinden olurdu ve bunun zikredilmemesi Allah’ın övülmesinde eksiklik olurdu. Zira çokluk, kuvvet, kemal ve tamlığa delalet eder. Şayet Allah’ın ikiden fazla gözü olsaydı elbette Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem, bu kemale dair itikadın eksik olmaması için bunu açıklardı. Bu, iki göze ziyadedir.
İbnu’l-Kayyım rahimehullah “es-Sevaiku’l-Mursele” adlı kitabında, isnadı kopuk olduğundan dolayı zayıf olan şu hadisi zikreder:
 “Kul namaza kalktığı zaman Rahman’ın iki gözü önünde durur…” İki göz sıfatı burada belirtilmiştir. Lakin hadis zayıftır. Bu akidemizde dayanağımız sahih hadistir. O da Deccal hadisidir. Zira düşünen kimse için bu açıktır.
Bunu Osman b. Said ed-Darimi rahimehullah Bişr el-Merisî’ye reddiyesinde ve İbn Huzeyme Kitabu’t-Tevhid’de zikretmişlerdir. Yine Ebu’l-Hasen el-Eşari rahimehullah ve Ebu Bekr el-Bakıllanî bu konuda selefin icma’ını zikretmişlerdir. Mesele gayet açıktır.
Allah hakkında din edindiğimiz akide: Allah Teala’nın iki fazla değil, iki gözü olduğudur.
Şayet: “Seleften, ayette geçen “gözlerimiz” sözünü, “bakışımız” şeklinde açıklayan olmuştur. Meşhur selefî imamlardan da bu açıklamayı yapanlar olmuştur. Siz ise bunun haram olan tahrif ve imkansız olduğunu söylüyorsunuz. Cevabı nedir?” denilirse,
Cevap: Onlar bunun aslı olan göz sıfatını  ispat etmekle beraber bu ifadenin gerektirdiği anlam ile açıklamışlardır. Tahrifçiler ise göz sıfatını ispat etmeksizin: “Bakışımız” diye tefsir etmişlerdir. Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat “gözlerimiz” kelimesini, göz sıfatını ispat etmekle beraber “bakışımız” şeklinde tefsir etmişlerdir.
Lakin burada göz sıfatı sadece görmenin dışında en kuvvetli bir pekiştirme ile belirtilmiştir. Bu yüzden “gözlerimiz önündesin” buyrulmuştur.
Muattıla (sıfatları iptal eden fırka) dediler ki: Bizim tevilimize karşı çıkışınızda ilk akla gelen düşünceleri bizden istiyorsunuz. Fakat siz de ayeti tevil ediyor ve zahirinin dışına çıkarıyorsunuz. Allah: “Sen gözlerimiz önündesin” buyuruyor. Bunun zahirini alın. Zahirini aldığınızda kafir olursunuz. Zahirini almazsanız çelişkiye düşersiniz. Kah: “Tevil caizdir” diyor, kah “Tevil caiz değildir” diyorsunuz ve bunu tahrif diye isimlendiriyorsunuz. Sadece Allah’ın diniyle hükmetmek bu mudur?”
Deriz ki: Zahirini alırız, bu başımız ve gözümüz üzerinedir. Bu bizim yolumuzdur. Buna muhalif değiliz.
Dediler ki: Ayetin zahiri Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in Allah’ın gözünün ortasında olduğunu göstermektedir. Nitekim “Zeyd evde, Zeyd mescitte” dediğiniz zaman “be” harfi zarfiyet/içindelik bildirir. Böylece Zeyd evin ve mescidin içinde anlamına gelir. “Gözlerimizde” sözünün anlamı da “gözlerimizin içinde” demek olur.
Bunu söylerseniz kafir olursunuz. Zira sizler Allah’ın mahlukat ile iç içe olduğunu söylemiş olursunuz. Siz Hululî olursunuz. Bunu söylemezseniz çelişkiye düşersiniz!
Onlara deriz ki: sizin söylediğiniz anlamın ayetin zahiri olmasından Allah’a sığınırız! Yine Allah’a sığınırız! Sonra yine Allah’a sığınırız! Eğer siz ayetin zahirinin bu olduğuna inanırsanız kafir olursunuz. Zira her kim kuranın zahirinin bu olduğuna inanırsa küfretmiş ve sapıklık yapmıştır. O kafir ve sapıktır.
Siz önce: “Ayetin zahiri budur” sözünüzden dolayı Allah’a tevbe edin! Bütün dilcilere, şairlere ve hatiplere; “Bu gibi ibarelerden, kendisine bakılan insanın göz çukurunun içinde olduğunun kastedildiği mi anlaşılır?” diye sorun. Hayatta olan veya ölmüş olan bütün dilcilere, istediğinize sorun!!
Sen arap dilinin üslubunu gördüğünde, Rab Azze ve Celle’ye nispet edilmesi bir tarafa, zikrettikleri ve bizi bağlamaya çalıştıkları bu anlamın arap dilinde kastedilmeyen bir anlam olduğunu anlarsın. Bu anlamın Rab Azze ve Celle’ye nispet edilmesi çirkin bir küfürdür. Dil, din ve akıl açısından çirkindir.
Şayet, “gözlerimiz” sözündeki “be” harfini nasıl açıklarsınız” dersen,
Deriz ki: musahabet/birliktelik anlamında açıklarız. Yani “gözümdesin” dediğim zaman gözüm üzerinde, sana bakmaktayım, gözümü senden ayırmam demektir.
Bunun anlamı: Allah Azze ve Celle peygamberine şöyle buyuruyor demektir: “Allah’ın hükmüne sabret, zira sen gözetimimiz ve gözümüzle bakışımız altındasın. Öyle ki kimse sana bir kötülük ulaştıramaz.”
“Be” harfinin burada zarfiyet/içindelik anlamında olması imkansızdır. Zira Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in Allah Teala’nın gözünün içinde olması imkansızdır.
Yine Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem yeryüzünde bulunduğu halde kendisine bu şekilde hitap edilmiştir. Eğer: “Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem Allah’ın gözü içindedir” derseniz Kur’anın delaletinin yalan olduğu anlamına gelir.
Bu da Kur’an’ın zahirinin Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in Allah Teala’nın gözünde olduğunu gösterdiği iddiasının batıl oluşunu gösteren diğer bir husustur.
İkinci ayet:
 “Onu, tahta levhalardan çivilenip yapılmış, inkâr edilen Nuh'a mükâfat olarak verilmiş, gözlerimiz önünde yüzüp giden bir gemiye bindirmiştik.” (Kamer 13-14)
  “Onu bindirmiştik” sözündeki zamir Nuh aleyhisselam’a dönmektedir.
 “Onu tahta levhalardan çivilenip yapılmış… bindirmiştik” yani tahta levhalardan çivilenip yapılmış bir gemiye bindirmiştik demektir. Bu gemiyi Nuh aleyhisselam yaparken kavmi ona uğradığında onunla alay ediyorlardı. O da şöyle diyordu:
 “Eğer bizimle alay ederseniz, sizin alay ettiğiniz gibi, biz de sizinle alay edeceğiz” (Hud 38)
Nuh aleyhisselam gemiyi Allah’ın emri ve gözetimi ile yapıyordu. Allah Teala ona şöyle buyurmuştur:
 “Gözlerimizin önünde ve vahyimizle gemiyi yap” (Hud 37)  O gemiyi yaparken Allah Teala ona bakıyor, nasıl yapacağını ilham ediyordu.
 Allah Teala burada “tahta levhalardan çivilenip yapılmış” sözüyle nitelemiştir. “Zatu’l-elvah” kelimesi geminin tahtadan olduğunu belirtmektedir. “Dusur” kelimesi ise tahtaların birbirine bağlandığı çivi, ip ve benzerleridir. Müfessirlerin çoğu burada tahtaların tutturulduğu çivilerin kastedildiğini söylemişlerdir.
 “Gözlerimiz önünde yüzüp giden”: Yani Allah Azze ve Celle’nin gözleri önünde yüzüp giden demektir. Burada sadece iki göz kastedilmiştir. “be” harfi burada da musahabet içindir. Gökten inen ve yerden çıkan su üzerinde yüzmektedir. Zira Nuh aleyhisselam rabbine şöyle dua etmiştir:
 “Ben yenildim; yardım et” (Kamer 10) Allah Teala şöyle buyurmuştur:
 “Bunun üzerine biz de göğün kapılarını boşalan bir su ile açmış, yerin pınarlarını da fışkırtmıştık.” (Kamer 11-12) Bu gemi Allah Azze ve Celle’nin gözü önünde yüzdü.
Nitekim bir kimse: “Neden “Onu gemide taşıdık” buyrulmadı da “Tahtalardan çivilenip yapılmış” buyurdu?” diye sorarsa,
Cevap olarak şöyle deriz: gemi kelimesi yerine tahtalardan çivilenip yapılmış tabirinin kullanılmasının üç yönü vardır:
Birincisi: ayetlerin uyumu ve bağlamı gözetilmiştir. Şayet “Onu gemide taşıdık” denilse idi bu ayet, önceki ve sonraki ayetlerle uyumlu olmazdı. Lakin ayetlerin uyumu ve bağlanması için “Tahtalardan çivilenip yapılmış” buyrulmuştur.
İkincisi: İnsanlara gemilerin nasıl yapıldığını öğretmek ve onun tahtalarla çivilerden olduğunu açıklamak için böyle buyrulmuştur. Bu yüzden Allah Teala şöyle buyurmuştur:
 “Gerçek şu ki, o gemiyi bir ibret kılmıştık; şimdi öğüt alacak yok mu?” (Kamer 15) Allah Teala bunun bilgisini Nuh’a ilham ettiği gibi yapmaları için halka ibret kılmıştır.
Üçüncüsü: Kuvvetine işaret vardır. Zira bu gemi tahtalardan çivilenmiştir. Buradaki belirsizlik yüceltme içindir.
Geminin maddesine dikkat çekilmiştir. Bunun bir benzeri, vasıflananın değil de vasfın zikredilmesidir. Allah Teala şöyle buyurmuştur:
 “Geniş (zırhlar) imal et.” (Sebe 11) Burada faydasına dikkat çekmek için “zırhlar” diye doğrudan söylenmemiştir. Bu zırhların genişlik sıfatı zikredilmiştir.
 “Gözlerimiz önünde yüzen”: Bu ifade hakkında da bir önceki ayet olan “Sen gözlerimizin önündesin” (Tur 48) ifadesi için söylediklerimizi söyleriz.
Üçüncü ayet:
 “Gözümün önünde terbiye olup yetişesin diye de üzerine kendimden bir sevgi koydum." (Taha 39)
 Hitap Musa aleyhisselam’adır.
 “Üzerine kendimden bir sevgi koydum” sözünün anlamı hakkında müfessirler ihtilaf etmişlerdir:
Müferssirlerden bazıları: “Üzerine kendimden bir sevgi koydum” sözünün anlamı, seni sevdim demektir dediler.
Bazıları da: Üzerine insanların sana karşı sevgisini koydum demektir dediler. Bu Allah tarafından konulan sevgidir. Yani “Seni gören sever” demektir. Bunun delili, Firavun’un karısının onu görür görmez sevmesi ve şöyle demesidir:
 “Sakın onu öldürmeyin. Belki size faydası dokunur; yahut onu evlâd ediniriz” (Kasas 9)
Şayet bir kimse: “Bu ayeti her iki anlama da yorumlamanız mümkün müdür?” derse deriz ki: Evet! Kaideye göre eğer ayet iki anlama ihtimal taşıyor ve aralarında çelişki yoksa, ayet her iki anlama da yorumlanır.
Musa aleyhisselam Allah Azze ve Celle tarafından sevildiği gibi, onu gören insanlar tarafından da sevilir. Her iki anlam da gerçeğe uygundur. Zira Allah Teala bir kulunu sevdiği zaman kullarının kalbine de o kula karşı sevgi atar.
İbn Abbas radıyallahu anhuma’dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Allah onu sevmiş ve mahlukatına sevdirmiştir.”
 Sonra “Gözümün önünde terbiye olup yetişesin” buyurmuştur. Ayette geçen “sana’a” kelimesi bir şeyi belirli bir şekilde yapmaktır.
Mesela metal sacı tencere yapmak, tahtayı kapı yapmak gibi; her şeyi kendisine uygun düşecek bir şey yapmaktır. Ev yapmak; evin binasını kurmaktır. Demirden; kaplar veya mermiler yapılır. İnsan hakkında “sana’a” fiilinin kullanılması ise onun bedenî ve aklî olarak yetiştirilmesidir. Bedeninin yetişmesi gıda ile, aklının yetiştirilmesi ise edepler, ahlak ve buna benzer şeylerle olur.
Musa aleyhisselam için de bu gerçekleşmiştir. Zira o Allah’ın gözü önünde yetiştirilmiştir:
Firavun ailesi onu bulduğunda Allah Azze ve Celle onu öldürülmekten korudu. Bununla beraber onlar İsrailoğullarının erkek çocuklarını öldürüyorlardı.
Allah Teala kendisi sebebiyle insanları öldürdükleri Musa aleyhisselam’ın, Firavun ailesinin kucağında yetiştirilmesine hükmetti. İnsanlar onun sebebiyle öldürülürken kendisi onların kucağında güvenle yetişiyordu. Şu yüce kudrete bakınız!
Musa aleyhisselam’ın süt annelerine arz edilmesine rağmen herhangi birinin emzirmemesi; Allah’ın onu yetiştirmesi kapsamındadır:
 “Önceden süt analarını ona haram kılmıştık” (Kasas 12) Daha önce onu hiçbir kadın emzirmemişti. Kızkardeşi annesi tarafından görevlendirilmişti. Onları görünce şöyle dedi:
 “Sizin için ona bakacak ve ona öğütler verecek bir ev halkını size tavsiye edeyim mi?” (Kasas 12) Onlar: “Evet, biz de bunu isteriz” dediler. O da: “Beni takip edin” dedi ve takip ettiler. Allah Teala şöyle buyurdu:
 “Böylece, ferahlasın, üzülmesin diye Musa'yı annesine geri verdik.” (Kasas 13) Annesinden başka bir kadın onu emzirememişti. Lakin bu Allah Teala’nın kudretinin ve vaadinin hak oluşunun kemalindendir. Zira Allah Azze ve Celle ona şöyle buyurmuştu:
 “Başına gelecekten korktuğun zaman onu denize at; korkma ve üzülme. Onu sana mutlaka geri vereceğiz ve onu peygamberlerden kılacağız” (Kasas 7)
Annenin oğluna olan şefkatini kimse tasavvur edemez. Ona denildi ki: “Oğlunu bir sandığa koy ve denize at. O sana geri gelecektir.”
Bu kadında iman olmasaydı böyle bir şeyi asla yapamazdı! Oğlunu denize attı! Şayet oğlu denizde sandıktan düşseydi boğulurdu, onu nasıl denize bırakabilirdi? Lakin Rab Azze ve Celle’ye ve O’nun vaadine olan güvenci sayesinde onu denize bıraktı.
Allah Teala’nın: “Gözümün önünde terbiye olup yetişesin” sözünde göz lafzı tekil gelmiştir. Bu ifade daha önce çoğul zikredilmesine aykırı değil midir?
Cevap: Çelişki yoktur. Zira izafe edilen tekil genellik ifade eder ve Allah hakkında sabit olan her gözü kapsar. Şu halde tekil, çoğul ve ikil zikredilmesi arasında çelişki yoktur.
O zaman ikil ile çoğul zikredilmesi arasında bir şüphe var. Bunların araları nasıl bulunur?
Cevap: Şayet çoğulun en azı iki ise bir çelişki yoktur. Zira bizler buradaki çoğulun ikiye delalet ettiğini söyleriz ve çelişki kalmaz. Şayet çoğulun en azı üç ise, bu çoğul ifadeden üç’ün kastedilmediğini, bunun sadece yüceltme ve çoğul zamir ile kendisine nispet edilen arasında uyum olması için böyle zikredildiğini söyleriz.
Nitekim Tahrif ve Ta’til ehli göz sıfatını, göz olmaksızın görmek diye açıklamışlardır. Onlar şöyle demişlerdir: “Gözlerimiz önündesin” yani seni görmekteyiz demektir. Lakin göz yoktur. Allah Azze ve Celle’nin gözü olması mümkün değildir. Zira göz cisimin bir cüzüdür. Eğer Allah’ın gözü var dersek Allah’ın cüzlerden oluştuğunu ve cisim olduğunu söylemiş oluruz. Bu ise imkansızdır. Mümkün değildir. Lakin göz kelimesi, görmeyi pekiştirmek için zikredilmiştir. Yani “Biz seni gözümüz var gibi görmekteyiz” demektir. Halbuki durum böyle değildir!!”
Onlara deriz ki: Bu görüş birkaç açıdan hatalıdır:
Birinci açı: Bu görüş ayetin zahirine aykırıdır.
İkincisi: Selefin icma’ına aykırıdır.
Üçüncüsü: Delili olmayan bir görüştür. Yani burada göz kelimesiyle sadece görmenin kastedildiğini söylemenin bir delili yoktur.
Dördüncüsü: Burada göz kelimesinin görmek anlamında olduğunu söylersek, Allah teala kendisi için göz sıfatını ispat etmiştir ve bu göz ile gördüğünü söylemek gerekir. O zaman ayet bu gözün hakiki göz olduğuna delil olmaktadır.


