www.musluman.biz

10 Mart 2012 Cumartesi

UĞUR ve UĞURSUZLUK

UĞUR ve UĞURSUZLUK
Herhangi bir şeyde bulunduğu zannedilen ve işlerin ters gitmesine sebep olarak ileri sürülen hale uğursuzluk denir. Tarihten günümüze kadar insanlar bir takım şeylerde uğursuzluk bulunduğuna inanmışlar­dır. Hiç bir dinî ve ilmî kaynağı olmayan uğursuzluk anlayışı ne yazık ki hala insanlığı olumsuz yönde etkilemeye devam eden faktörlerin başın­da gelmektedir.
Hiç bir şey doğuştan uğurlu veya uğursuz olamaz. Uğursuzluk in­sanların kendi anlayışındadır. Halk arasında sık sık kullanılan "Uğurlu geldi" veya "Uğursuz geldi" gibi sözler birer zan ve kuruntudan ibaret­tir. Her şey Allah'ın takdiri ile meydana gelmektedir. Olaylara bu pen­cereden bakmak gerekir. Eşyalar cansız birer varlıktırlar. Allah'ın izni olmadan hiçbir şeye tesirleri olamaz. Bu bakımdan İslam'da uğursuzluk anlayışı yoktur. Uğursuzluk vehimleri içinde kıvrananlara dinimiz tefe-ül, hayra yormayı tavsiye etmiştir.
Efendimiz bu konuda "Uğursuzluk yoktur. Ben hayra yormayı yeğlerim" buyurdu. Ashabın hayra yorma, tefeülün ne olduğunu sormaları üzerine Resul-i Ekrem onun güzel söz olduğunu söyledi. Efendimiz asla uğursuzluğu kabul etmezdi. Bir gün huzurunda uğursuzluktan söz edildi. Bunun üzerine Efendimiz "En güzeli hayra yormadır. Uğursuzluk hiçbir müslümanı teşebbüsünden vazgeçirmesin. Herhangi biriniz hoşlanmadığı bir şey gördüğü zaman "Allahım, iyilikleri sadece sen verirsin, kötülükleri yalnız sen giderirsin. Günahtan kaçacak güç, ibadet edecek kuvvet ancak senin yardımınla kazanılabilir" diye dua etsin, buyurdu.
Fal-i hayr denilen hayra yorma, uğurlu sayma veya tefeül, bu tür durumlarda müslümanın başvurabileceği yegane yoldur.  Mesela bir hastanın, kendisine "Salim" diye seslenilmesini, sıhhate kavuşacağı ile yorumlaması, henüz hacca gitmemiş birine "hacı" denilmesini hacı ola­cağı şeklinde anlaması birer hayra yorma, tefeüldür. Efendimiz, bir türlü sonuçlandırılamayan Hudeybiye görüşmeleri sırasında müşrikler adına Süheyl İbni Amr'ın temsilci olarak geldiğini görünce, onun ismindeki kolaylık manasını hayra yorarak "İşimiz kolaylaştı demektir" buyurdu. İnsanların çoğu olayda söyleyene değil, söyletene bakılması yönündeki sözleri de bir çeşit hayra yormadır.
Diğer taraftan Efendimizin güzel kelime, olumlu yorum diye açık­ladığı fal-i hayrı yeğlemesi, tefeülün temelinde Allah Teala'ya hüsnüzan beslemek anlamını ihtiva etmesinden kaynaklanmaktadır. Uğursuzluğa karşı çıkması da ortada kesin bir delil bulunmamasına rağmen Allah Teala hakkında suizanda bulunmak manasını çağnştırdığmdandır. Hayat­ta olaylar hakkında daima hüsnüzan beslemek lazımdır. İnsan suizan-dan sorumlu tutulur, ama yanılsa bile hüsnüzandan dolayı sorumlu tu­tulmaz. Bütün kaybı iyi niyeti sebebiyle yanılmış olmaktan ibaret kalır.
