www.musluman.biz

10 Mart 2012 Cumartesi

ADALET

ADALET
Adalet bir şeyi yerine koymak, ölçülü olmak, tutarlı davranmak, doğru olanı yapmak, hakkı yerine getirmek demektir. Karşıtı zulümdür. Adalet, ödül ve cezada eşitliktir. İyiliğe dengi bir iyilik yapmak, kötülü­ğe de dengi bir ceza vermektir. Toplumda birlik ve dirliği sağlayan en önemli ahlaki ilkelerden biri adalettir. Sosyal hayatin en önemli denge unsurudur. Bunun için Kuran'da ""Allah adaletli davranmayı emreder" buyurulmuştur.
Adaletin gereğini yapmak bir tercih değil, bir emirdir. Kullar onu yerine getirmek zorundadır. Getirmezlerse zulme kaymış, haktan sap­mış olurlar. Adaletin uygulanmadığı yerde zulüm kol gezer. Güçlü zayı­fı ezer. Hakların gasbedildigı yerlerde gönüllerde kin ve nefret tohumla­rı yeşerir. Toplumda huzur ve güven kaybolur. Her tarafa zulüm ve haksızlık hakim olur. Allah ise bunları sevmez. Zira bunlar sevilecek şeyler değildir.
Hak sahibine hakkı verilmeli, zulme engel olunmalıdır. İman edenlere bu yakıştığı gibi, İslam ahlakının gereği de budur. Mü­minler kendi aralarında adaletli olmakla, adaletin gereğini yerine getir­mekle sorumludurlar. Bu konuda hiçbir kınayanın kınamasından, eleşti­renin eleştirisinden korkmamalıdırlar. Zira doğru olan budur. Nitekim Hak Teala bu hususta insanlara adaletli olmalarını, onun takvaya daha yakın olduğunu emir buyurmuştur.
Takva, Allah'a olan saygıdır. Bunun için adalet, takvaya en yakın ahlaki özelliktir. Adalet takva ile birlikte yaşar. Adaletin olduğu yerde takva, takvanın olduğu yerde adalet vardır. Nasıl olmasnı ki adalet mülkün temeli, yeryüzünde huzurun sebebidir. Zira en adil insanlar Al­lah'a en çok saygı duyanlardır. Allah'a en çok saygı duyanlar, en adil in­sanlardır. Adalet ve takva adeta dinin kemikleri gibidir. Dini ayakta tu­tan, mümine şahsiyet kazandıran temel kavramlardır.
İnsan Allah katında en üstün değer olan takva ile değer bulur. Ada­letle bu değeri artar. Mümin Hakk'a yakın olmak, onun rızasına kazan­mak için zulmü ve haksızlığı ortadan kaldırmakla sorumludur. Adaleti yerine getirmek, bu husustaki faaliyetlere katkıda bulunmakla mükellef­tir. Yüce Mevla kullarına bunu emretmekte, tersi olan zulmü yasakla­maktadır. İnsan adil olursa, imanın zirvesine tırmanmaya güç kazandığı gibi, güzel ahlak sahibi olmaya da hak kazanır. Bunun için başta Resul-i Ekrem Efendimiz olmak üzere bütün peygamberler adil olmaya büyük önem vermişlerdir.
Efendimiz her konuda olduğu gibi adalet konusunda da son derece titiz davranmıştır. Her ortamda adil davranmaya çalışan Resul-i Ekrem Efendimiz Huneyn günü ganimetleri taksim ederken bazı kişilerin gö­nüllerini İslam'a ısındırmak, onların daha samimi müslüman olmalarını sağlamak için onlara diğerlerine verdiği hisseden daha fazla hisse ayırdı.
Akra' İbni Habis'e yüz deve, Uyeyne İbni Hısn'a da bir o kadar deve verdi. Arapların ileri gelenlerine de o günkü taksimde daha cömert dav­randı. Bundan maksadı belli idi. Gözlerini mal hırsı bürümüş insanları bu yolla hak yola davet etmek, cehenneme yuvarlanıp gitmelerini önle­mekti. Ama ne var ki dünya malı tatlı olduğundan bu durum bir takım insanlara ağır geldi.
Müslümanlığa girmiş olsalar da dünya malından da aynı şekilde nasiplerini almak isteyenler vardı. Kendisine aynı şekilde fazla hisse ve­rilmesini bekleyen böyle bir kişi için fırsat doğdu ve adam ileriye atıla­rak Efendimize yaptığı taksimde hakkaniyet olmadığını, Allah rızasının da gözetilmediğini söyledi. Bu söz ortama yıldırım gibi düştü. Herkes bir an sustu. Ne var ne yok hepsini insanlara vermeye, onların gönülle­rini hoş etmeye çalışan bir ordu komutanına böyle bir cevap verilmeme­li, bir peygambere karşı bu şekilde itiraz edilmemeli idi.
İnsanlığın en büyük adalet önderi olan Efendimiz bir an durakladı. Öfkesi ve kızgın­lığı derhal yüzüne vurdu. Bu densiz ve yersiz ithamdan, ağır ve haksız suçlamadan dolayı kıpkırmızı kesildi. Son derece vakur bir eda ile Allah ve Resulü'nün de adaletle hükmezmezse hiç kimsenin adaletle hükmedemeyeceğini söyledi.
