www.musluman.biz

10 Mart 2012 Cumartesi

İNSAN İLİŞKİLERİNDE İNANCIN BELİRLEYİCİ ROLÜ

İNSAN İLİŞKİLERİNDE İNANCIN BELİRLEYİCİ ROLÜ

İnanç, temelde içsel ve kişisel bir olaydır. Yani kişi neye inanıyorsa önce onu kendi içinde yaşar ve neye inanmıyorsa onu da önce kendi içinde red­deder. Ancak sanıldığı gibi konu bu kadar basit, bu kadar soyut ve sınırlı de­ğildir. Doğrusunu söylemek gerekirse insan kendi içinde neye inanıyor, ya da neye inanmıyorsa mutlaka ona göre psikolojik bir tutum içine de girer. Hatta zaman zaman, içindeki bi inanma ya da inanmama olgusu, en sert ta­vırlar olarak onun dışına yansıdığı bile olur.
Unutmamak gerekir ki ölüme meydan okuyanlar, gözlerini kırpmadan düşmanlarının üzerine saldıranlar; para, servet, zenginlik ve şöhret uğ­runa katlanılmaz uğraş verenler; definelere ulaşmak için havsalaya sığmaz maceralara sürüklenenler, bir şeye inandıkları için böyle yapabilmektedirler. Öyle ise hiç tereddüt etmeden diyebiliriz ki bütün arzuların, umutların, dâ­vâların ve ideallerin temelinde bir inanç vardır; Bütün savaşların, kavgala­rın, politik mücadelelerin, ticarî rekabetlerin, yarışların ya da barışların, hatta propaganda ve reklamların arka planında mutlaka birer inanç vardır.
Dolayısıyla bütün bu gerçekler gösteriyor ki inanç, insanın psikolojisini birinci derecede yönlendiren, hatta tavırlarını belirleyen bir zihin ve yürek gücüdür. Bu bakımdan inanç, kendi tanımı içinde statik bir potansiyel ise de en ufak bir manipülasyonla dinamik bir güce dönüşebilir.
İnanç, ya da İslam'ın diliyle «iman» dediğimiz bu görünmeyen gücün bütün insanlardaki ortak özellikleri şu şekilde özetlemek mümkündür.
1. Bir şeye, gerçek diye kesinlik derecesinde inanan insanlar, temelde hak ya da batıl olsun yeri ve zamanı geldiğinde bu inanç uğruna her şeyle­rini feda edebilirler. İnançlı insanlar için bu ihtimal daima vardır ve top­lumsal yaşam açısından çok önemli bir noktadır. Öyle ki gölgesinden kor­kan nice kimseler, zaman gelmiş inançları uğrunda arslan kesilmişler, ha­yatlarını bile hiçe saymışlardır.
Unutmamalıdır ki gerek rahmânî zaferler, gerekse şeytânî galebeler seve seve canını feda eden insanların cesetleri üzerinde daima bina edilmiştir.  Şu halde güçlü inanç, kişinin, rolünü üstlenmek durumunda olduğu du­yarlı dakikalarda en cesur tavrı göstermek, ya da en coşkulu bir kulluk ha­lini yaşamak için ona gerekli aktiviteyi kazandırabilecek bir kaynaktır. Onun içindir ki Allah'ın huzurunda, huşû içinde namaza duran bir mü­minin, ruh hali nasıl ise, bir heykel karşısında kılı kıpırdamadan dimdik duran müşrik bir insanın ruh hali de aynen öyledir.
2. Hakka ya da batıla inanan insan, hiç bir zaman tarafsız olamaz. Kişi neye inanıyorsa onu, inanmadığı şeye daima tercih eder. Buna bağlı olarak inandığı şeye inananları da tercih eder. İşte deneye tutunan ve bilimsellik iddiasında olan pozitivizm, bu noktada iflas etmiştir.