Sohbetten Öğrendiklerimiz:

1- Ümmetini, bir gözü şaşı ve çok yalancı olan Deccal’den sakındırmayan hiçbir peygamber gönderilmedi.
2- Haberiniz olsun ki, o şaşı gözlüdür. Rabb'iniz ise şaşı gözlü değildir.
3- Muhakkak ki Deccâl'in iki gözünün arasında “Kâfir” (كَافِرٌ) yazılmıştır.
4- Allah’ın hükümleri için sabretmek, yani Allah’ın hükümleri için nefsi engellemek demektir.
5- Allah teala kendisi için göz sıfatını ispat etmiştir ve bu göz ile gördüğünü söylemek gerekir.





«O, yaratan, var eden, şekil veren Allah'tır.» (Haşr: 24)
7409- Ebû Saîd el-Hudrî -Allah ondan razı olsun- şöyle dedi: Mustalik oğulları savaşında Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem ile beraber çıktık. Arap kadınlarından bir çok esir elde ettik. Esir aldığımız kadınlara yaklaşmak ve onların hamile kalmamaları için azil yapmak istedik. Bu azil meselesini Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve selleme soralım dedik ve O’na bundan sorduk. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
"Azli yapmamanız üzerinize vacip değildir. Çünkü şu muhakkak ki, Allah'ın kıyamet gününe kadar dünyâya gelmesini yazmış olduğu her bir hayât sahibi insan, mutlak dünyaya gelecektir."

Mucâhid ibnu Cebr: Râvî Kazaa'dan söyledi ki, o: Ben Ebû Sa-îd'den azl hakkında işittim, o: Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: "Yaratılması takdir edilmiş olan hiçbir nefis hâriç olmamak üzere muhakkak Allah onların hepsini yaratacaktır."  (Hadisin geçtiği yer: 7409)


Sohbet

Azil, cinsi münabeset esnasında erkeğin meniyi kadının cinsel organının dışına dökmesine denir. Azil şer'an caizdir. Erkeğin, eşine yaklaştığında meniyi dışarı dökmesi caizdir.
Buhari Ata'dan, o da Cabir'den şöyle rivayet etmiştir: "Biz, Rasulullah devrinde azil yapardık; Kur'an da iniyordu."
Yine Ata'dan, o da Cabir'den işitmiştir: "Biz azil yapardık, Kur'an iniyordu."
Müslim'de ise şu rivayet yer almaktadır: "Biz, Rasulullah devrinde, azil yapardık, durum Rasulullaha ulaştı, fakat bize bunu yasaklamadı."
Bu, Rasulullah'ın azil için takriri'dir ve azilin caiz oluşuna delalet eder. Şayet azil haram olsaydı Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem susmazdı ve haramdır derdi.
Buna göre azilin hükmü, sehabe tarafından Rasulullah'a izafe ediliyor. Şayet sahabe, Rasulullah'ın zamanına nisbet etse idi azil kaldırılmış olacaktı.
Açıkça görülüyor ki, Rasulullah meseleye muttalidir. Azil yapanların sorularına veya anlatmalarına karşı susmuştur veya karar kılmıştır.
Azilin cevazi için birçok sahih hadis gelmiştir. Ahmed, Ebu Davud ve Müslim'in Cabir'den rivayet ettiği bir hadiste Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:

"Adamın birisi Rasulullah'a gelir ve der ki: Bizim bir cariyemiz var. Bize hizmet eder; bizimle hurma sular. Ben bazen onunla buluşurum. Ancak, çocuk doğurmasını istemiyorum. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem ona şöyle dedi: İstersen azil yap. O'nun kaderinde ne varsa o olur." 
Buhari'nin Ebu Said'den rivayet ettiği bir hadiste ise şöyle buyrulmaktadır:

"Rasulullah ile beni Mustalık gazvesine katıldık. Araplardan esirler aldık. Kadınları arzuladık, gençlik bizi sardı. Azil yapmak istedik. Durumu Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem'a sorduk. Şöyle buyurdu: Azil yapmamanızı gerektiren bir şey yoktur. (Yani azil yapabilirsiniz) Şüphesiz ki yüce Allah kıyamete kadar yaratacaklarını yazmıştır." 