Böyle yapmayan erkeklerin kıyamet günü omuzlarının çarpık bir vaziyette teşhir edileceğini belirterek onları ada­let konusunda dikkatli olmaya davet ederdi. Böyle yapılırsa aileler hu­zur bulur, eşler mutlu olur. Kadınlar kendileri hakkında adil davranan kocalarını sever, onlara karşı gönüllerinde kin ve nefret beslemezler. Kumalar kendi aralarında gereksiz tartışmalardan kaçınır, çocuklar bir­birleriyle lüzumsuz kavgalara girişmezler.
Adalet, aile ocağında arandığı gibi toplumda da aranır. Adalet aileleri ayakta tutan en önemli değer olduğu gibi toplumları da ayakta tutan en önemli ahlaki ve hukuki değerdir. Adaletle hükmeden yöneticilere büyük mükafatlar vardır. Verdiği hükümlerde adaletli davranan yöneticiler kı­yamet gününde Allah Teala'nm yanında nurdan koltuklar üzerinde otu­racaklardır. Adil devlet başkanları cennetlerde dolaşacaklardır.
İnsanlık onurunu korumak, Allah'ın rızasını kazanmak isteyenler her konumda adaletli davranmaya, eşleri, çocukları arasında adalet te­razisini dengede tutmaya, diğer insanlar arasında da aynı şeyi uygula­maya özen göstermelidirler. Adalet terazisini çalışır durumda tutmaya, hak ve hakikati hayata hakim kılmaya çalışmalıdırlar. Aksi takdirde zu­lüm hayata hakim olmaya, zalimler yeryüzünü kasıp kavurmaya başlar.
Zulüm adaletin düşmanıdır. Zulüm, bir şeyin gereğini değil de zıd-dını yapmak, hakkı yerli yerine koymamaktır. Zulüm, başkasının hakkı üzerinde haksız bir tasarrufta bulunmak, herhangi bir konuda haddi aşmaktır. Haksız yere başkasının malını almak, ırzına, namusuna sataş­mak gibi uygunsuz davranışlar zulümdür. Zulüm adı üzerinde karan­lıklar demektir. Nitekim Efendimiz bu hususu açıklarken "Zulümden kaçının. Çünkü zulüm, kıyamet gününde zifiri karanlıktır" demiştir.
Adalette izzet, zulümde zillet vardır. Zulüm, insanın onur ve şerefi­ni ayaklar altına alır. Gözünü kör, kulağını sağır eder. Göz kapakları açık olsa da hakkı görmekten, hakikati işitmekten mahrumdur. Dünya­da böyle karanlıklarda yaşadığı gibi, ahirette de karanlıklarda kalmaya mahkum olacaktır. O günde karanlıklar içinde kalarak yolunu bulamayacak, insanların hayatlarını nasıl karartıp zindana çevirmişlerse, kendile­ri de benzer bir ceza ile zifiri karanlıklar içinde cezalarını çekeceklerdir. Zalimler, dünyada zulmettikleri insanların hayatlarını karartmış, onlara adeta dünyayı zindan etmişlerdir. Artık zindana girme zamanı kendileri­ne gelmiştir. Zira o gün hiç kimseye zerre kadar haksızlığın yapılmayaca­ğı, mazlumların haklarının zalimlerden alınacağı gündür. Herkes ektiğini biçecek, yaptığının karşılığım görecektir.
Zulüm, çoğunlukla Allah'dan başka yardımcısı olmayan zayıflara, biçarelere yapılır. O biçarelerin hak­larının alınacağı adalet günü gelmiştir. Hak Teala mazlumların haklarını alarak kendilerini adaletin aydınlığına çıkaracak, zalimleri ise yaptıkları zulümlerin karanlıklarına gömecektir.
Bunun içim İslam, yeryüzünde adaleti hakim kılmayı, zulmün her çeşidini ortadan kaldırmayı hedefle­miş, mensublannı şiddetle zulümden sakmdırmıştır. Bütün bunlar gözönüne alındığında zulmün her çeşidi kötüdür. Ondan uzak durmak, gerekir. Zulüm insanı helak eder, felakete sürükler. Nitekim Resul-i Ek­rem Efendimiz ümmetinin son zamanlarında büyük felaketlerin olacağım, bu felaketlere ilk önce zalimlerin uğrayacaklarım haber vermiştir.
Dünyanın sonuna doğru müslümanlar bir takım kötü olaylarla kar­şılaşacaklardır. Bu felaketlere ilk önce zulmedenler uğrayacak, evvela onlar yerin dibine geçeceklerdir. Böyle durumlarda ilk önce zalimler he­lak olacak, zulümlerinin cezalarını bir nebze olsun böylece görecekler­dir. Zulüm en başta gelen günah olduğu için, bu felaketlere ilk önce on­lar uğrayacaklardır. Zulüm, kıyamet günü zalimler için ise daha büyük karanlıklar olacaktır.
O karanlıklar içinde nereye gideceklerini ne ya­pacaklarını bilemeyeceklerdir. Adaletin mutlak surette tecelli edeceği o günde hak ettikleri cezaya çarptırılarak cehennemi boylayacaklardır. Müminler ateşten kurtuldukları zaman cennetle cehennem arasındaki bir köprüde tutulurlar da dünyada aralarında geçen zulümlerden dolayı birbirlerinden haklarını alırlar, aralarında kısaslaşırlar.