Allah Teâlâ, Hucurât Sûresi'nin 10'uncu âyet-i Kerîmesi'nde meâlen şöyle buyurmaktadır: «Gerçek şu ki, müminler kardeştirler...» Müminler ise Allah'a, melek­lerine, kitaplarına, elçilerine, âhiret gününe ve kadere inananlardır. Şu halde bu gerçeklere içtenlikle inanan insanlar, renkleri, ırkları ve dilleri ne olursa olsun, hatta hangi ülkede ve hangi bayrak altında yaşıyor olurlarsa olsunlar, Allah'ın belirlediği bu iman ölçülerine göre kardeştirler. Bu da zo­runlu olarak şu sonuçları doğurmaktadır:
a) Müminler kardeş olduklarına göre birbirleriyle kardeşçe ilişkiler içinde olmak zorundadırlar. Keza bu ilişkileri bütün engellere rağmen sür­dürmek mecburiyetindedirler. Buna bağlı olarak onların birlik ve beraberli­ğine, dayanışma ve yardımlaşmalarına engel olan her şey, ama her şey on­ları, yüreklerindeki inanca aykırı bir doğrultuya yönlendiren düşmanların ve şeytanların planlarıdır.
b) Mümin olmayan insanlara gelince bunlar, -değil yakın akraba - anne, baba ve öz kardeş bile olsalar, hiç akraba olmayan müminlere göre yabancı sayılırlar. Mümin kişi, gerçekte yabancı olan bu yakınlarına karşı, duygula­rına belli bir yön vermek ve tedbirli olmak zorundadır.
Müminin İnsanlara Karşı İçsel Tutumu
Allah'a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, ölümden sonraki ebedî hayata ve kadere inanan kimsenin, insanlara karşı içinden izleyeceği tutum, elbette ki muhataplarının imânî durumlarına göre farklı olacaktır.
Örneğin gerçek bir yahudi, gerçek bir hıristiyan ya da gerçek bir budist, dinine mensup olmayan bir kişiyi veya bir topluluğu kendi dindaşlarına karşı desteklemez. Kulübüne gönülden bağlı bir futbolcu, inancını ya da ideolojisini paylaşmayanları, veya takımını tut­mayanları, kendi yandaşlarına karşı yine desteklemez.
Burada ince bir nokta daha vardır: Örneğin aynı insanda din ile ide­oloji, din ile milliyetçilik, din ile akrabalık ya da din ile başka bir duygu karşı karşıya gelebilir. Yani, aynı insanın içindeki farklı iki olgu arasında bazen herhangi bir nedenle çatışma doğabilir. İşte müslüman kişi eğer böyle bir durumda kalacak olursa onun iç dünyasındaki bu çatışma, kendisinin ger­çek bir imana sahip bulunup bulunmadığını ortaya çıkaran çetin bir sınav olur. 
Yeri gelmişken hatırlatmakta yarar vardır: Bu çetin sınavın en çarpıcı misallerini sahâbîler yaşamışlardır. Mesela Bedir Savaşı'nda, müşrik yakın­larına karşı kahramanca silah kullanmış olan, hatta kılıç darbeleri altında babasının, öz kardeşinin ve amcasının, parçalanmalarını serinkanlılıkla seyreden Ubu Huzeyfe (ra) ile babasını bizzat elleriyle öldüren Ebu Ubeyde (ra) gibi şanlı sahâbîler, derin bir imanın parlak örneklerini sergilemişlerdir.
Bir şeye inanmak, mutlak surette en az iki şeyden birine taraf olmak demektir. Esasen taraftarlık, kaçınılmaz bir hayat kanunudur. Onun için hiç bir kimsenin, imânî ve ideolojik konuda yan tutmaması mümkün değildir. Hemen her insanın, bağlandığı bir din, bilinç ve kültür düzeyine göre be­nimsediği siyasal bir görüş, savunduğu bir ideoloji, ya da kutsal saydığı bir dâvâsı vardır. Ancak bu açıklama, bütün insanları ilkel bir ayırımla dost ve düşman diye iki kamp olarak görmek anlamına gelmez ve asla gelmemelidir de. Fakat her şeye rağmen Kur'ân'ın ölçüleriyle bütün insanlar, mümin kişiye göre yine ikiye ayrılırlar. Bunların bir kısmı, Kur'ân-ı Kerîm'in tamamına inananlardır ki aralarında iman kardeşliği bağı vardır. Her çağda gerçek anlamdaki iman, bunların gönüllerinde varlı­ğını sürdürerek sonraki kuşaklara intikal eder.