Uğursuzluk, tıyere, tetayyür kelimeleriyle ifade olunur. Esasen uğursuzluk diye bir şey yoktur. Asıl uğursuzluk, uğursuzluk vehmine kapılmaktır. İnsanlar, tarih boyu bir çok şeyi iyiye veya kötüye yormuş­lardır. Bir şeyi ve olayı kötüye yormak ve o kötü yorumun tutsağı olmak dinimizce reddedilmiştir. Kuş ötmesini, kuşlarm sağa sola uçmasını, karşısına çıkan hayvanları, onların isimlerini birtakım istenmeyen so­nuçların habercisi gibi yorumlayıp yapacağı işten geri durmak, sağlam bir Allah inancma sahip olan insanların yapacağı bir şey değildir.
Teşeüm denilen kötüye yorma, uğursuzluğa hükmetme insanı psiko­lojik olarak rahatsız eder. Ümidini kırar, şevkini azaltır. Tefeül yani hayra yorma ise henüz ortada bir şey olmasa bile, insana bir aşk ve şevk verir. Psikolojik olarak onu rahatlatır. Bu da hayatı daha anlamlı kılar, yaşama sevincini artırır. Bu bile başlı basma bir canlılıktır. İnsana moral verir.
Bir şeyi uğursuzluğa yorma işine tıyere denir. Cahiliye devrinde in­sanlar bir iş için evden çıktıktan zaman önlerine çıkacak kuşların uçuşla­rından işlerinin hayırlı veya kötü çıkacağını tesbit ederlerdi ve buna ina­nırlardı. Eğer kuş sağ taraftan uçarsa bunu iyiliğe, sol taraftan uçarsa kö­tülüğe yorumlarlar ve bu ikinci takdirde yapmak istedikleri işi terk ederlerdi. Sağ taraftan uçuş halinde de niyet ettikleri işi yaparlardı. Bu cahiliye adetlerinden olan tıyere işi, hadiseleri uğursuzluğa yorma ma­nasında kullanılagelmiştir. Efendimiz "Uğursuzluğa yorma şirktir" bu­yurmuştur.
Tıyere denilen uğursuzluğa yorma işinin şirk olmasının iki manası vardır. Tıyere, cahiliye devri insanlarının, yani müşriklerin işidir. İs­lam'da bunun yeri yoktur. Bir iş üzerinde şu veya bu hareketin müessir bir sebep olduğuna inanmak şirktir. Yaratıcılıkta ve tasarrufta Allah'dan başkasına hak tanımak, ona ortak koşmak olur. Yapılması istenen bir iş, yasak olmayan hayırlı bir işse, onun yerine getirilmesi, zararlı ve yasak-sa yapılmamalıdır. İşler, kuş uçması, kedi ve karga çıkması ile iyiliğe veya kötülüğe yorumlanmamalıdır.
Nitekim İbni Mesud uğursuzluk inancının yaygın bir hastalık olduğunu ifade ederken kendilerinden her birine şirkin bulaştığını, Allah Teala'nın tevekkül ile onu giderdiğini söylemiştir. Müminler de ilk anda bazı hadiseleri kötüye yorumlama psikolojisinden kurtulamaz. Ancak düşünüp kendilerine geldikten sonra Allah'a tevekkül ederek ondan kurtulabilir demektir. Bu ifade Efendimi­ze isnad edildiği takdirde, bundan müminler ve ümmet kasdedilmiş olur. Alışkanlıklardan dolayı insamn kalbine vehim ve kuruntu gelir. Müminler kesin olarak ilk anda bu illetten kurtulamazlar. Her şeyi Allah yaratmış olacağını, onun tasarrufuna ortakçı çıkamayacağını bilmekle bu kuruntu ve vehim giderilir.
Özetle, kalbe gelen hatırata ve gafletten doğan hallere itibar edil­mez, Allah'a güvenilir. Vesvese kabilinden müminin kalbine gelen şey, imanı zedelemez. Ancak gerçek olduğuna inanarak uğursuzluğu tasdik etmek gizli şirktir. Mümini de bundan Allah'a güven kurtarır.
İslam'da uğursuzluk anlayışı olmadığından olayları kötüye yor­mamak gerekir. Bir hac mevsimi günlerinde Efendimize ümmetler arz edilmiş, Efendimiz kendi ümmetinin çokluğu hoşuna gitmişti. Onlar dağları taşları doldurmuşlardı. Melekler kendisine bundan razı olup olmadığını sorunca Efendimiz razı olduğunu söyledi. Kendisine onlarla birlikte yetmiş bin kişinin daha sorgusuz olarak cennete girecekleri, onların efsun yapmayan, dağlanmayan, uğursuzluğa inanmayan ve rablerine güvenip dayanan kişiler olduğu söylendi.