Ebu Davud, Cabir'den rivayet eder: "Ensardan birisi Rasulullah'a gelir ve şöyle der. Benim bir cariyem vardır. Ben onunla cima yapıyorum. Ancak, hamile kalmasını istemiyorum. Rasulullah şöyle buyurur: Dilersen azil yap. Allah, kaderinde olan şeyi elbetteki nasib edecektir." 

Hangi kasıtla yapılmış olursa olsun azil yapmak mutlak surette caizdir. Azil yapan kimse ister çocuk sahibi olmamak amacıyla olsun, ister az sayıda çocuğa sahip olmak amacıyla olsun, ister fiziki olarak zayıf olan hanımının zorluk çekmesini istemediğinden dolayı onun hamile kalmasını, çoçuk sahibi olmasını istemediği için olsun veya hanımının uzun süre genç kalması dolayısıyla ondan daha uzun süre faydalanabilmesi amacıyla olsun ya da bunların dışındaki herhangi bir nedenden dolayı olsun erkeğin azil yapması caizdir.
Çünkü bu hususta var olan deliller herhangi bir şeyle kayıtlanmaksızın mutlak olarak gelmişlerdir. Ayrıca deliller geneldir, var olan delilleri tahsis edecek bir şey de yoktur. Dolayısıyla delil; genel ve mutlak olarak kalır.

Ancak burada; azil, yaratılmadan önce çocuğun öldürülmesi demektir şeklinde bir itiraz ileri sürülemez. Çünkü böylesi bir itirazı geri çevirecek açık ve net hadisler varid olmuştur. Ebu Davud, Ebu Said'den şu hadisi rivayet etmektedir:

"Adamın biri Rasulullah'a gelir ve sorar: Benim bir cariyem vardır; hamile kalmasını istemiyorum ve azil yapıyorum. Ben erkeklerin arzuladığını arzuluyorum. Yahudiler, azil; küçükleri öldürmedir diyorlar. Rasulullah: Yahudiler yalan söyledi. Allah bir şeyi yaratmak isterse onu kimse alıkoyamaz." 

Çocuk yapmama kastıyla azilin caiz olduğu hususunda da hadis varid olmuştur. Ahmed ve Müslim Usame ibni Zeyd'den şu hadisi rivayet ederler:

"Adam'ın birisi Rasulullah'a gelir ve şöyle söyler: Ben, eşime azil yapıyorum. Rasulullah: Bunu neden yapıyorsun? dedi. Adam: Hanımım çocuktan ( veya çocuklarından ) zorluk çekiyor, dedi. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem: Şayet zararlı olsaydı Fars ve Rum için zararlı olurdu." 
Bu hadiste Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem adama: "Niçin böyle yapıyorsun?" dedi. Eğer adamın yaptığı işi yasaklayacak olsaydı "Böyle yapma" derdi. Bu hadisten alaşıldığına göre, Allah Rasulü adamın yaptığı işi ıkrar ediyor, ancak peşpeşe çocuk sahibi olmanın zarar vermeyeceğini ona bildiriyor.
Müslim'in Üsame b. Zeyd'den rivayet ettiği hadis de bunu göstermektedir: Adamın birisi Rasulullah'a geldi ve şöyle dedi:

"Ben çocuğuna sıkıntı vereceği korkusu ile eşime azil yapıyorum. Bunun üzerine Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle dedi: Şayet bunun için ise yapma. Çocuk yapmak İranlılara ve Rumlara zarar vermedi." 
Müslim'in Abdurrahman bin Beşir yoluyla Ebu Said'den yaptığı rivayette ise şu ifade yer almaktadır: "Hamileliğin emzikli çocuğa zarar verme korkusu..." 
Şayet Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem hamile kalmamak için azil yapmayı ıkrar ediyorsa -ki bundan maksat emzikli çocuğun zarar görmemesidir- bu ıkrar, hangi nedenden dolayı olursa olsun azili tastiktir.
Çünkü ister azil yapsın isterse yapmasın Allah (c.c.) çocuğun olmasını istediği zaman bu mutlaka olacaktır.
Nitekim bu husus İbni Hibba'nın Enes'den rivayet ettiği hadisde şöyle belirtilmektedir: Adamın birisi Rasulullah'a azili sorar. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurur:

"İçinde çocuk olan meniyi, taşın üzerine döksen de ondan çocuk çıkar." 

Neslin azaltılması, Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem'in neslin çoğaltılması yönündeki teşviklerine ters düşmektedir. Zira Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:

"Nikahlanınınz, nesil sahibi olunuz ve çoğalınız."

Hamileliği önlemekle ilgili bu cevaz, geçici engellemeler içindir. Hamileliğin sürekli bir şekilde engellenmesi, kısırlaştırma ve çeşitli ilaçlar kullanılarak hamileliğin tamamen engellenmesi ise haramdır. Hamileliği, dolayısıyla da neslin artmasını tamamen önlemeyi amaçlayan ameliyatların yaptırılması da haramdır.
Bu türden bir işlem hadımlaştırma kapsamına girmektedir ve aynı hükmü alır. Çünkü bu operasyonlar nesli sona erdirir.
Hadımlaştırmayı yasaklayan kesin ve sarih rivayetler vardır. Sa'd b. Ebi Vakkas'tan: Dedi ki: "Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem Osman b. Maz'un'un kadınlardan ayrı yaşama isteğini geri çevirdi. Şayet ona izin vermiş olsaydı biz kendimizi hadımlaştırırdık."
Osman b. Maz'un Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem'e gelerek: "Ey Allah'ın Rasulü! Ben bekar hayatı yaşamanın kendisine zor geldiği bir adamım. Hadım olmak için bana izin ver, dedi. Bunun üzerine Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem: Hayır, böyle yapma, fakat senin oruç tutman gerekir."
Bir başka rivayette ise şu ifade yer almaktadır:

"Ey Allah'ın Rasulü! Hadımlaşma hususunda bana izin verir misin? Dedi ki: Şüphesiz ki Allah bizden ruhbanlığı kaldırmıştır." Enes'den: "Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem bize evlenmeyi emretti, evlenmeyip bekar yaşamayı şiddetle yasakladı ve şöyle dedi: Çok seven ve doğurgan kadınlarla evlenin. Zira kıyamet günü ben diğer ümmetlere karşı sizin çokluğunuzla övünürüm."

Neslin sürekliliğine son vermek, neslin devamını ve doğurmayı evliliğin temel esaslarından biri olarak emretmiş olan yüce Allah'ın emirleri ile de çelişir. Bu nedenle Yüce Allah (c.c.) insanlara şöyle hitab etmektedir:

"...Eşlerinizden de sizin için oğullar, torunlar var etti."  Şari, çocukların çok sayıda olmasını mendub olarak belirtmiş, buna teşvik etmiş ve çok çocuk sahibi olan kimseleri de övmüştür. Enes'den. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle dedi:

"Sevimli ve doğurgan olan kadınlarla evlenin. Zira ben kıyamet günü peygamberlere karşı sizin çokluğunuzla övüneceğim."  Abdullah b Ömer'den, Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellemşöyle dedi:

"Çocuk sahibi olabilen annelerle evlenin. Zira ben kıyamet günü sizinle övünürüm."  Makıl b. Yesar'dan Dedi ki:

"Bir adam Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem'e gelerek şöyle dedi: Ben güzel ve soylu bir kadını sevdim, ancak kadın kısırdır doğurmuyor. Onunla evlenebilir miyim? Dedi ki: Hayır evlenme! Adam ikinci kez geldiğinde onu yine men etti. Üçüncü kez geldiğinde ise ona şöyle dedi: Çok seven ve çok doğuran kadınlarla evleniniz. Çünkü ben sizin çokluğunuzla övünürüm." 

"Diri diri toprağa gömülen kıza, hangi günah sebebiyle öldürüldüğü sorulduğunda,.." 

Buna göre, hamileliğin başlangıcından itibaren kırk gününü doldurmuş olan ceninin, anne baba veya doktor tarafından düşürülmesi/kürtajı haramdır.
Her kim bunu yaparsa cinayet işlemiş suçlu konumunda olur ve günahkar sayılır. Düşürülen ceninin diyetini ödemesi gerekir. Bu diyet ise Buhari ve Müslim tarafından tahric edilen hadisi şerife göre erkek veya kadın köledir.

Adalet sahibi bir doktor tarafından anne karnındaki ceninin hem annenin hem de ceninin ölümüne neden olacağı kararı verilmesi halleri dışında; ister yaratılış aşamasında olsun isterse ruh üflendikten sonra olsun bir ceninin düşürülmesi mübah olmaktan çıkar. Ancak böylesi bir durumdaki annenin hayatını kurtarmak için ceninin düşürülmesi caizdir.


Sohbetten Öğrendiklerimiz:

1- Azli yapmamanız üzerinize vacip değildir.
2- Çünkü şu muhakkak ki, Allah'ın kıyamet gününe kadar dünyâya gelmesini yazmış olduğu her bir hayât sahibi insan, mutlak dünyaya gelecektir.
3- Yaratılması takdir edilmiş olan hiçbir nefis hâriç olmamak üzere muhakkak Allah onların hepsini yaratacaktır.
4- Azil, cinsi münabeset esnasında erkeğin meniyi kadının cinsel organının dışına dökmesine denir. Azil şer'an caizdir. Erkeğin, eşine yaklaştığında meniyi dışarı dökmesi caizdir.