İkinci kısma gelince bunlar da başlıca üç gruptur:
a)  Kur'ân'ın tamamına inanmayanlar;
b)  Kur'ân'ın içeriğini, istedikleri gibi yorumlayarak çarpıtanlar, ya da amacından saptıranlar;
c)  Kur'ân'ın bir bölümüne inanmayanlar, ya da (şeriat olarak) bu bö­lümü aşağılama cür'etini gösterenlerdir.

Tabiatıyla bu üç grup da kâfirdirler.
Mümin kişinin, insanlara karşı içsel tutumunun, nasıl olması gerekti­ğini  Kur'ân-ı Kerîm çok net bir şekilde belirtmiştir. Buna göre müminin, imanından kaynayan duyguları bütün insanlara karşı en çok üç farklı şe­kilde ayrışabilir. Bunlar: «Muvâlât»,  «Hazer» ve «Müsâleme»'dir.
Şimdi Kur'ân-ı Kerîm'in ışığında bu kavramların ne demek olduğunu anlamaya çalışalım:
1. Muvâlât: Dostluk, taraftarlık ve yan tutma anlamına gelen arapça bir masdardır. Bunun soyut kökünden türeyen ve (yerine göre)  dost anlamına gelen «veli» kelimesi Kur'ân-ı Kerîm'in birçok yerinde geçmektedir. İşte bu âyetlerden bazıları müminin ancak kendisi gibi mümin olan kimselerle dostluk kurabileceğini hükme bağlamaktadır. Yani mümin kişi, iman kavramının sınırları içinde ve gönül planında ancak ve ancak kendisi gibi imanlı kimselere karşı sevgi ve yakınlık duyabilir, onları dost ve kardeş sa­yabilir.
Bu kişisel duyguların uygulamadaki görüntüleri ise İslam fıkhının ko­nusudur. Mesele, elbette ki bu kadar soyut değildir. Çünkü müminler ara­sında da istenmeyen çeşitli olaylar cereyan edebilir, ihtilaflar çıkabilir, hatta zaman zaman kavgalar ve savaşlar bile patlak verebilir. Ancak bütün olum­suzluklara rağmen bu gibi olaylar hak ve adalet sınırları içinde birer hesap­laşmadan ibaret kalmalı, mümin kişi hiç bir zaman ve herhangi bir nedenle mümin kardeşine (ancak imandan yoksun kimselere besleyebileceği)  ya­ban­cılık duygusunu beslememelidir. Aksi halde bir iman tehlikesi içine gi­rebi­lir.
2. Hazer: Korunmak, olası bir tehlikeye karşı duyarlı ve tedbirli olmak demektir. Yine Kur'ân-ı Kerîm'in ışığında anlıyoruz ki mümin kişi, -en ya­kın akrabaları bile olsa - mümin olmayanlara karşı sevgi besleyemez, için­den onlara yakınlık duyamaz.
Bunlar: küfrün çemberi içinde olan müş­rikler, münafıklar, zındıklar ve mürtedlerdir. İslam'ın dışında kalmış olan insanlar, kim olurlarsa olsunlar müminlere yabancıdırlar. Bu. Hz. Muhammed (sav)'den önceki ümmetler için de aynen geçerli olmuştur. Nitekim büyük peygamberlerden biri olan Hz. Nuh (as)'un çağrısını kabul etmeyen oğlu da diğer âsîlerle birlikte tufânın kabaran sularında boğulup gitmiştir. Hatta, baba olarak bir ara duygulanan Hz. Nuh (as), oğlunu kur­tarmak için Allah Teâlâ'ya yalvarmış: «Ey Rabb'im ! Oğlum benim aile halkımdandır...» demişse de Yüce Allah O'na: «Ey Nuh ! O senin ailenden değildir. O, kötü işli biridir. Hakkında bilgin olmayan bir şeyi benden is­teme. Seni öğütlüyorum ki cahillerden olmayasın.» diye O'na sert bir karşılık vermiştir. Hz. Lût'un karısı da aynı suçu işlemiş ve asî yandaşla­rıyla birlikte yok olup gitmiştir.