Efendimizin bu anlattık­larını dinleyen Ukkaşe kendisinin de onlardan olması için Efendimizden dua istedi. Efendimiz de ona dua etti. Demek ki sağlam bir inanca sa­hip olmanın şartlarından bir tanesi de uğursuzluğa inanmamaktır. Hay­rı ve şerri, iyiliği ve kötülüğü Hak'tan bilerek yaşamak gerçek tevhiddir. Böyle inanan insanların yeri sorgusuz sualsiz cennettir.
Olayları kötüye yorma durumu söz konusu olamayacağına göre cin çarpması gibi saçma sapan şeylere inanmak da doğru değildir. Aişe'den rivayet edildiğine göre, çocuklar doğduğu zaman kendisine ge­tirilirdi de onlara bereketli olmaları için dua ederdi. Bir gün böyle bir ço­cuk kendisine getirildi. Aişe çocuğu yatağına koymaya gittiğinde bir de baktı ki başının altında bir ustura gördü. Usturayı neden koydukları­nı sordu. Onlar da çocuğu cinden korumak, cinlerin çarpmasını engel­lemek için koyduklarını söylediler. Aişe usturayı alıp attı ve bu gibi şeyleri yasaklayarak Resul-i Ekrem Efendimizin uğursuzluğa yormayı hoş görmeyip bu gibi şeylere buğzettiğini söyledi.
Çocuklara takılan boncuk ve bahçelere asılan boynuz gibi şeyler de Aişe'nin yasakladığı adetin başka örnekleridir. Bunlar da hurafe ka­bilinden olan ve cin çarpması ile göz isabetini engelleyici şeyler değil­lerdir. Bunların İslam inanç ve adetleriyle bir ilgisi olmadığını bu hadis ortaya koymaktadır. Çocuklara yapılması gereken şey duadır, hakların­da hayırlı olanı istemektir.
Efendimiz "Baykuşlarda uğursuzluk diye bir şey yoktur. Yorum yapmanın doğrusu, hayıra yormadır. Nazar değmesi bir gerçektir" bu­yurdu. İslam'dan önce baykuşlarm ötüşü uğursuzluğa yorulur ve onun ötüşünden bir takım manalar çıkarılırdı. Efendimiz bu batıl inancı ortadan kaldırmasına rağmen zaman zaman bu çeşit hurafeler canlan­maya devam etmiştir. Günümüzde bile baykuş ve karga ötüşlerini uğur­suzluğa yoranlar ve bunlardan bir takım manalar çıkaranlar vardır. İs­lam dininin kaldırdığı bu yersiz adetlerin canlanmasına sebep olan halcehalettir. Bu hurafelerden kurtulmak, Efendimizin tavsiyelerini öğren­mek ve onlara uymakla olur.
Mal ve cana zarar vermek suretiyle neticelenen göz değmesi isabet-i ayın denilen nazar değmesi bir gerçektir. Bir mala veya cana, hased ka­rışmış olan hasret ve imrenme bakışı ile kötü bakışlı gözün zarar verme­sidir. Böyle bir bakıştan çok kere bakılan şeye zarar hasıl olur. Bu da gö­zün ruh ile olan sıkı irtibatından ileri gelen bir haldir. Maddi olarak izah edilemeyen manevi bir olaydır. Bütün kötülüklerden olduğu gibi, göz değme fenalığından da Allah'a sığınmakla kurtulmak mümkün olur. Hoşa giden bir şey görüldüğü zaman "Maşaallah lahavle vela kuvvete illabillah" denilirse nazar değmesinin zararı olmaz.