«Rabbi ona şöyle demişti: Ey İblîs! Ellerimle yarattığım insana secde etmekten seni alıkoyan nedir?» (Sâd: 75)

7410-  Enes -Allah ondan razı olsun- şöyle dedi: Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
"Müminler kıyamet günü toplanırlar ve:
-Rabbimizin katında bize şefaat edecek birini bulsak, derler.
Akabinde Âdem'e gelirler ve şöyle derler:
-Sen insanların babası Âdem'sin. Allah seni kendi eliyle ya­rattı, meleklerini sana secde ettirdi ve sana her şeyin ismini öğret­ti. Bulunduğumuz şu durumdan bizleri rahata erdirmesi için Rabb'in katında bizler için şefaatçi ol!
Âdem aleyhisselam Allah Azze ve Celle’nin yasaklamış olduğu ağaca yaklaşarak onun meyvesinden yediği günahını hatırlayarak utanır ve:
-Ben Allah katında sizin için şefaatçi olamam. Siz, Allah’ın yeryüzüne ilk Rasûl olarak gönderdiği  Nuh aleyhisselama gidin.
Akabinde insanlar Nûh aleyhisselama gelirler. Nûh da Rabb'inden, hakkında hiçbir bilgisinin bulunmadığı «Rabbim! Yeryüzünde kafirlerden tek bir kişi bırakma» (Nuh: 26) sözünü söylediğini, bundan dolayı utandığını söyler ve:
-Ben şefaat edecek durumda değilim. Sizler Halîlur-Rahman olan İbrahim aleyhisselama gidin.
Onlar da İbrahim aleyhisselamın yanına gelirler. İbrahim aleyhisselam da diğer peygamberler gibi şöyle der:
-Ben buna ehil değilim. Siz Allah'ın, onunla konuştuğu ve kendisine Tevrat’ı verdiği bir kul olan Musa'ya gidin.
Bu defa da onlar da Musa'ya gelirler. Mûsâ da bir nefis karşılığında olmak­sızın bir kimseyi öldürdüğünü ve bu sebepten dolayı Rabbisinden utandığını beyan eder ve:
-Ben buna ehil değilim. Siz Allah'ın kulu ve Rasûlü, Allah’ın Kelimesi ve Ruhu olan İsa aleyhisselama gidin, der.
Onlar İsâ aleyhisselamın yanında kendilerine Allah katında şefaat etmesini istemek için gittiklerinde İsâ aleyhisselam onlara:
-Ben buna ehil değilim. Siz bir kul olan ve gelmiş geçmiş bütün günahları bağışlanmış olan Muhammed'e gidin, der.
Onlar da benim yanıma gelirler. Ben de Rabb'imin huzuruna izin istemek üzere giderim. Bana izin verilir. Rabb'imi görünce secde­ye kapanırım. Allah beni dilediği kadar bu vaziyette bırakır. Sonra Allah tarafından:
-Başını kaldır, iste; sana verilir; söyle, sözün işitilir; şefaat et, şefaatin kabul edilir, denilir.
Ben başımı kaldırır ve bana öğreteceği bir hamd ile Rabb'ime hamd eylerim. Sonra şefaat ederim. Benim için bir miktar belirlenir. Ben de o miktâr insanı cennete girdiririm. Sonra tekrar Rabbime dönerim. Rabb'imi görünce, bundan evvel yaptığım gibi, secdeye kapanırım. Sonra şefaat ederim. Yine benim için bir miktar belirlenir. Ben o belirlenen insanları cennete girdiririm. Sonra üçüncü defa Rabb'ime dönerim, sonra dördüncü defa dönerim ve şöyle derim:
-Cehennemde Kurân’ın hapsettiği ve üzerlerine orada ebedi cehennemde kalmaları vacib olanlardan başkası kalmadı."
"Lâ ilahe illallah diyen ve kalbinde bir arpa ağırlığınca ha­yır yânî îmân bulunan kimseler ateşten çıkar. Bundan sonra Lâ ila­he illallah diyen ve kalbinde bir buğday tanesi ağırlığı kadar hayır bulunan kimseler ateşten çıkar. Daha sonra Lâ ilahe illallah diyen ve kalbinde bir tek zerre ağırlığı kadar hayır olan kimseler ateşten çıkar." (Hadisin geçtiği yer: 44, 4476, 6565, 7410, 7440, 7509, 7510, 7516.)