Ne zaman ki, helalleşerek günahlarından temizlenir ve aklanırlarsa o zaman cennete girmelerine izin verilir. Onlardan her biri, cennetdeki yerinde dünyada­ki yerinden daha selamette olacaktır.
Zalim ile mazlum, dünyada helalleşmeden ölürlerse, iş ahirete kal­mış olur. Orada mazlumun hakkı zalimden alınacak ve aralarmda adalet gerçekleşecektir. Zulmün hesabı verilmeden, mazlumun rızası alınma­dan cennete girmek mümkün olmayacaktır. Nasıl mümkün olsun ki zu­lüm sakınılması gereken en büyük kötülüklerdendir. Başkalarının hayat­larım karartanların ahirette kendi hayatları kararacaktır. Zulüm kıyamet günü sahibine bir değil binlerce karanlık olacaktır.
Zulüm gibi insana kötülük getirecek her karanlık şeyden de sakın­mak gerekir. Çünkü Allah kötü olan hiçbir şeyi sevmez. Kötü olan her şey bir çeşit zulümdür. Cimrilik de bu anlamda bir çeşit zulümdür. Zira o da mala karşı haksızlık yapmaktır. Verilmesi, harcanması gereken malı har­camamak, dinin emrine kulak asmamaktır.
Adaleti bırakıp, zulme kapı aralamaktır. Cimrilik önceki ümmetleri helake sürükleyen zulümlerin ba­şında yer alır. Cimrilik önceki ümmetleri olmadık maceralara sürüklemiş, aşırı kıskançlıktan dolayı akrabalık bağlarını kesmişler ve haram olan şey­leri helal kabul etmişlerdir. Dahası onları helak etmiş, birbirlerinin kan­larım akıtmaya, canlarım kıymaya kadar götürmüştür.
İnsan eline, diline ve edebine sahip olmazsa onlar basma çok işler açar. Organlar adaletle idare edilmezse, insana pek çok zulümler eder, basma türlü türlü dertler açarlar. Gözler zina eder, eller zina eder, ayak­lar zina ederler, fere bunu ya tasdik eder, ya da tekzib eder. Kur'an'da helalla haramı, emirle yasağı bir arada toplayan "Gerçekten Allah ada­letle, ihsanla ve yakınlara vermekle emreder7' ayetinden daha derli toplu bir ayet yoktur.
Bu ayette her şeyden önce adalet emredilmektedir. Bir şeyi eksiksiz ve fazlasız yapmaya adalet denir. Din terimi olarak, her şeyi dinin emir­lerine uygun olarak yerine getirmek, her hak sahibine hakkım vermek ve zulmü terk etmektir. O halde adalet, dinin temeli olup, cemiyetin ayakta durmasını sağlayan ana direğidir.
Aile reisinden devlet reisine ka­dar herkes adaletle hareket etmek sorumluluğu altındadır. Adaleti ayakta tutan ikinci husus ihsandır. Yapılan iyiliğe fazlasıyla karşılıkta bulunmak ve kötülük edeni affetmektir. Bir de Allah'ı görür gibi ihlasla ve haşyetle ona ibadet edip, kendin için sevdiğini, insanlar için de sevmendir diye ta­rif edilmektedir. Bu da ahlakın en güzel hallerinden biridir.
Allah azgınlık ve isyanı da yasaklamıştır.
Bağy, insanların haklarına tecavüz etmeye ve insanlara zulmetmeye denir. Düşmanlık ve zulüm duygusuyla zorla insanlara hakim olmak ve üstünlük taslamaktır. İnsan­ların haklarına tecavüz etmek ve onlara zulmetmek büyük günahlardan­dır. İslam adaleti emreder, adalete aykırı düşen her çeşit zulmü yasaklar. Toplumun huzuru ancak bu şekilde sağlanabilir.
Nahl suresinin 90. Ayeti Allah'ın kitabında hayır ve şerri bir arada toplayan en derli toplu ayet ol­duğundan ayet hutbe sonlarında günümüze kadar okunagelmiştir.
Allah Teala hiçbir zaman kullarına zulmetmez. Kullar kendi kendi­ne zulmederler. Elleriyle dilleriyle ve diğer organlarıyla yanlış işler ya­parlar da günaha girerler. Kendi kendilerine haksızlık ederler. Dolayı­sıyla bu organları zulme alet etmemek, onları günah yolunda kullan­mamak gerekir. Adaletin başı Hakk'ı tanımak, onun birliğine inanmak­tır.
Onu tanımamak, en büyük zulümdür. Bunun adı dinde şirktir. Şirk en büyük zulümdür ve müşrikler de en zalim kişilerdir. Ayette geçen ih­san bir şeyi güzel yapmak demektir. Bir şeyi güzel yapmak ihsan olduğu gibi, güzel yapmamak, eksik ve noksan bırakmak da bir nevi zulümdür.
Akrabalara iyilik yapmak, onlara ikramda bulunmak da bir çeşit adalettir. Çünkü yapılması gereken görevi yapmaktır. Onları ziyareti etmemek, ilişkileri kesmek de zulümdür.
Halbuki Allah bütün iyilikleri emreder, kötülükleri yasaklar. Çünkü bunlar adaletin gereği, zulmün tersidir. Bütün güzelliklerin kaynağı olan Allah Teala zulüm kapsamına giren her türlü çirkinliği yasaklamıştır. İnsan zulümden uzak durur, adaletin gereğini yerine getirirse Allah o insanın yanındadır. En zor du­rumlarda o kuluna yardım eder.