Efendimizin "Şayet uğursuzluk diye bir şey olacak olsaydı evde, kadında ve atta olurdu" buyurması, uğursuzluk diye bir kavram gerçek olsaydı, insanların uzun süre içinde yaşadıkları, beraber oldukları ve faydalandıkları mesken, hanım ve at gibi kendilerine en yakın nesneler­de onunla karşılaşmaları düşünülebilirdi anlamındadır. Evde, kadın­da ve atta uğursuzluk vardır demek değildir. Efendimizin bu beyanı, in­sanların en çok uğursuzluk vehmettikleri üç şey konusundaki genel ve yaygın kanıyı ortaya koyup bunun asılsız olduğunu anlatmak maksadı­na yönelik bir açıklamadır.
Evde uğursuzluk olmaz. Oturulacak ev her bakımdan uygun olursa o ev oturanlara huzur verir. Böyle olmayan evlerde huzur olmayacağı için o ev sahipleri evi uğursuz sayarlar. Halbuki ev cansız bir mekandır. Hiçbir şeye kadir değildir. Sakinlerine ne zarar ne fayda verebilir. Onun uğurla uğursuzlukla bir ilgisi olmaz.
Atta uğursuzluk anlayışını da doğru anlamak gerekir. İslam inancında uğursuzluk ve bereket bazısını bildiğimiz hikmetlere bağlı olarak Allah'ın takdiri ile olur. Yaratıklar bizatihi bunlarda müessir de­ğillerdir. Ancak Allah'ın takdirinin ne olduğu ne akılla, ne hislerle, ne de başka şeylerle bilinir, insan uğursuzlukla bereketi ayırmak ve birini di­ğerine seçmek için basit sebeplere baş vurur. Mesela bir hanımda din­darlık, beden sağlığı, akıl, edeb, güzel idare ve yaratılış güzelliği gibi haller varsa, onun denğinde bir erkeğin ona talip çıkarak onunla evlen­mesinde uğur ve bereket vardır. Bu vasıflara aykırı haller bulunursa denge bozulur. Böyle bir kadınla evlenen kişi de kadını uğursuzlukla suçlar. Halbuki gerçek öyle değildir.
Atın da iyi sıfatları malumdur. Bir at iyi vasıflarıyla helalından satın alınır ve cihad gibi üstün bir gaye için beslenirse, onda hayır ve bereket vardır. Esasen bütün eşyada bu hayır ve şer durumları aynen vardır. İn­san hayatı boyunca devamlı olarak bu anılan üç şeyden müstağni kal­madığı için bu üç şey esas olarak alınmıştır. Her şeyde dini ölçülerle eş­yayı değerlendirmek gerekir. Yoksa eşyada uğursuzluk veya bereket yoktur. Bunlar Allah'ın takdiri ile olur.
İnsanlar devamlı olarak sahip bulundukları bu üç şeyde ekseriya uğursuzluk yorumu yapmışlardır. Bundan kurtulmak ve rahata kavuş­mak için evinde rahat edemeyen ve daralan bir kimsenin uygun özellik­te başka bir eve geçmesi, hanımı ile geçinemeyen ve hayat şartları bağdaşamayan kimsenin hanımından ayrılması, binek vasıtasının huy vas­fından sıkıntıya düşen kimsenin onu değiştirmesi suretiyle zihnindeki kuruntuyu gidermesi ona manevi bir huzur verir. Gayri meşru yollara sapmadan hak üzere gerekli tasarruf yetkisini İslam dini insanlara ver­miştir. Eşyanın kendinde uğursuzluk olmaz, belki onların vasıflarındaki bozuklukların kötülüğü uğursuzluk sebebi olur.
Her konuda Allah'ın dilediği olur. Kul tedbirini almalı ama sonucu Allah'dan bilmeli ve beklemelidir. Müslüman, vehimlerle değil hayatın gerçekleriyle hareket etmeli, hüsnüzan sahibi olmaya özen göstermelidir.
Kahin, gelecekten haber verdiğini iddia eden falcı demektir. Keha­net gaybden haber verme işidir, yani falcılıktır. Arraf da bir anlamda kahin demektir. Ancak arraf, çalınmış veya kaybolmuş herhangi bir ma­lın veya eşyanın yerini haber vermekle mesleğini yürütür. Bir de mü­neccim vardır ki, o da aslında kahindir. Ancak o, olacak hadiseleri yıl­dızlara bakarak bildiği iddiasındadır.