Sohbet

"Kendi ellerimle... seni ne alıkoydu?" buyruğu, şanı zatına yakışan bir şekilde gerçek anlamı ile onun sıfatı olmak üzere yüce Allah’ın iki elinin olduğunu ihtiva etmektedir. Ayet-i kerîmede yüce Allah İblis’i elleriyle yaratmış olduğu Âdem’e secde etmediğinden dolayı azarlamaktadır.
Burada "iki el"in kudret diye yorumlanması imkânsızdır. Çünkü İblis de dahil olmak üzere herşeyi yüce Allah kudretiyle yaratmıştır. Bu durumda Âdem’in ayrıcalıklı bir konumda olduğunu belirten bir özelliği kalmaz.
Aynı şekilde "iki el" in ni’met, kudret veya başka bir anlamda kullanılmaları ancak gerçek anlamıyla iki ele sahib olarak nitelendirilen kimseler hakkında söz konusu olabilir. Bundan dolayı mesela, rüzgarın eli vardır, suyun eli vardır, denilmez.
“İki elimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir?” (Sad 75) “Bu ayette Allah Azze ve Celle’nin iki eli olduğunun ve bu ikisiyle dilediğini yarattığının ispatı vardır. Biz de bunları ispat/kabul ederiz. Zira Allah Azze ve Celle’nin kelamı ilim ve doğruluktan kaynaklanır. Onun sözü en güzel, en fasih ve en açık sözdür. Allah’ın iki elinin olmaması mümkün değildir.
Lakin insanlardan bazıları buna inanmak isterler. Şayet bu varsayılırsa bu, Allah’ı O’nda olmayan bir şeyle nitelemesi sebebiyle Kur’an’ın saptırıcı olmasını gerektirir. Bu ise imkansızdır. Durum böyle olduğuna göre Allah’ın iki eli olduğuna ve bunlarla Adem’i yarattığına iman etmen gerekir. Şayet bu iki el ile kastedilen nimet veya kudrettir“ dersen,
Şöyle deriz: Bunun kastedildiğini söylemek mümkün değildir. Aksi halde rabbine karşı cüret etmiş ve O’nun sözünde niteleneni dört vasfın aksiyle nitelemiş olursun. Deriz ki: Allah Azze ve Celle: “İki elimle” dediği zaman iki eli olduğunu biliyor muydu? O: “Allah bilendir” diyecektir. “O doğru söyler mi?” diye sorsak, “şüphesiz O doğru sözlüdür” diyecektir. O’nun alim olmadığını veya doğru sözlü olmadığını söylemeye güç yetiremez.
Başka bir şey kastettiği halde acizliğinden dolayı bu kelimeyi kullandığını da söyleyemez. Yahut insanları saptırmak için kendisinde bulunmayan bir şeye inanmalarını dilediğini de söyleyemez.
Bunun üzerine şöyle deriz: Öyleyse Allah’ın iki eli olduğunu kabul etmekten seni alıkoyan nedir? Rabbinden bağışlanma dile ve O’na tevbe et. Allah’ın kendisi hakkında haber verdiklerine iman ettim de. Zira O, kendisini ve başkalarını en iyi bilendir. En doğru sözlü olandır. Sözü başkalarından en güzel olandır. Yine dilediği başkalarından daha tamdır.
  Allah Teala’nın İki Elinin İspatı
Allah Teala’nın iki elini ispat için iki ayet zikredilmiştir:
Birinci ayet: “İki elimle yarattığım insana secde etmekten seni alıkoyan nedir?” (Sad 75)
 “Sana engel olan nedir?”: Bu hitap iblisedir.
 “Mâ” Azarlamak için soru edatıdır. Yani “Secde etmene hangi şey engel oldu?” demektir.
 “İki elimle yarattığıma”: Burada “Yarattığım kimseye” denilmemiştir. Zira burada kastedilen Adem aleyhisselam’dır. Şahsı bakımından değil, bu konuda Adem’e kimsenin ortak olmaması bakımından böyle nitelemiştir. Allah yalnızca onu iki eliyle yaratmıştır.
Bu yüzden İblis Adem’in mertebesine ulaşmak ve onun kıymetini düşürmek istediğinden şöyle demiştir:
 “Çamurdan yarattığın kimseye secde mi edeyim?” (İsra 61)
Bizler “mâ” edatının akıl sahibi olmayan şeyler hakkında kullanıldığını kabul ederiz. Zira burada şahsın kendisi değil, sıfatın manası sözkonusu edilmektedir. Bundan dolayı Allah Teala şöyle buyurmuştur:
 “Sizin için uygun olan kadınlarla … evlenin” (Nisa 3) Burada “men” denilmemiş, “mâ” denilmiştir. Zira burada kadının kendisi değil sıfatı kastedilmiştir.
Burada “limâ halaktu/yarattığım” buyrulmuştur. Yani “İki elimle yaratarak ona ikramda bulunmuş olmam büyük bir niteliktir” demektir. İnsanın kendisinin kastedileceği şekilde “limen halaktu/yarattığım kimse” denilmemiştir. 
 “İki elimle yarattığım”: Bu tıpkı “Kalemle açtım” diyenin sözü gibidir. Kalem açma aletidir. Şunu elimle yaptım dediğinde de burada el yapma aletidir.
 “İki elimle yarattığım” yani; Allah Azze ve Celle Adem’i eliyle yaratmıştır. Burada “iki elimle” buyurmuştur. Bu tesniye/ikil sigadır. Nispetten dolayı tenvinin düşmesi gibi, tesniyeden de “nun” harfi düşmüştür.
Biz, ikil kelimenin ve cem’i müzekker salim’in irabını yaparken deriz ki tekil isimde tenvinin yerini nun harfi alır. Bedel olan harf, yerine geçtiğinin hükmünü alır. Aynı şekilde nispet durumunda tenvin düşürüldüğü gibi tesniyede/ikilde ve çoğulda da nun harfi düşürülür.
Bu ayette Allah’ın eliyle yarattığı Adem aleyhisselam’a secdeyi terk etmedinden dolayı iblise azarlama vardır.
Burada “lima halaktu/yarattığım” ifadesinde yaratma sıfatının ispatı vardır.
Yine Allah Subhanehu ve Teala’nın iki elinin ispatı vardır. Burada yaratma fiilinin zikredilmesi gibi Allah Teala bu iki eliyle fiilde bulunur. Bu iki el ile tutar:
 “Allah'ı gerektiği gibi takdir edememişlerdir. Kıyamet günü, yeryüzü bütünüyle O'nun kabzasında, gökler de elinde dürülmüş olacaktır.” (Zümer 67) Bu iki eliyle alır. Zira Allah Teala sadakayı alır ve insanın at yavrusunu büyüttüğü gibi büyütür.  
“İki elimle yarattığım” sözünde yine Adem aleyhisselam’ı şereflendirme vardır. Zira Allah onu eliyle yaratmıştır.
İlim ehli şöyle demişlerdir: Allah Tevrat’ı eliyle yazdı, Adn cennetinin fidanlarını eliyle dikti.
Bu üç şey Allah Teala’nın eliyle olmuştur.
Umarız ki Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’in şu hadisini gördüğümüzde bu alakayı unutmayız:
 “Şüphesiz Allah Ademi sureti üzere yaratmıştır”  Bunun açıklanmasında sahih olan iki açıklamadan birini zikrederiz. Allah Teala Adem aleyhisselam’ı kendisinin seçtiği ve özendiği suret üzere yaratmıştır. Bu yüzden Allah, şereflendirmek ve kıymetlendirmek için kendisine nispet etmiştir. Bu tıpkı devenin, beyt/kabenin ve mescidlerin Allah’a nispet edilmesi gibidir. İkinci görüş ise şöyledir: Bu hakiki surettir. Bundan dolayı mahluka benzetmek gerekmez.
İkinci ayet:
 “Yahudîler "Allah'ın eli çok sıkıdır' demektedirler Bu söylediklerinden dolayı onların elleri bağlansın ve lanete uğrasınlar. Hayır, Allah'ın her iki eli de açıktır ve nasıl dilerse öyle verir.” (Maide 64)
 “Yahudiler”: Musa aleyhisselam’a tabi olanlardır.
Yahudi diye isimlendirilmelerinin sebebi olarak şu söylenmiştir: Çünkü onlar şöyle dediler:
 “Biz sana tövbe ettik” (A’raf 156) Buna göre isim arapçadır.
Yine şöyle denilmiştir: “Bu kelimenin aslı, Yakub aleyhisselam’ın oğullarından Yahuza’nın ismidir. Yahudiler ona nispet edilirler. Lakin i’rabda zel harfi dal harfine dönmüş ve Yahudiler denilmiştir.
Kelimenin aslı hangisi olursa olsun bizim için önemli değildir.
Lakin bizler Yahudilerin İsrailoğullarından olduklarını, Musa aleyhisselam’a tabi olduklarını biliriz.
Bu yahudiler inatçılık ve nefret bakımından insanların en şiddetlileridirler. Firavun taşkınlık yapıp onlara musallat edilince bu tabiat onların nefislerine yerleşti. İnsanlara karşı en inatçı kimseler oldular. Hatta yaratıcı Azze ve Celle’ye karşı da böyle oldular. Allah Teala onları kusurlu niteliklerle vasıflamış ve onları kötülemiştir. Onlar buna layıktırlar.
 “Allah’ın eli çok sıkıdır” demektedirler”: Yani infak/harcama yapmaz dediler. Nitekim Allah Teala şöyle buyurmuştur:
 “Elini boynuna asıp bağlama” (İsra 29) Yani infaktan/harcamadan alıkoyma.
Şöyle dediler:
 “Allah fakirdir!” (Al-i İmran 181)
“Allah’ın eli çok sıkıdır” demelerine gelince, onlar şöyle demişlerdir: “Şayet eli sıkı olmasaydı bütün insanlar zengin olurlardı. Zeyd’e karşı cömert iken Amr’a karşı cömert değildir. Bu eli sıkılık ve harcama yapmamaktır”
“Allah fakirdir” dediler. Zira Allah şöyle buyurmuştur:
 “Allah'a güzel bir ödünç verip da Allah'ın da onun karşılığını kat kat artırarak vereceği hani kim vardır?” (Bakara 245) Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’e: “Ey Muhammed! Rabbin fakirliğe düştü ki bizden borç istiyor” dediler. Allah onları kahretsin!!!
Yine Yahudiler dediler ki: “Şüphesiz Allah acizdir. Zira göklerle yeri yarattığı zaman  cumartesi günü istirahat etmiş, o günü tatil ve bayram günü kılmıştır” Böylece cumartesi gününü bayram edindiler. Allah onları kahretsin!!!
 Burada Allah Azze ve Celle şöyle buyuruyor: “Yahudîler "Allah'ın eli çok sıkıdır' demektedirler” Burada el kelimesi tekil gelmiştir. Zira tek el, iki elin bağışına göre daha az bağışta bulunur. Bu yüzden bunun cevabı ikili ve bolluk sıfatıyla geliyor: “Hayır, Allah'ın her iki eli de açıktır”
 Allah’ı bu kusurla niteledikleri için Allah onları söyledikleriyle cezalandırarak: “Elleri bağlanasılar” buyurmuştur. Yani infaktan/harcama yapmaktan engellenmişlerdir. Bu yüzden insanların mal toplama ve bağışta bulunmama konusunda en şiddetlileri Yahudiler olmuştur.
Onlar Allah’ın en cimri kullarıdır. Mal talebinde en aç gözlü olanlar onlardır. Bir kuruş infak etmeleri mümkün değildir. Ancak onlar bunun karşılığını nakit olarak kazanacaklarını zannediyorlar. Şu an görüyoruz ki onların büyük cemiyetleri vardır. Lakin bu cemiyetler ve bağışların arkasında çok daha fazlasını istemektedirler. Dünyaya hükmetmeyi dilemektedirler.
Öyleyse, ey insan! Allah Teala’nın: “Elleri bağlanasılar” sözüyle, bugün Yahudilerin içinde bulunduğu durumu nasıl birleştirebiliriz?” deme! Zira onlar ancak daha fazlasını kazanmak için veren bir kavimdir.