Kul kendine haksızlık yapmış, zulmetmişse yine de Allah'ın rahme­tinden ümidini kesmemelidir. Zira o sonsuz rahmetin sahibidir. Kul yaptığı zulümlerden el etek çeker, tevbe ederse Hak Teala bağışlayıcı, af­fedicidir. Belki affeder. Ama zulümle kulluk sağlıklı devam etmez.
Etse de insana hayır getirmez. Zira Allah Teala zulmü haram kılmıştır. Su­yun üstüne bina kurulmayacağı gibi, zulüm üzerine de kulluk binaedilmez. En sonunda yerle bir olur. Nitekim bu ilahi kuralı haber verir­ken Hak Teala "Kullarım! Ben zulmetmeyi kendime haram kıldım. Onu sizin aranızda da haram kıldım. Artık birbirinize zulmetmeyiniz!" bu­yurmuştur.
Allah adildir, zulmetmez. Zulmü sevmez, zulme razı olmaz. Kulla­rının biribirlerine zulmetmesini de istemez. Öyle ise kullar da birbirleri­ne zulmetmelidirler.
Zulüm iki çeşittir.
Birincisi, insanın kendi nefsine zulmetmesi ki, bunun en büyüğü şirk ve küfürdür. İkincisi, insanın başkasına zulmetmesidir ki, burada söz ko­nusu olan bu ikinci çeşididir. Hasılı mümin her çeşit zulüm ve haksızlık­tan uzak durmaya çalışmalıdır.
Öyle ki İbni Abbas zulmün kötülüğüne örnek verirken bir dağın, bir dağa azgınlık ve zulmetse, azgınlık ve zul­meden dağın zulmünden dolayı parça parça edileceğini söylemiştir. Haddi aşmanın ve başkasına tecavüz etmenin kötülüğü böyle bir örnekle dile getirilmiştir. Bir dağ diğer bir dağa haksızlık eder ve ona zulmederse ilahi adalet zulmeden o azgın dağı yerle bir eder.
Bu vahim akıbetten in­sanoğlu ibret alarak hiç bir zaman azgınlık ve taşkınlığa yeltenmemeli ve adaleti çiğneyerek başkalarına zulmetmemelidir. Azgınlık ve taşkınlık edenlerin varacağı yer bellidir. Nitekim bir defasında cennet ile cehennem münakaşa ettiler de cehennem kendisinde zorba ve kibirlilerin olduğunu söyledi. Cennet de kendisinde yalnız zayıflar ve yoksulların bulunduğu­nu söyledi. Bunun üzerine Allah Teala onların çekişmesini halletmek üze­re cennete onun kendi rahmeti olduğunu, dilediğine onunla merhamet edeceğini, cehenneme de kendisinin azabı olduğunu, dilediğine de onun­la azab edeceğini, her ikisini de dolduracağını ifade buyurdu.
İnsanlığa kan kusturan zalimler, yurtları yuvaları kurutan, ocakları söndüren zorba diktatörler elbetteki Allah'ın rahmetinden mahrum kala­cak, hak ettikleri cezaya çarptırılacaklardır.
O da cehennemdir. Yüce Mev­la, yaptıklarına karşılık zalimleri onunla terbiye edecek, cehennemi onlar­la ve onlar gibi olanlarla dolduracaktır. Zalimlere ortak olan insan çeşitleri hiç de eksik değildir. Nitekim üç sınıf insan da zalimler grubu içindedir.
Kıyamet günü onlara günahları sorulmayacak ve kendileri ateşe atılacak­lardır. Bunların ilki İslam topluluğundan ayrılıp da idarecisine asi olan ve isyanı üzere ölen kimsedir, ikincisi efendisinden kaçan köle, üçüncüsü de kocası çoluk çocuğunun rızkını temin etmek için gurbete çıktığı halde onun arkasından süslenip püslenip dışarı çıkan kadındır.
Müslümanları birbirine düşürmek onlara yapılan büyük bir zulüm­dür. Bu durum ümmetin parçalanmasına, düşmanların onlar üzerine hakimiyet kurmasına yol açar. Müslüman devlet başkanına ve idarecile­rine isyan edip karşı çıkmak da aynı neticeyi doğurur. Büyük felaket ge­tiren günahların azabı da büyük olur. Erkek olsun, kadın olsun efendi­sinden kaçan köleler de ona karşı azgınlık ve taşkınlık etmiş, zulmetmiş olurlar.
Kendilerine sahip olan efendilerine isyan etmişlerdir. Bu da kötü ve haksız bir davranıştır. Ailesinin ihtiyaçlarını karşılamak için sıcak yuvasını terkederek gurbet ellere gitmek zorunda kalan bir kocanın bu yaptığı hizmet ve fedakakarlığa karşı ona vefa göstermeyip de evinden dışarı çıkan, kendini başkalarına göstermeye çalışan bir kadın da hıya­net etmiş, taşkınlık ederek kocasına zulmetmiştir. Bu insanların üçü de küfran-ı nimette bulunmuş, azgınlık ve taşkınlık yapmışlardır. Zulmün sonu ise felakettir. Dünyada alçalmak, ahirette ateşe atılmaktır.
Yine kendilerine günahları sorulmayacak bir başka üç sınıf insan vardır ki bunlar da Allah'a ululuk ve büyüklüğünde ortaklık iddia et­meye kalkan, Allah'ın işinde şüphe eden, Allah'ın rahmetinden ümidini kesen insanlardır. Bunlar da azgınlık ve taşkınlık etmiş, zulüm ve hak­sızlık yapmışlardır.