Bazı insanlar Resul-i Ekrem'e kahinlerin yaptıkları hakkında fikrini sordular da Resul-i Ekrem onların aslı olan, doğru bir şey olmadığını ifade buyurdu. Ashabın ama onların geleceğe ait haber verdiği bazı şey­lerin söyledikleri gibi çıktığını söylemeleri üzerine Efendimiz "Onların bu tür haberleri görevli meleğin ilham ettiği gerçeklerdendir. Onu bir cin meleklerden kaparak kahin dostunun kulağına fısıldar. O kahinler de bir doğruya yüz yalan karıştırır halka sunarlar" cevabını verdi.
Melekler buluta inerler, gökte geleceğe yönelik verilmiş kararlan birbirlerine aktarırlar. Bu esnada şeytan, kulak hırsızlığı yaparak edin­diği bilgiyi kahinlere fısıldar. Onlar da bu habere kendiliklerinden yüz yalan katarlar. Kahinlerin verdikleri haberlerin yüzde doksan dokuzu uydurmadır.
Çalıntı veya yitik malların yerini haber verdiğini iddia eden kişilere, arrafa inanmak yasaklanmıştır. Efendimiz bunlar için "Kim, çalıntı veya yitik bir malın yerini haber veren kimse arrafa gidip ondan bir şey sorar, söylediğini de tasdik ederse, o kişinin kırk gün hiç­bir namazı kabul olunmaz" buyurmuştur.
Gelecekte nelerin olacağını merak edip önceden bilme isteği, her dönemde insanların şu veya bu ölçüde ilgisini çekmiş bir konudur. Bu durum çağımızda da özellikle dini inançları zayıf olan kimseler arasında değişik isimler altında sürüp gitmektedir. Basın yayın organlarında her gün yayınlanan fallar bunun en görünür ve yaygın örneğini teşkil et­mektedir.
İnsanın her zaafını farklı boyut, mahiyet, şekil ve isimlerle de olsa kötüye kullanma girişimleri her devirde ve yörede bulunmuştur. Gerçe­ğin unutulduğu dönem ve yörelerde bu istismar akıl almaz boyutlara çıkmış ve kahinler toplumları yönlendirir ve yönetir konuma bile gel­mişlerdir.
Müneccimlerin yaptıkları da yıldız hareketlerini izleyerek doğru yanlış birtakım tahminlerde bulunmaktan ibarettir. Bunda da yalan ve yanlış ağırlıklıdır. Ancak burada astronomi ilminin müneccimlikle hiç bir ilişkisi' olmadığı unutulmamalıdır. Efendimiz onlara hakkmda "Yıl­dızlardan bir bilgi edinen, bir parça sihir elde etmiş olur. Bilgisi arttıkça günahı da artar" demiştir.
Çalıntı veya yitik eşya ve malların yerini bildiği iddiasmdaki arraflara gidip onlara inanma gafletini gösteren kimselerin gelecek kırk gün içinde kılacakları namazlar kabul edilmez, onlar böylece cezalandı­rılır. Kırk günlük süre sözü de mahrumiyetin büyüklüğünün bir ifade­sidir. Falcılara, kahinlere bir defacık gidip onlara bir şey sormanın cezası bu kadar ağır ise, bunu sürekli yapanlarm mahrumiyetlerinin ne kadar büyük olacağını oturup düşünmek gerek. Açık gerçekleri bırakıp ihti­maller ve yalanlar deryasında kıvranıp durmanın kimseye kazandıraca­ğı bir şey yoktur. Fakat kaybettireceği çok şey vardır.
İslam, kehanetin her çeşidini ve kahinlere inanmayı yasaklamıştır. Kahinlerin verdikleri haberlerin hiç bir gerçek tarafı yoktur. Binde bir doğru çıkan bir söz olursa o da tamamen tesadüf eseridir. Yalancının, doğru söyleme ihtimali de bulunmasına rağmen nasıl şahitliği kabul edilmezse, hiç bir kahin ve falcının sözüne de asla itibar edilemez. Çalın­tı, yitik eşya ve malların yerini söyleyeceği iddiasındaki arraf ve kahin­lere bir şey sorup ona inanmak, kırk gün süre ile namazın sevabından mahrum kalmayı gerektiren bir cinayettir.