 “Söylediklerinden dolayı onlara lanet olsun”: Yani Allah Azze ve Celle’nin rahmetinden kovulup uzaklaştırılsınlar. Şüphesiz bela söze bağlıdır. Onlar Allah’ı eli sıkılıkla nitelediklerinden dolayı rahmetinden kovulup uzaklaştırılmışlardır. Onlara: “Eğer Allah sizin dediğiniz gibi infak etmiyorsa, O’nun rahmetinden uzak olun, ta ki onun cömertliği size ulaşmasın” denilir. Onlar iki şeyle cezalandırılmışlardır:
1- Allah Teala’yı suçladıkları niteliklerin kendilerine dönerek sıfatlarının değişmesi. “Elleri bağlanasılar” sözüyle bu gerçekleşmiştir.
2- Sözlerinin gereği ile sorumlu tutulmaları ve Allah’ın rahmetinden uzaklaştırılmaları. Öyle ki, Allah’ın cömertliği, keremi ve lütfundan bir şey bulamazlar.
 Sonra Allah Teala onların iddialarını şöyle buyurarak iptal ediyor: “Hayır, O’nun iki eli de açıktır”
  “Hayır” kelimesi burada onların iddiasını iptal etmek içindir.
İfadenin nasıl farklılaştığına bakın: “Bilakis O’nun iki eli de açıktır.” Zira makam cömertlikle övme makamıdır. İki el ile vermek, tek ile vermekten daha mükemmeldir.
 “İkisi de açıktır”: onların “sıkıdır” sözlerinin zıddıdır. Allah Teala’nın iki eli açık ve bolca verendir.
Nitekim Nebi sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
 “Allah’ın eli doludur, gece ve gündüz cömerttir (çokça verir). Göklerle yerin yaratılmasından beri neler bağışladığını görmüyor musunuz. Şüphesiz bu sağ elinde olanları hiç azaltmaz.” 
Allah’ın göklerle yeri yaratmasından beri neler verdiğini kim sayabilir? Hiçkimse sayamaz. Bununla beraber O’nun sağ elinde bulunanlar da eksilmez.
Bu tıpkı Allah Teala’nın şu kudsi hadisteki sözü gibidir:
 “Ey kullarım! Öncekileriniz ve sonrakileriniz, insanınız ve cinniniz hep bir anda benden isteseniz, her insana istediğini veririm. Bu katımda olanı sadece, denize sokulan iğnenin eksilttiği kadar eksiltir.”
Denize daldırıp çıkardığımız iğneye bakalım, denizden asla bir şey eksiltmez. Bu ifade, eksilmenin meydana gelmediğini belirtmede mubalağa içindir. Zira bu şekilde denizin eksilmeyeceği bilinen bir şeydir. Bu şekilde denizin eksilmesi imkansızdır. Aynı şekilde Allah Azze ve Celle’nin mülkü de, her insan ve her cinnin bir anda Allah’tan istedikleri şeyleri vermesiyle eksilmez.
“Evet, O’nun mülkünden bir şey eksilmez. Zira mülkünden yine mülküne intikal etmektedir” deme. Zira kastedilenin bu olmasına imkan yoktur. Çünkü şayet bu kastedilseydi bu boş ve gereksiz bir söz olurdu.
Lakin anlamı şudur: “Verilen bu büyük bağışların Allah’ın mülkünden çıktığı farz edilse, bu O’nun mülkünden bir şey eksiltmezdi.”
Şayet ilk anlamda olsaydı bunun bir faydası olmazdı. Bilinmektedir ki, senin on riyalin olsa, onu sağ cebinden sol cebine koysan, birisi de: “Malın azalmadı dese” elbette bunun gereksiz bir söz olduğu söylenirdi.
Önemli olan, anlamın şunu ifade etmesidir; şayet isteyenlere bu verilenler, O’nun mülkünden çıksa elbette Allah Subhanehu ve Teala onu eksiltmez.
Allah Teala’nın bağışı bizim kazandığımız dirhemler ve mallar değildir. Bilakis kavuştuğumuz bütün nimetler Allah Teala’dandır. Bunların dinle ilgili veya dünya ile ilgili nimetler olması fark etmez. Yağmur taneleri Allah Teala’nın bize bağışındandır. Bitki taneleri Allah’ın bize bağışındandır.
Bundan sonra – Allah onlara lanet etsin – Yahudilerin dediği gibi “Allah’ın eli çok sıkıdır” denilebilir mi?
Hayır vallahi! Bilakis “Şüphesiz Allah Azze ve Celle’nin iki eli de sayılamayan, hesap edilemeyen bağışlarla ve nimetlerle açıktır” denilir.
Lakin eğer “Zeyd’e veriyor da neden Amr’a vermiyor?” derlerse,
Deriz ki: Şüphesiz Allah Teala’nın mutlak yetkisi ve ileri derecede hikmeti vardır. Bu yüzden onların şüphelerine cevap olarak şöyle buyurmuştur: “Nasıl dilerse öyle verir” İnsanlardan kimine çok, kimine az ve kimine de orta yollu verilmiştir.
Bunlar Allah’ın hikmetinin gereğine tâbîdir. Kendisine az verilen kimse, bir başka açıdan Allah’ın lütfundan mahrum değildir. Allah ona sıhhat, işitme, görme, akıl ve sayılamayan bir çok diğer nimetler vermiştir. Lakin Yahudiler taşkınlıkları ve düşmanlıkları sebebiyle Allah’ı noksan sıfatlardan tenzih etmemişler ve “Allah’ın eli çok sıkıdır” demişlerdir.
Geçen iki ayette Allah Azze ve Celle’nin iki el sıfatının ispatı vardır.
Lakin bir kimse şöyle diyebilir: “Şüphesiz Allah’ın ikiden fazla eli vardır. Çünkü şöyle buyurmuştur:
 “O müşrikler, ellerimizin yapıp da kendileri için yarattığımız şu hayvanları hiç görmüyorlar mı?” (Yasin 71) Burada “ellerimiz” kelimesi çoğuldur. Biz de bu çoğul ifadeyi delil almalıyız. Zira bunu çoğul alırsak iki el ve fazlasını ispat etmemiz gerekir. Bunun cevabı nedir?”
Bunun cevabı şöyle denilmesidir: El kelimesi tekil, ikil ve çoğul olarak gelmiştir.
Tekil olarak gelmesi genellik ifade eder. Allah için sabit olan bütün el sıfatlarını kapsar. Nispet edilen tekil elin genellik ifade etmesinin delili şu ayettir:
 “Allah'ın nimetlerini saysanız, onları sayamazsınız” (İbrahim 34) nimet kelimesi burada tekildir. Çokluğu kapsar. Zira “Onları sayamazsınız” buyrulmuştur.  Öyleyse bu, tek, bin, milyon ve milyonlar değildir.
“Allah’ın eli”: Burada geçen tekil ifade, sabit olduğu zaman daha fazla olmasına engel değildir. zira nispet edilen tekil genellik ifade eder.
İkil ve çoğula gelince, deriz ki, şüphesiz Allah’ın ancak iki eli vardır. Nitekim Kitap ve sünnette bu şekilde sabit olmuştur:
Kitaptan delili:
Sad suresinde “İki elimle yarattığım” (Sad 75) buyrulmuştur. Burada makam, şereflendirme makamıdır. Şayet Allah onu iki elden fazlasıyla yaratmış olsaydı bunu elbette zikrederdi. Zira Allah’ın bir şeyi yarattığı sıfat arttıkça onun değeri de artar.
Yine Maide suresinde “Hayır, O’nun iki eli de açıktır” (Maide 64) buyurmuştur. Bunu “Allah’ın eli” diye tekil söyleyenlere reddiye olarak söylemiştir. Makam nimetlerin çokluğunu gerektiren bir makamdır. Bağış vesileleri arttıkça bağış da artar.
Şayet Allah Teala’nın iki’den fazla eli olsaydı elbette onu zikrederdi. Zira tek elin bağışı tek bağıştır. İki elin bağışı bir elden daha fazla ve daha mükemmeldir. Şayet üçüncü bir el takdir edilirse, bu daha fazla olur. Eğer Allah Teala’nın ikiden fazla eli olsaydı elbette bunu zikrederdi.
Sünnete gelince, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
 “Allah Teala gökleri sağ eliyle dürer, yeryüzü de diğer elinde olur.” 
Yine şöyle buyurmuştur:
 “Allah’ın iki eli de sağdır.”
İki elden fazlası zikredilmemiştir.
Selef, Allah Teala’nın daha fazla değil, iki eli olduğu hususunda icma etmişlerdir.
Elimizde Allah Teala’nın iki eli olduğuna dair Kur’an, sünnet ve icma delili vardır. O halde bununla, “Elimizle yaptığımız” (Yasin 71) ayetini nasıl birleştirebiliriz?
Deriz ki, iki açıdan aralarını bulabiliriz:
Ya bazı alimlerin dedikleri gibi şöyle deriz: çoğulun en azı ikidir. Bu yüzden “ellerimizle” kelimesi iki elden fazlasına delalet etmez. Yani ikiden fazla olması gerekmez. O zaman bu kelime, “Hayır, O’nun iki eli de açıktır” ayetiyle uyumludur, sorun yoktur.
Çoğulun en azının iki olduğunu söyleyenlerin delili nedir? dersen,
Cevap: Allah Teala’nın şu ayetiyle delil getirmişlerdir:
 “Ey Peygamber eşleri! Her ikiniz de Allah'a tövbe ederseniz, kalpleriniz, şüphesiz hayra yönelmiş olur.” (Tahrim 4) Onlar iki kişi idi. Kalpler ise çoğul zikredilmiştir. Kastedilen ise yalnızca iki kalptir. Zira Allah Teala şöyle buyurmuştur:
 “Allah, insanın içinde iki kalb yaratmamıştır” (Ahzab 4) Kadınlar için de böyledir.
Yine Allah Teala’nın şu sözüyle delil getirmişlerdir:
 “Eğer ölenin kardeşleri varsa, anası için altıda bir hisse vardır” (Nisa 11) Burada kardeşler kelimesi çoğuldur ama iki kardeş kastedilmiştir.
Yine cemaatle namazın iki kişiyle gerçekleşmesini de delil getirmişlerdir.
Lakin dil alimlerinin çoğunluğu: “Çoğulun en azı üçtür” demişlerdir. Bu naslarda çoğul ifade ile ikilin kastedilmesi ancak bir sebepten dolayıdır. Aksi halde çoğulun en azında asıl olan üçtür.
Yahut şöyle deriz: burada çoğul ile ta’zim/yüceltmek kastedilmiştir. Bu el yüceltilmiş, Allah Teala ikiden fazla el kastetmemiştir.
Sonra eğer burada el ile kendisinin eli bulunan zatını kastetmiştir. Nitekim Allah Teala şöyle buyurmuştur:
 “İnsanların elleriyle işledikleri yüzünden karada ve denizde fesad çıkmıştır” (Rum 41) Yani kazandıklarından dolayı demektir. El, ayak, dil veya bedenin başka bir parçasıyla işlemiş olmaları fark etmez. Lakin bu gibi ifadeler işleyen kimsenin kendisini ifade eder.
Bu yüzden deriz ki, şüphesiz hayvanları - ki burada kastedilen devedir -, Allah Teala eliyle yaratmamıştır. “Ellerimizin yaptığı” sözüyle, “iki elimle yarattığım” sözü arasında fark vardır. Sanki “İşlediğimiz” buyurmuş gibidir. Zira el ile kastedilen Allah Teala’nın eli bulunan zatıdır. “iki elimle” sözüyle kastedilen ise zat değil iki eldir.
Böylece tekil, ikil ve çoğul olarak gelen el sıfatı hakkındaki sorun giderilmiş oldu.
Şu an anlaşıldı ki tekil ve ikil ifadelerin arasını bulmak kolaydır. Zira nispet edilmiş tekil genellik ifade eder ve Allah Teala hakkında sabit olan her eli kapsar.
İkil ile çoğul arasında ise iki açı vardır:
Birincisi: Çoğul ile hakiki anlamı – üç ve daha fazlası – kastedilmemiştir. Bilakis kastedilen yüceltmedir. Nitekim Allah Teala “inna/biz”, “nahnu/biz”, “gulnâ/dedik ki” ve buna benzer sözler kullanmış olmasına rağmen O birdir. Bu yüceltme için söylenir.
Veya şöyle denilir: Çoğulun en azı ikidir. Burada çelişki yoktur.
Allah Teala’nın şu ayetine gelince:
 “Gökyüzünü kuvvetle biz bina ettik.” (Zariyat 47) Burada “eyd” kelimesi kuvvet anlamındadır. Bunun mastarı: “âde, yeîdu” şeklindedir. Anlamı kuvvetli demektir. Burada Allah’ın sıfatı olan el kastedilmemiştir. Bu yüzden Allah teala bunu kendisine nispet etmemiş “bieydiynâ/ellerimizle” dememiş, “bieydin” yani “kuvvetle” demiştir.