İlk bakışta günahdan sorulmamak, sorumlu olma­mak ve cezaya çarpılmamak gibi bir manayı hatıra getiriyorsa da mana tam aksine olarak hiç hesaba çekilmeden doğrudan doğruya cehenneme atılmayı gerektirmektedir. Nitekim kıyamet gününde mücrimlere gü­nahlarından sorulmayacaktır. Bunun manası, Allah böyle mücrimlerin günahlarım bilir de hesaba gerek duymadan hemen kendilerini cehen­neme atar demektir.
Allah Teala'nın ululuk ve üstünlük sıfatları vardır. Bunlara kibriya, izzet ve azamet sıfatları denir. Bu sıfatlarda Allah'a eş koşarcasına bü­yüklük taslamak ve kibirlenmek, insanlara karşı üstünlük iddia etmek tam anlamıyla bir azgınlık ve taşkınlıktır. Zulümdür, sınırı bilmemek, haddi tecavüz etmek demektir.
Allah'ın işlerinde, kaza ve kaderinde şüpheye düşmek, iman zafiyetine delalet eder. Bu bakımdan sorumluluğu ağırdır. Halbuki Allah'ın emirleri­ne ve yasaklarına kesin olarak inanmak ve iman etmek şarttır. İman şüphe götürmez. İman olmayınca küfür olur ki, şirk ve küfür en büyük zulümdür. Tam manasıyla azgınlık ve taşkınlıktır. Şirkin karanlığında kalıp imanın aydınlığına çıkmayı kabul etmemek en büyük zulümdür.
Bu zulümden kurtulmanın yolu tevbe etmektir. Zira Allah'ın rah­meti geniştir. En büyük günah olan şirk günahını işleyen kimse seneler­ce bu inançla yaşadıktan sonra tevbe edip gerçek imana sahip olursa, Al­lah onu bağışlar. Onun için Allah'ın rahmetinden daima ümitvar olmak ve ümitsizliğe düşmemek gerekir. Nasıl olursa olsun "Allah beni artık bağışlamaz" diye bir düşünceye kapılmak asla doğru değildir. Onun iradesi hakkında kesin hüküm vermek, ona saygı duymamaktır.
Kişi tevbe edip halini düzelttiği takdirde Allah'ın kendisini bağışlayacağını düşünmelidir. Ümidi kesmek yaratıcı hakkında kötü zan beslemektir ki bu da bir çeşit zulüm ve haksızlıktır.
Merhametli ve bağışlayıcı olan yü­ce yaratıcının hakkını takdir etmemek, onu kötü zan altına almak bir çe­şit taşkınlıktır, edeb sınırını aşmaktır. Doğru olan bunlardan kaçınmak, hak olanı yapmaktır.
Doğru olanı yapmayan, zulüm ve taşkınlık edenler dünyada nasıl alçalmasınlar ki, keskin sirkenin küpüne zarar verdiği gibi azgınlar ve taşkınlar ancak kendilerine zarar vermişlerdir. Zalimlerin yurtları elbet bir gün harab olacak, ocakları sönüp gidecektir. Zira ilahi kudret onlara bir gün zulümlerinin karşılığını verecek, nefeslerini kesecektir.
Nitekim hadiste bildirildiğine göre Allah Teala dilediği günahın cezasını kıyamet gününe kadar geciktirir. Ancak bazı günahların cezasını sahibi ölmeden dünyada peşin olarak verir. Bu günahlardan biri azgınlık etmek, diğeri de ana babaya isyan ederek akrabalık bağlarını kesmektir.
Azgınlık ve taşkınlık ederek haddi aşmak zulümdür. Bunları yapan kişiler de zalimlerdir. Halbuki Allah Teala zalimleri sevmez. Bir zaman kendilerine süre verse de sonuçta yakalar da aleme ibret yapar. İnsanın kendisini yetiştiren ana babasına karşı gelmesi, onları incitip bir evlada yakışmayan işler yapması büyük bir haksızlık ve adaletsizliktir. Yani tam anlamıyla haddi aşmak, taşkınlık yapmaktır.
Kabuğunu beğenme­mek, onlara hürmet etmemektir. Bu da bir zulümdür. Tevhid inancın­dan sonra ikinci büyük dini emir olan ana babaya isyan etmektir. Yaratı­cıyı karşısma almak, ona isyan etmektir. Akraba ile ilişkiyi kesmek de bundan farklı değildir.
Ayrıca onda kul hakkı da vardır. Cezası ahirete bırakılmaz. Dünyada ibret olması, yaratıcının güç ve otoritesinin göste­rilmesi lazımdır. Bunun için cezalarının bir kısmı dünyada peşin olarak derhal verilir.
Ta ki zalimler zulümle payidar olunamayacağım anlayıp ibret alsınlar. Evlatlar ana babalarına saygı gösterip adam olsunlar diye bir nebze olsun günahlarının cezasını bu dünyada çekerler. Çekmeye mecbur bırakılırlar.