Fal ve kehanetin her çeşidin­den uzak durmak gerekir. Nitekim Efendimiz "Kuşları ürkütüp isimle­rinden, seslerinden ve hareketlerinden manalar çıkarmak, uğursuzluğa inanmak, kum üzerine çizgiler çizerek geleceğe yönelik hükümler çı­karmak bir çeşit sihir ve kehanettir" buyurmuştur.
Muaviye İbni Hakem Efendimize gelerek yeni müslüman olduğu­nu, kendilerinden bazı kimselerin kahinlere gidip, onların söylediklerine inandıklarını söyledi. Efendimiz artık onlara gitmemelerim, söyledikle­rine de inanmamalarım emir buyurdu. Bazı kişilerin de kuşların ötmesi­ni, sağa sola uçmasını uğursuzluk saydıklarını söylemesi üzerine "Bu, içlerinde buldukları bir zan, bir duygudur; bu his onlara mani olmasın" buyurdu. O bazılarının kum üzerine birtakım çizgiler çizip ondan hü­küm çıkarmaya çalıştıklarını söylemesi üzerine de "Peygamberlerden bi­ri de çizgi çizerdi. Kimin çizgisi onun çizgisine uygun düşerse o isabet etmiş olur" cevabını verdi.
Kuşları ürkütüp veya dağıtıp onların hareketlerinden anlamlar çı­karmak yahut karga ile gurbete, hüdhüd ibibik ile hidayete hükmetmek gibi kuş isimlerinden bazı neticelere gitmek demek olan iyafe, kuşların ötüşünde veya uçuşunda uğursuzluk vehmetme tıyere, kum veya top­rak üzerine birtakım çizgiler çizerek, çakıl taşı, nohut, bakla vs. ile fal açma, açık açık kehanet ve göz boyamadır. Cibt aynı zamanda Allah'dan başka tapınılan her sahte ilah ve put anlamına da gelmektedir.
Gökyüzündeki yıldızların hareketlerinden bir şeyler öğrenmeye ve ileride meydana gelecek bazı olayları bu yolla bilmeye kalkışma, bir çeşit sihirbazlık öğrenmek anlamına gelir. Bu konuda ne kadar ısrar edilirse si­hirbazlık iddiasında da o kadar ileri gidilmiş olur. Burada bir noktayı çok iyi anlamak gerekmektedir.
Bu hadis-i şerifte, yıldızların durum ve hare­ketlerinden ileride şöyle şöyle olayların meydana geleceği, fiyatların arta­cağı, kıtlık vs. olacağı, savaş çıkacağı gibi birtakım kehanette bulunanlar yani yıldız falcılığı yapanlar kötülenmektedir. Rasathane gözlemcilerinin hesaplamaları sonucunda ayların başlangıcını, ay veya güneş tutulması zamanlarını, hava durumu tahminlerini yapmanın hadisimizdeki yasakla bir ilgisi yoktur. Astronomi ilmi de bu yasağın dışındadır.
Yıldızlara bakarak kıble yönünü, vakitleri ve yol tayinini yapabile­cek kadar bilgi edinmek hiç bir zaman menedilmiş değil, aksine yukarı­da ayetlerle teşvik edilmiştir. Yasaklanan şey, müneccimlerin yaptıkları gibi yıldızlara bakıp gelecek hakkında ahkam kesmeye kalkışmaktır.
Özellikle yeni yıla girerken hemen hemen dünyanın her ülkesinde falcı ve kahinlerin değişik yöntemlerle bu arada yıldızların durum ve hareketleriyle yeni senede olacak bazı olaylardan söz ettiklerini görürüz. Yarın kendi başına neler geleceğini bilemeyen bu insanların, dünyanın veya ülkenin bir yılında neler olacağını tahmin etmeye kalkıştıklarına üzülerek şahit oluruz. Bütün bunlar birer kehanet ve göz boyamaktan başka bir şey değildir. Kısacası aldanmak ve aldatmaktır. Bizim mana­mıza göre gaybı yalnızca Allah bilir.