Bunun bir benzeri Allah Teala’nın şu sözüdür:
 “Bacaktan açıldığı gün” (Kalem 42) Selef alimleri “Bacaktan” kelimesi hakkında iki görüş belirtmişlerdir:
Birinci görüş: Burada kastedilen şiddettir.
İkinci görüş: Allah Azze ve Celle’nin bacağı kastedilmiştir.
Ayetin akışını Ebu Said radıyallahu anh hadisiyle  birlikte düşünen kimse burada kastedilenin Allah’ın bacağı olduğunu söyler. Sadece ayete bakan ise “sak/bacak” kelimesiyle şiddetin kastedildiğini söyler.
Şayet: “Siz Allah Teala’nın hakiki eli olduğunu ispat ediyorsunuz. Biz ise ancak yaratılmışların elleri olduğunu biliriz. Sizin sözünüz yaratıcıyı yaratılmışa benzetmeyi gerektirir” denilirse,
Cevap: Allah Teala için el sıfatının ispat edilmesi yaratıcıyı yaratılmışa benzetmeyi gerektirmez. Zira elin ispatı Kur’an, Sünnet ve selefin icmaı ile gelmiştir. Yaratıcının yaratılmışlara benzetilmesinin nefyine ise şeriat, akıl ve his delalet etmektedir:
Şeriatın nefyine gelince, Allah Teala şöyle buyurmuştur:
 “O'nun benzeri hiçbir şey yoktur. O, hakkıyle işitendir; hakkıyle görendir.” (Şura 11)
Akla gelince; Sıfatlarında yaratıcının yaratılmışa benzetilmesi mümkün değildir. zira bu yaratıcı için kusur sayılır.
Hisse gelince, her insan yaratılmışların ellerinin birbirlerinden farklı, büyüklük, küçüklük, genişlik ve incelik bakımlarından ayrıdırlar. Yaratılmışların ellerinin farklı olması, Allah Teala’nın elinin yaratılmışların ellerinden farklı olmasını gerektirir. Allah Subhanehu ve Teala’nın onlara benzememesi daha önceliklidir.
Allah Teala’nın elinin ispat edilmesi hususunda Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaate; Mu’tezile, Cehmiyye, Eşariler ve benzerlerinden olan ta’til ehli (isim ve sıfatları iptal eden kimseler) muhalefet etmişler ve şöyle demişlerdir:
“Allah hakkında hakiki el ispat etmek mümkün değildir. Bilakis el ile kastedilen manevî bir şeydir. O da kuvvettir. Veya el ile kastedilen nimettir. Zira Arap dilinde el kelimesi kuvvet ve nimet hakkında kullanılır.
Nevvas b. Sem’an radıyallahu anh’ın uzunca rivayet ettiği şu sahih hadiste şöyle geçmektedir:
 “Şüphesiz Allah İsa’ya şöyle vahyeder: “Ben öyle kullarımı çıkardım ki kimsenin onları öldürmeye iki eli yoktur”  bunun anlamı “Kimsenin onları öldürecek kuvveti yoktur” demektir. Onlar Ye’cuc ve Me’cuc’dür.
Elin nimet anlamına gelmesinin örneği çoktur. Bunlardan birisi, Kureyş’in elçisinin Ebu Bekr radıyallahu anh’e söylediği şu sözdür: “Benim yanımda senin elin olmasaydı sana karşılık vermezdim. Sana icabet edeceğim”  Burada el nimet anlamındadır.
Yine el-Mutenebbî şöyle demiştir:
Nice karanlık geceler vardır ki yanında bir el vardır
Mânîler’in yalan söylediğini söyler
Mânîler: Mecusilerden: “Karanlık kötülüğü, aydınlık da iyiliği yaratmıştır” diyen bir fırkadır. El-Mutenebbî diyor ki: “Gecede sana öyle çok nimetler bağışlanır ki, bunlar Manîlerin yalan söylediğine delildir. Zira gecen sana iyilik getirmiştir”
Allah’ın eli ile kastedilen nimetidir. Burada hakiki el kastedilmemiştir. Zira sen Allah için hakiki el ispat edersen bu, Allah Teala’yı cisim kabul etmeni gerektirir. Cisimleştirmek ise benzetmektir. İşte o zaman Allah Azze ve Celle’nin şu ayetinde yasakladığı duruma düşülür:
 “Allah'a meseller vermeyin” (Nahl 74)
Bizler delil bakımından senden daha mutluyuz ey hakikati ispat eden!! Biz diyoruz ki: “Allah araz’dan (sonradan olma şeylerden), parçalardan ve ihtiyaçlardan münezzehtir” böylesi secîli (uyumlu) sözü ne kitapta ne de sünnette bulamazsın.”
Bu sözlere çeşitli açılardan cevap vereceğiz:
Birincisi: Elin kuvvet veya nimet olarak açıklanması sözün zahirine aykırıdır. Delil olmadığı sürece sözün zahirine aykırı açıkalamalar reddedilir.
İkincisi: Bu açıklama selefin icmaına aykırıdır. Zira onlar el ile kastedilenin hakiki el olduğunda icma etmişlerdir.
Şayet sana: “Selefin icmaı nerede? Bana Ebu Bekir, Ömer, Osman veya Ali radıyallahu anhum’den birinden “Allah’ın eli ile kastedilen hakiki eldir” dediklerine dair tek bir söz getir” derse, ona şöyle söylerim:
“Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali radıyallahu anhum’den birinden, yahut diğer sahabelerden, onlardan sonraki imamlardan birinden “El ile kastedilen kuvvet veya nimettir” dediğine dair bir sözü sen getir.”
Buna asla güç yetiremez.
Öyleyse, şayet onlara göre bu kelimenin anlamı sözün zahirine aykırı olsaydı, bunu mutlaka söylerler ve bu bize nakledilirdi. Bunu söylemediklerine göre onların sözün zahirini aldıkları ve bunda icma ettikleri anlaşılır.
Bu önemli bir kaidedir. Sahabeden Kitap ve Sünnetin zahirine aykırı bir söz nakledilmemişse, onlar bunun dışında bir şey söylememişlerdir. Zira Kuran onların dilinde nazil oldu, Nebi sallallahu aleyhi ve sellem onların dilinde hitap etti. Onların da kitap ve sünneti zahirlerine göre anlamaları kaçınılmazdır. Onlardan, zahire aykırı bir şey nakledilmemişse, onların görüşleri budur (zahiridir) demektir.
Üçüncüsü: Elin nimet veya kuvvet anlamında yorumlanmasının son derece imkansız olduğuna örneklerden birisi şu ayettir: “İki elimle yarattığım..” (Sad 75) Zira bu ayetteki iki el, nimet olarak yorumlanırsa sadece iki nimetin varlığı sözkonusu olur. Allah’ın nimetleri ise sayılamayacak kadar çoktur. Kuvvet olarak yorumlanması halinde de iki kuvvet olur. Kuvvetin ise manası bir olup sayıca artmaz. Bu cümle, iki elin nimet veya kuvvet olarak yorumlanmasının son derece imkansız olduğunu göstermektedir.
“Hayır O’nun iki eli de açıktır” (Maide 64) ayetinde kastedilenin nimet olarak yorumlanmasını mümkün görsen bile, “İki elimle yarattığım…” (Sad 75) ayetinde kastedilenin nimet olarak yorumlanması asla mümkün değildir.
Kuvvete gelince, her iki ayette de  yani “Hayır, O’nun iki eli de…” (Maide 64) ve “İki elimle yarattığım..” (Sad 75) ayetlerinde elin kuvvet olarak yorumlanması imkansızdır. Zira kuvvet sayıca artmaz.
Dördüncüsü: şayet burada kuvvet kastedilseydi Adem aleyhisselam’ın iblise karşı bir üstünlüğü sözkonusu olmazdı. Hatta eşeklere ve köpeklere karşı da bir üstünlüğü olmazdı. Zira bunların hepsi Allah’ın kuvvetiyle yaratılmıştır. Şayet el ile kuvvet kastedilmiş olsaydı, bununla iblise karşı delil getirilmesi doğru olmazdı. O zaman iblis de şöyle derdi: “Ey rabbim! Beni de kuvvetinle yarattın, Ademin bana üstünlüğü nedir ki?”
Beşincisi: Allah Azze ve Celle’nin ispat ettiği el çeşitli açılardan gelmiştir ve bunlarla nimet ve kuvvetin kastedilmiş olması imkansızdır. Allah’ın eli hakkında parmaklar, tutmak, açmak, yummak, sağ el gibi ifadeler zikredilmiştir. Bütün bunlar el ile kuvvetin kastedilmiş olmasını imkansız kılar. Zira kuvvet bu sıfatlarla sıfatlanmaz.
Buradan anlaşılıyor ki bu tahrifçilerin: “El ile kastedilen kuvvettir” şeklindeki sözleri çeşitli açılardan batıldır.
Nitekim Allah Azze ve Celle’nin sıfatlarının gaybî haberlerden olduğu ve akılla tespit edilemeyeceği, buna aklın yolunun olmadığı daha önce açıklanmıştı. Bize gereken bunları zahirleri üzerinde bırakmak ve itiraz etmemektir.
Şefâat Kelimesinin Anlamı:"Şefâat"in aslı "şef'" kelimesidir. Bunun anlamı da bir şeyi benzeri olan şeye eklemek, yanyana getirmektir. Bunun zıddı ‘vetr’ dir ki, bir şeyin tek olmasını ifade eder. Bu anlamda Allah Azze Ve Celle  ‘vetr’, O’nun yarattığı mahluklar ise ‘şef’ı’dir (çifttirler.)
Rabbimiz “Şef’a ve vetr’a yemin olsun’ (Fecr: 89/3) diyerek bu iki gerçeğe işaret etmektedir. Kimilerine göre ‘şef’ı’ yaratılmış şeylerdir. Çünkü onlar bir çok açıdan birbirine benzer olarak yaratılmışlardır.
Kimilerine göre bunlar namazdır. Çünkü namazın bir kısmı tek rek’atli, bir kısmı çift rek’atlıdır. Kimilerine göre ‘şef’ı’ yaratılmışların birbirine karşıt düşen özellikleridir. Kuvvetli ve zayıf, görme ve körlük, konuşma ve dilsizlik, ilim ve cahillik vb. gibi.
‘Vetr’ ise Allah’a ait sıfatlardır ki onların bir dengi veya benzeri yoktur: Şef' kelimesinden türeyen şefâat ise, sözlükte, bir kimsenin bağışlanmasını istemek, başkası adına yardım istemek, dua etmek, rica etmek demektir.
Şefâat, bir mü'minin günahlarının bağışlanması için Allah'a dua edip yalvarmaktır. Bir başka deyişle, bir kimsenin yardım etmek veya yardım dilemek gayesiyle, bir başka kişiye nisbet edilmesi, onunla birlikte anılmasıdır. Daha çok yüksek makamdan aşağı makama doğru bir kullanılışı ifade eder.
Şefâat edene Şâfi' veya Şefî'; şefaat edilene meşfû' (şefaat bekleyen) denilir. "Şefâat"in çoğulu şüfeâ' olarak gelir. Şefaat, kişinin yardım edeceği, kendisi için istekte bulunacağı kimsenin yanında yer alması ve onu tek bırakmamasıdır.
Şefaat kavramı en çok saygı ve rütbe yönünden yüksek olanın kendisinden daha aşağı birinin yanında yer alıp yardımıyla  onu yalnız başına bırakmamasında kullanılır.Şefeat hakdır ve inkarı küfürdür. Şefaatle ilgili önemli noktalar vardır. Şefaat sırf Allah’a ait olan bir haktır. Allah’ın izni olmadan hiç kimse şefaat edemez.
Hiç kimse, hiç bir konuda Allah’ı zorlayamaz. Mekke müşrikleri taptıkları putların Allah’a rağmen kendilerine şefaat edecekleri gibi sapık bir inanca sahiptiler. Şefaat etme yetkisine sahip olan Peygamberler, alimler ve şehitler ancak Allah’ın izniyle ve takdir ettiği kadar şefaat edebilrler. Şefaat, yalnız günahkar müslümanlar içindir. Kafirler için şefaat yoktur. Mu'tezile, Cennet'te derecelerin artırılması için yapılacak şefâattan başka şefâatları kabul etmez.