Başkalarına saygı duyulmayan her davranışta zulüm vardır. Nite­kim din kardeşinin gözündeki çöpü gördüğü halde, kendi gözündeki kütüğü unutan kimsenin bu yaptığı da bir çeşit haksızlık ve zulüm­dür. Devamlı olarak nefsini murakabe etmeyen, onu kontrol altında bulundurmayan kimse, başkasının ayıp ve kusurlarıyla meşgul olur. Böylece kendinde bulunan büyük kusurları unutur da kardeşinin önem­siz kusurları dolayısıyla ona karşı haddi aşar da hakkına tecavüz etme­ye, onu incitmeye kalkışır.
Bu şekildeki bir tavır da bir çeşit azgınlık ve taşkınlıktır, haddi bilmemektir. Böyle bir yanlışa düşmemek için insanın önce kendini kontrol etmesi, başkasından önce kendi nefsini terbiye et­mesi gerekir. Akıllı insan önce kendi hastalığının tedavisi ile uğraşır, sonra başkasının hastalığına bakar. Aksi halde başkalarına zulmetmiş, haklarına saygısızlık etmiş olur.
Başkalarma saygı duyulan her çeşit harekette de adalet vardır. Makıl el-Müzeni bir gün yolda giderken yola engel olan bir şeyi kaldırıp atmak istedi. O kaldırıp atmadan önce yanındaki arkadaşlarından biri daha hızlı davranarak o engeli kenara attı.
Bunun üzerine Makıl ona neden kendi­sinden önce davrandığını sordu. Adam daha önce ondan böyle gördüğü­nü söyledi. Makıl doğru yaptığım zira kendisinin Resul-i Ekrem'den müslümanların yolundan bir engeli kaldırana bir sevab yazılacağını, se­vabı kabul olunan kimsenin de cennete gireceğini duyduğunu söyledi.
İnsanların gelip geçtiği yol üzerindeki engelleri kaldırmak ve yolu düzeltmek halka hizmettir. Çünkü bunda, insanlara eziyet verecek şey­lerin giderilmesi ve onlara hizmet edilmesi vardır. İnsan gördüğü ve gü­cü yettiği bir iyiliği yapmaz da onu terk ederse ve böylece başkasının eziyet çekmesine razı olursa, bu da bir haddi tecavüz olur ve zulüm sa­yılır. Bu gibi dolaylı yönden de olsa azgınlık ve zulüm sayılan davranış­lardan da sakınmak gerekir.
Zulümden sakınmak insana huzur ve mutluluk getirir. Dünyada mesud, ahirette bahtiyar eder. Efendimizin haber verdiğine göre ergen­lik çağma kadar iki kızı barındırıp geçindiren onlara zulmetmeyerek iyi bakan kimse cennette kendisiyle birlikte olacaktır. Aslında bu hadis kız çocuklara bakmak ve onlara güzel muamele etmekle ilgilidir.
Ancak bu ahlaki görev yerine getirilmez de çocuklara kötü muamele ve zulüm edilirse bağy, azgınlık kısmına girer. Bunun da cezası ve günahı büyük­tür. Zulmün cezasını insan ahirete göçmeden önce dünyada çeker. Nite­kim Efendimiz iki günahı işleyenlerin cezalarını bu dünyada peşin ola­rak çekeceklerini söylemiş ve bunların zulüm ve akrabalık bağlarını kesmek olduğunu haber vermiştir.
Akrabalık bağlarına riayet adalet, tersi zulümdür. Azgınlığın ve taşkın­lığın cezası büyük olduğu gibi, adalet ve hakkaniyetin sevabı da büyüktür. Güzel ahlak sahiplerinin sakınması gereken en tehlikeli şeylerin başında zulüm gelir. Böyle bir haksızlığa uğrayan kişiye mazlum denir. Mazlum gönlü kırık, yüreği yaralı kişi demektir.
Bunun için Hakk'a yakındır. Ettiği dua kabul edildiği gibi, yaptığı beddua da reddedilmez. Nitekim Resul-i Ekrem Efendimizin haber verdiğine göre üç dua vardır ki, onlar kabul olu­nurlar. Bunlar mazlumun, misafirin ve babanın dualarıdır.
Mazlum zayıf ve çaresiz insandır, güç ve kuvvetten yoksun kişidir. Görünüşte zayıf gibi olsa gerçekte güçlüdür. Çünkü mazlumdur, zulmeve haksızlığa maruz kalmıştır. Hak Teala onun yanmdadır. Onu yalnız ve çaresiz bırakmaz. Hak sahibinden bir gün hakkını alır.
Mevla Teala mazlumla kendi arasına perde koymadığı gibi, onun hakkını da yerde bırakmaz Mazlum ellerini açarak "Ya Rab!" diye dua etti mi kıvılcımın fırlayıp sıçradığı gibi mazlumun bedduası da arş-ı alaya çıkar. Ateşin yükselip de etrafı yakıp yıktığı gibi, mazlumun bedduası da zalimi ya­kar kavurur. Mazlumun bedduası bulutlar üstünde taşmır da Allah Tea­la izzet ve celaline yemin ederek "Bir süre sonra da olsa mutlaka yardım edeceğim sana!" buyurur.
Mazlum kim olursa olsun, ister mümin ister kafir olsun arada fark yoktur. Kafir de olsa sığınmış, yaratana iltica etmiştir. Kendisine yardım edilmesini istemiştir. Alemlerin rabbi olan Allah Teala da elbette böyle durumlarda kuluna yardım eder.