İnsan zaman zaman içinde bir vehim ve bir zan hissedebilir. Bazı şeylerin kendisi için iyi olmayacağım, uğursuzluk getireceğini düşünebi­lir. Bunun herhangi bir sakıncası yoktur. Ancak bu zannın etkisinde ka­larak, yapılacak işi aksatmamak gerekir. Aksi halde bir zandan ibaret olan uğursuzluk, inanç haline dönüşür ve kişinin hayatına yön vermeye başlar ki, işte bu yasaktır.
Burada şuna da işaret etmek gerekir ki, kehanet ve falcılığa karşı çı­kan dinimiz, yapacakları işin sonucu hakkında tereddüt içinde kaldıkları zaman müslümanlan istihare yapmaya, yani, "Ey Rabbim, yapmak istedi­ğim şu işimin işlenmesi veya terkinden hangisi hakkımda hayırlı ise onu bana kolay kılmanı diliyorum" diye hayırlı olanın kendisine kolaylaştı­rılmasını dilemeye çağırmıştır. İstihare namazı ve duası, mümin için ruhi bir dayanak ve tatmin kaynağıdır. Onu her türlü yanlıştan ve tereddütten kurtaracak kulluk çizgisinde devamını sağlayacak en sağlıklı bir yoldur.
Ayrıca dinimiz bize bir de hayra yorumlama, tefe'ül yolunu tavsiye etmektedir. Kuşlarm ses ve hareketlerinden anlamlar çıkarmak, uğursuz­luğa inanmak ve yere çizilen çizgilerle veya anılan taşlar ve benzeri şeyler­le falcılık yapmak, şirk kokan bir tutum ve bir kehanettir.
İlm-i nücum öğ­renip yıldız falcılığına kalkışmak, sihir öğrenmek ve sihirbazlık yapmak demektir. İslam, cahiliye devrinin kalıntısı olan kehanet ve falcılığı bütün çeşitleriyle yasaklamıştır. Dinimiz, yapacağı işin, kendisi hakkında hayırlı olup olmadığım merak edenlere istihare namazı ve duası gibi çok tabii, tatminkar ve tevhid inancının gereği olan bir yol göstermiştir.
İslam kehanet ve falcılığın bir gelir kapısı olarak kullanılmasına, kahin­lik yapmak suretiyle ücret alınmasına da yasak getirmiştir. İş, meşru olma­yınca ondan elde edilen gelir de meşru bir kazanç sayılmamaktadır. Efen­dimiz, köpek parasını, fuhuş gelirini ve falcılık ücretini yasaklamıştır.
Hulvan-ı kahin ifadesi kahinin bahşişi, falcının avantası, şirinliği an­lamına gelir. Kahin, fala ve bakıcılar elde ettikleri ücreti herhangi bir sermaye karşılığı olmadan, yorulmadan, kolayca aldıkları için bu ifade kullanılmış olmalıdır.
Köpek satışından elde edilen para ve fuhuş kazancı da haramdır.
Mehr-i bağy, fuhuş ve zina karşılığında kadına verilen ücret demek­tir. Ona mehir denmesi, nikahtaki mehire şeklen benzemesi sebebiyledir. İsmet, iffet ve namusun bedeli olan bu gelir haramdır. Hatta bir hadisin ifadesiyle habistir, necasetten ibarettir. Fuhuş sektörünün günümüz­de kazandığı boyut dikkate alınınca bu yasağın da toplumun her ba­kımdan sağlığı için ne kadar yerinde bir yasak olduğu anlaşılacaktır.
Hadiste bu üç gelirin yasaklanmış olduğunun bir arada bildirilmesi, sadece hüküm açısından değil, toplumda meydana getirdikleri inanç ve ahlak yıkımı bakımından da aralarında bir etki birlikteliğinin bulundu­ğunu göstermektedir.
Falcı ve bakıcıların aldığı ücret haramdır. Bunu geçim vasıtası ola­rak kullanmak caiz değildir. Tabiatıyla falcılara para vermek de yasak­lanmıştır. Fuhuş ve zina geliri haramdır. Köpek alım satımından elde edilen para  bu hadise göre yasaklanmıştır. İnsanı Allah Teala'nın ibadetinden meşgul eden ehl ve mal uğursuzdur. Yasak olan yanlış inançlardan biri de uğursuzluğa inanmaktır.