Sohbetten Öğrendiklerimiz:

1- «Rabbi ona şöyle demişti: Ey İblîs! Ellerimle yarattığım insana secde etmekten seni alıkoyan nedir?» (Sâd: 75)
2- Lâ ilahe illallah diyen ve kalbinde bir arpa ağırlığınca ha­yır yânî îmân bulunan kimseler ateşten çıkar.
3- Bundan sonra Lâ ila­he illallah diyen ve kalbinde bir buğday tanesi ağırlığı kadar hayır bulunan kimseler ateşten çıkar.
4- Daha sonra Lâ ilahe illallah diyen ve kalbinde bir tek zerre ağırlığı kadar hayır olan kimseler ateşten çıkar.
5- "Kendi ellerimle... seni ne alıkoydu?" buyruğu, şanı zatına yakışan bir şekilde gerçek anlamı ile onun sıfatı olmak üzere yüce Allah’ın iki elinin olduğunu ihtiva etmektedir.


7414- Abdullah ibnu Mesud -Allah ondan razı olsun- şöyle dedi: Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellemin yanına yahûdî hahamlarından bir haham geldi ve şöyle dedi:
-Ey Muhammed! Bizler kitâplarımızda şu lafızları bulmaktayız: Allah gökleri bir parmağında, yer tabakalarını bir parmağında, bütün ağaçları bir parmağında, suları ve toprakları bir parmağında, diğer mahlûkları da bir parmağında tuta­r ve: Melik benim, der.
Haham’ın Tevrat’tan naklettiği bu sözlerine karşılık Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem azı dişleri gözükecek şekilde güldü. Sonra Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem şu âyeti okudu: «Allah'ı gerektiği gibi takdir edememişlerdir. Kıyamet günü, yeryüzü bütünüyle O'nun elinde, gökler de elinde dürülmüş olacaktır. Allah, onların şirk koştukları şeylerden münezzehtir ve çok yücedir.» (Zumer: 67)

Yahya İbnu Saîd el-Kattân bu hadîsi söyledi de bunda şunu ziyâde etti: Fudayl ibnu Iyâd, Mansur'dan; O da İbrahim'den; O da Abîde'den; O da Abdullah ibnu Mesud'dan şunu ziyade etti: Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem, yahûdî âliminin Tevrat'tan naklettiği bu sözünden hoşlanarak ve onu tasdîk ederek, azı dişleri görülünceye kadar güldü. (Hadisin geçtiği yer: 4811, 7414, 7415, 7451, 7513)


Sohbet

Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaate göre Allah’ın iki eli vardır. Bu iki elin hakiki olup, Allah’ın celaline layık şekilde olduğuna itikat ederler ve mahlûkların ellerine benzetmezler. Bunlar Allah’ın zati sıfatlarındandır. Kitap ve Sünnet ile sabittir.

Rasûlullah 'in bu davranışı, Yahudi bilgininin söylediklerini tasvip ettiğini ve bu sözlerin, kendisi tarafından okunan ayetin tefsirine ait olduğunu göstermektedir.
Ey Muhammed, senin putlara tapmanı isteyen bu müşrikler, Allahı hakkıyla takdir etmiş ve onun kudretine inanmış değillerdir. Zira, Allahin herşeye kadir olduğuna iman edenler Allahı hakkıyla takdir etmiş olurlar. Kıyamet gününde bütün yeryüzü onun avucundadır. Bütün gökler ise onun sağ eliyle dürül-müş olacaktır.

Ebu Hureyre -Allah ondan razı olsun- bu âyet-i kerimenin izahında, Resulullahın şöyle buyurduğunu rivayet eder:"Allah, yeri avucunun içine alır. Gökleri sağı ile dürer sonra şöyle der: "Hükümran benim. Nerde yeryüzünün hükümranları?"

Abdullah b. Ömer ise Resulullahın şöyle buyurduğunu rivayet ediyor."Allah Azze ve Celle, kıyamet gününde gökleri dürecek sonra onlan sağ eline alacak sonra da şöyle diyecektir: "Hükümran benim nerede zorbalar? Nerede kibirlenenler? Sonra yeryüzünü solu ile dürecek ve şöyle diyecektir: "Hükümran benim, nerede zorbalar? nerede kibirlenenler?" Abdullah b. Ömer diyor ki: "Resulullah bunları söylerken parmaklarını açıp kapatıyordu. Ben, minbere baktım alttan üste kadar her tarafı sallanıyordu. Öyle ki ben, ''O, Resulullah ile beraber düşecek mi?" diyordum."

Abdullah b. Mes'ud diyor ki:"Yahudi âlimlerden birisi Resulullaha geldi ve ona: "Ey Muhammed ve­ya ey Ebul Kasım, şüphesiz ki biz (Tevratta) şunu buluyoruz: Allah, kıyamet gününde gökleri bir parmağının üstünde, yerleri de bir parmağının üstünde, ağaçları bir parmağının üstünde, suyu ve toprağı bir parmağının üstünde ve diğer yaratıkları da bir parmağının üstünde tutacaktır. Sonra "Hükümran benim, hükümran benim." diyecektir. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem Yahudi âlimin söylediklerine hayret ederek ve onu tasdik ederek güldü. Öyle ki azı dişleri göründü ve sonra: "Onlar Allahı hakkıyla takdir edemediler." âyetini okudu."

Selef-i Salihîn, bu gibi hadis-i şerifleri olduğu gibi kabul etmişler, bunları herhangi bir yoruma tabi tutmamışlardır. Sonradan gelen âlimler ise, bu gibi âyet ve hadisleri te'vil etmişlerdir.
Mesela: "Allahın eli" ifadesinde geçen "El"den maksadın, "Allahın kudreti" olduğunu söylemişlerdir.
Allah'ın Sıfatları Konusunda Ehi Sünnetin Tutumu
 Birincisinde -yani sıfatlar konusunda tevhîdde- esas olan:
Gerek nefiy gerekse isbat şeklinde Allah'ın kendisini ve ResûIü'nün O'nu vasıflandırdığı sıfatlarla Allah'ı tavsif etmek (vasıflandırmak), O'nun kendisi hakkında isbat (kabul) ettiği hususları isbat, kendisinden nefyettiği şeyleri de O'ndan nefyetmek / reddedmektir.
Bilinmektedir ki ümmetin selefi ve imamlarının yolu, keyfiyetlendirme (tekyif) benzetme (temsil), değiştirme (tahrif) ve işlevsizleştirme (ta'tîl) olmaksızın Allah'ın kendisi hakkında isbat ettiği sıfatları isbat etmek (kendisine isnad ettiği sıfatları O'na isnad etmek) tir.
(Tahrîf:Tahrîf dilde değiştirmek demektir. Terim olarak tahrîf, nassı (ayet veya hadisi) lafız veya anlam olarak değiştirmektir. Lafzı değiştirmeyle beraber anlam ya değişir ya da değişmez.
Tahrîf üç kısımdır:
1 - Anlamı Değişen Lafız (Söz, Kelime) Tahrîfi:
Bazılarının sırf konuşan Mûsâ Peygamber olsun diye:  “Ve Allah Mûsâ ile konuştu” (Nisâ, 64) ayetinde Allah lafz-ı celâlini üstün okumaları  gibi.
2 - Anlamı Değişmeyen Lafız (Söz, Kelime) Tahrîfi “Hamd, âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur” (Fâtiha, 2) ayetinde dâl harfini üstün okumak  gibi.Bu tür hata, genellikle cahilden kaynaklanan hata olup kasıtlı olarak ard niyetle yapılan bir hata değildir.
3 - Anlam Tahrîfi: Delilsiz olarak bir lafzı (sözü, kelimeyi) açık anlamı dışına çıkarmaktır. Allah’a izâfe (nispet) edilen “iki el” ’in kuvvet, nimet ve benzeri sözlerle anlamını değiştirmek gibi.
Ta’tîl:Dilde ta’tîl, boşaltmak (bir şeyin veya kavramın içini boşaltmak) ve terk etmek demektir. Terim olarak ise, Allah-u Teâlâ için gerekli olan isim ve sıfatların tamamını veya bir kısmını inkar etmektir. Buna göre ta’tîl iki kısımdır:
1 - Tam (Küllî) Ta’tîl: Allah’ın sıfatlarını inkar eden Cehmiyye gibi. Bunların aşırıları, Allah’ın isimlerini de inkar ederler.
2 - Kısmî (Cüzî) Ta’tîl: Allah’ın bazı sıfatlarını kabul edip bazılarını inkar eden Eş’ariyye gibi. Bu ümmet içinde ta’tîl fitnesi ile bilinen ilk kişi el-Ca’d b. Dirhem’ dir.
Tekyîf:Tekyîf, bir sıfatın niteliğini (keyfiyetini) anlatmaktır. Allah’ın elinin ya da dünya göğüne inmesinin niteliği şöyle şöyledir, demek gibi
Temsîl ve Teşbîh:Temsîl, bir şeye örnek, teşbîh ise benzer vermektir.
Temsîl (iki şey arasında) her bakımdan eşitlik ve denklik bulunmasını, teşbih ise bir çok bakımdan eşitlik ve denklik bulunmasını gerektirir.
Bunların biri diğeri yerinde de kullanılır.
Bunlar ile (temsîl ve teşbîh) tekyîf arasında iki bakımdan fark vardır:
Birincisi: Tekyîf, bir şeyin niteliğini mutlak olarak veya bir benzerle kayıtlayarak anlatmaktır.Temsîl ve teşbîh ise, örnek ve benzerle kayıtlanmış bir niteliği gösterir. Bu bakımdan tekyîf daha geneldir. Çünkü her mümessil (temsil yapan) aynı zamanda mükeyyif (tekyif yapan) dir, tersi olamaz.
İkincisi: Tekyîf sıfatlara özgüdür. Temsîl ise değerde (adet), sıfatta ve zâtta olabilir. Bu bakımdan yani temsîlin zât, sıfat ve değerle olan ilgisi bakımından temsîl daha geneldir.


Sohbetten Öğrendiklerimiz:

1- Allah gökleri bir parmağında, yer tabakalarını bir parmağında, bütün ağaçları bir parmağında, suları ve toprakları bir parmağında, diğer mahlûkları da bir parmağında tuta­r ve: Melik benim, der.
2- Allah'ı gerektiği gibi takdir edememişlerdir. Kıyamet günü, yeryüzü bütünüyle O'nun elinde, gökler de elinde dürülmüş olacaktır.
3- Selef-i Salihîn, bu gibi hadis-i şerifleri olduğu gibi kabul etmişler, bunları herhangi bir yoruma tabi tutmamışlardır. Sonradan gelen âlimler ise, bu gibi âyet ve hadisleri te'vil etmişlerdir. Mesela: "Allahın eli" ifadesinde geçen "El"den maksadın, "Allahın kudreti" olduğunu söylemişlerdir.