Ne kadar asi de olsa, yaramaz da olsa bütün insanların sahibi Allah Teala'dır. Onlar kendisine ihtiyaçlarını arzettiler mi çaresizlere, darda kalıp bunalmışlara îmdad eder, yetişir. Bunun örnekleri çoktur. Nitekim Ömer'in hilafeti dönemindeydi.
Kufeli bazı insanlar kentin valisi olan Sa'd Ibni Ebu Vakkas'ı halife Ömer'e şikayet ettiler. Sa'd hakkındaki şikayetlerini, onun namaz kıldırmasını bilmediğini söyleyecek dereceye kadar vardırdılar.
Ömer, adam gönderip Sa'd'ı Medineye getirtti ve Kufelilerin kendisi hakkındaki şikayetlerini ona iletti. Bunun üzerine Sa'd Allah'a yemin ederek kendisinin onlara Re-sul-i Ekrem'in namazı gibi namaz kıldırdığını, ondan hiçbir şeyi eksik bı­rakmadığını, yatsı namazını kıldırırken ilk iki rekatte uzunca ayakta dur­duğunu, son iki rekati de hafif tuttuğunu söyledi. Ömer, kendisinin de beklediğinin bu olduğunu söyledi. Sonra Ömer, durumu bir de yerinde araştırmak üzere bir kişiyi Sa'd ile birlikte Küfeye gönderdi.
Görevli kişi Kufelilerden Sa'd'ın durumunu soruşturdu, bütün mescidlere gidip cemaata Sa'd'ı sordu. Onlar da Sa'd hakkında hep övgü dolu sözler söylediler. En sonunda Absoğulları mescidine gitti ve herke­si Sa'd hakkında bildiklerini söylemeye davet etti.
Onlar arasından bir adam Sa'd'in askerle birlikte harbe gitmediğini, mal taksiminde eşitliği gözetmeyip, adaletle hükmetmediğini söyledi. Bunun üzerine Sa'd elle­rini açarak Allah'a bu adamın bu söylediklerinde yalancı ise, onun öm­rünü uzatması, fakirliğini artırması ve kendisini fitnelere uğratması için dua etti.
Aradan zaman geçti, adam yaşlanıp ihtiyarladı. Yaşlılıktan do­layı kaşları gözlerinin üzerine düştü. Yaşlandığı halde yollarda rast gel­diği kız çocuklarına sataşır, onlara rahatsızlık verirdi Durumunu soran­lara fitneye uğramış zavallı bir ihtiyar olduğunu, Sa'd'ın bedduasına uğ­radığını söylerdi.
Allah'ın sevgili kullarını mazlumları incitmemek lazımdır. Yoksa görme duyularını, kaybettikleri gibi kendi kuyularını da kazarlar. Kendi kuyusunu kazanlardan bir başka örnek daha vardır.
Rivayete göre bir kadın, kendi arazisinden bir parçayı gasbettiği id­diasıyla Said İbni Zeyd'i dönemin Medine valisine şikayet etti. Bu şika­yet üzerine Said bu konuda Resul-i Ekrem'in söylediklerini dinledikten sonra, onun hakkını üzerine geçirmeyeceğini söyledi.
Vali duyduğu şe­yin ne olduğunu sordu. O da haksız olarak bir karış yer alanın, boynuna aldığı o yerin yedi katının dolanacağını işittiğini söyledi. Dava bu nok­taya gelince Said Allah'a dua ederek eğer bu kadın yalancı ise, onun gö­zünü kör etmesini, kendisini de o arazisinde öldürmesini istedi. Zaman geçti. Kadın ölmeden önce gözlerini kaybetti. Kör olan gözleri ile bir gün o dava konusu yerde gezinirken bir çukura düşüp öldü. Kabri de düştü­ğü o kuyu oldu.
"Zalimin zulmü varsa, mazlumun da Allah'ı var" sözü boşuna söy­lenmemiştir. Zalimlerle ilgili ana fikirlerin özü bu atasözünde yatmak­tadır. Bunun için mümin bu hususa çok dikkat etmelidir. Mümin zulme dalmaktan, bu yolda en küçük bir haksızlık yapmaktan sakınmalıdır.
İlahi kural dünya kurulduğu günden itibaren böyle tecelli edegelmiştir. Zalimler asla ileri gidememiş, aksine hep geri geri gitmiş­lerdir. Yüce Mevla onların köklerim kuruttuğu gibi, adlarını sanlarını da unutturmuş, yuvalarına baykuşları kondurmuştur.
Dünya bugüne kadar çok zalimler, çok zulümler gördü. Çocukları, kadınları boğazlayan Firavun'u gördü, ama sonuçta Hak Teala onun tacı­nı tahtını yerle bir etti. Nil kenarında dünyaya gelen bir çocuk eliyle ilahi kudret o çocukları boğazlayanı suda boğarak haritadan sildi. Bu hal ibret için bazen dünyada olur.
Nitekim Hak Teala bununla ilgili olarak "Rab-bin, zalim bir kasaba halkım yakalarken işte böyle yakalar" buyurmuş­tur. Yüce Yaratan Firavun gibi zalim olan Ad ve Semud kavimlerini de sildi, yok etti. Onlardan nefes alıp veren hiçbir canlı bırakmadı. Hak Teala zalimlerin hiçbir dostlarının olmadığım, şefaatçılarının bulunmadığım be­lirtmiştir. Zulmün sonu felakettir. Allah Teala zalimler hakkında "Hiç şüphe yok ki zalimler kurtuluşa eremezler" buyurmuştur.
Çeşitli sebeplerle zulme uğrayan, haksız yere ithamlarla karşılaşan mazlum insanlarm tarihte sayısı çoktur. Mazlumların zalimlerin ellerin­den neler çektiğini yalnız Hak Teala bilir.
Allah'a saygı duyan, ona bağlı olan müminler hep mazlum olmayı tercih ettiler. Bunun için onun yolunda hep mazlum olarak canlarım verdiler. İlahi adalete güvenerek haklarının bir gün alınacağına inanarak ölüp gittiler. Aydınlığa çıkacakları mutlu günlerin vaadiyle mahşer sa­bahını beklemektedirler.
Bir haksızlığa ve zulme uğrayan, taşkınlık etmeden uğradığı zulme karşılık verebilir. Zira sürekli olarak sessiz kalmak da doğru değildir. İnsanm yerine göre hakkım araması, bunun mücadelesini vermesi de gerekir. Tevekkül iyi olmakla birlikte, tedbirden sonra tevekkül daha doğrudur. İnsanın karşılaştığı haksızlıklar karşısında intikam almayıp da haksızlık edeni bağışlamak daha iyi bir harekettir ve bunda eziyete katlanma sevabı vardır. En faziletli insanlar bile bu gibi durumlarla kar­şılaşmışlardır. Bu bir tercih meselesidir. Nitekim bir defasında Mümin­lerin annelerinden bazıları Fatıma'yı Efendimize gönderdiler. Fatıma içeri girmek için babasından izin istedi. Efendimiz o sırada Aişe'nin yanında yaslanmış vaziyette oturuyordu.
Efendimiz Fatıma'ya izin verdi, o da içeri girdi. Efendimize eşlerinin Ebu Bekir'in kızı hakkında adalet istediklerini söyledi. Bunun üzerine Efendimiz ona kendisinin sevdiğini onun da sevip sevmediğini sordu. Fatıma elbette ki sevdiğini söy­ledi.
Resul-i Ekrem o halde Aişe'yi de sevmesini söyledi. Bunun üzerine Fatıma kalkıp gitti. Diğer hanımlarına durumu anlattı. Onlar Fatıma'ya kendileri adına bir iş yapamadığını, peygambere tekrar gitmesini söyledilerse de Fatıma bunu kabul etmedi. Bunun üzerine onlar da Resul-i Ek­rem'e diğer hanımı Zeyneb'i gönderdiler. O da içeri girmek için izin istedi. Efendimiz ona izin verdi. O da aynı şeyi Resul-i Ekrem'e söyledi. Zeyneb Aişe'ye söylenmeye başladı. Aişe Efendimizin kendisine cevap vermek için izin verip vermeyeceğine bakıyordu.
Bir süre bekledi, nihayet Efendimizin kendisine bir şey demeyeceğini, intikam almasına ses çıkarmayacağını an­ladı. Efendimiz ona "İşte fırsat, intikamını al" buyurdu. Bunun üzerine o da Zeyneb'e cevap vermeye başladı. Öyle ki ona fırsat vermeyip üstünlükle onu bastırdı. Efendimiz gülümsedi. Sonra onun Ebu Bekir'in kızı olduğunu, onunla baş etmenin kolay olmadığını söyledi.
İlk bakışta, Resul-i Ekrem'in hanımları arasmda adaletsizlik gibi bir durum akla geliyorsa da gerçek öyle değildir. Her yönden adaleti kemal derecesinde olan bir peygamberin zevceleri arasında bir adaletsizlik ihti­mali düşünülemez. Zevceler arasında adalet maddi yönden aranır ve bu­nun sağlanmasıyla adalet yerine getirilmiş olur.
Sevgi ise manevi bir hal­dir. Bunda eşitlik aranmayacağından, sevgide adalet söz konusu değildir. Efendimizin eşlerinin kendisinden istedikleri adalet sevgi yönünden olan adalettir ki onda eşit davranmak insanın gücü dahilinde değildir.
Rivayete göre Efendimizin hanımları iki gruba ayrılmışlardı. Bir grupta Aişe, Hafsa ve Şevde vardı. Diğer grupta da Ümmü Seleme ile diğer hanımları vardı.
Müminler Efendimizin Aişe'ye olan sevgi­sini bildiklerinden yanlarında Resul-i Ekrem'e hediye edecek bir şeyleri olduğu zaman onu ellerinde bekletirler ve Aişe'nin nöbetine rastlayan günde Resul-i Ekrem'e gönderirlerdi. Bu durumu kıskanan diğer hanım­lar kendi aralarında olayı Efendimize bildirmeye karar verdiler. Sonun­da Zeyneb'le Aişe arasında karşılıklı bir tartışma oldu ve Aişe maruz kaldığı ithamlara cevap vererek tartışmada üstün geldi ve böyle­ce intikamını aldı.
Bundan haksızlığa uğrayan kişinin hakkını almasının caiz olduğu anlaşılmaktadır. Ama hak ararken, haksız duruma düşmemek gerekir. Her konuda olduğu gibi hak arama konusunda da itidali, ölçü ve den­geyi korumak lazımdır. Ölçüsüz ve dengesiz hareket yersizdir.
Adalet­ten sapma, zulme kaymadır. Zulme alet olmaktan sakınmalı, zalimce davranmaktan haya edip utanmalıdır.
Haya insan için en büyük erdem, en büyük faziletlerden biridir.