Binaenaleyh, mümin kişi, inkarcı insanın kurtuluşu için şefaat ve aracı­lık da ya­pamaz; Ona Allah'dan rahmet dileyemez. Ancak bu örnekler ve açıklamalar, müminin, durup dururken se­bepsiz yere (kâfir bile olsa) insan­lara karşı düşmanlık beslemesi gerektiği an­lamına asla gelmez ! Sadece on­lardan gelebilecek kötülüklere ve tehlikelere karşı müminlerin duyarlı ve tedbirli olması anlamını taşır. Çünkü mümin­lerle kâfirler arasındaki ya­bancılık ne kan bağıyla, ne herhangi bir akrabalık bağıyla ortadan kalkar; Ne de onların kötülük ve tehlikeleri ihtimal olmak­tan çıkar. Allah (cc)'a ve O'nun insanlığa en son mesajı olan Kur'ân-ı Kerîm'de bildirdiği gerçeklere inanan insan, bu konudaki ciddi hükmün bi­lincinde olmak zorundadır.
Dolayısıyla bu insan, Allah Teâlâ'nın, açıkça ateşle tehdit ettiği, ya da pis dediği kimselere karşı asla yakınlık ve hayranlık duyamaz. Onların hiç bir başarısına sevinemez, ilim, kültür ve sanat adına yaptıktlarını içinden be­ğenemez, onları alkışlayıp kutlayamaz. Aksi halde (istediği kadar "mümi­nim" desin, ya da İslam'ın bütün gereklerini yapsın), onlardan biri oluver­mekten kurtulamaz !
3. Müsâleme:  Bu kelime, başkalarıyla barış içinde olmak demektir. Arapca «silm» kökünden gelmektedir.
Kur'ân-ı Kerîm'in en önemli öğütlerinden biri de barıştır. Nitekim Allah Teâlâ, bütün müminleri, barış ortamına girmeye çağırmış ve düşmanın barışa eğilim göstermesi halinde onların bu meyline olumlu kar­şılık verilmesini de emretmiştir. Çünkü Kur'ân'ın amacı, insanları her iki cihanda da mutlu kılmaktır. Mutluluk ise ancak barışın egemen ol­duğu bir ortamda yaşanabilir.
Mümin kişi, temelde bütün insanlarla iyi geçinen, elinden ve dilinden hiç kimsenin zarar görmediği örnek insandır. Elbette ki bu, bütün insanları sevgiye ve saygıya yaraşır görmek anlamını taşımaz. Allah (cc)'a iman et­miş, Kur'ân-ı Kerîm'in feyiz ve nurundan nasibini almış her insan çok iyi bilir ki toplum içinde müşrikler, münafıklar, zındıklar ve mürtedler gibi zararlı unsurlar da vardır. Bunların hepsi de kafirdir; Bunlar sevilmeyi, sa­yılmayı asla haketmiş insanlar değildir. Şu var ki bu insanların, yalnızca kendilerini ilgilendiren bulaşık vicdanları, İslam'ın evrensel değerleri üze­rinde yozlaştırıcı ve çarpıtıcı bir etki yapacak şekilde dışa yansımadığı ve müminlere karşı saygılı oldukları sürece onları halleriyle başbaşa bırakmak hem müminlerin esenliği, hem de genelin huzuru için gereklidir.
Düşünce planındaki bu barışçıl tutum, imana bağlı bir ahlâk kuralıdır. Bu sessiz tutumun eylemsel cephesi ise, onlara zaman zaman yöneltilecek tevhid ve ıslah mesajlarıdır. Bu da İslam'ın öngördüğü yöntemlerle ve yüce şeriatın belirlediği sınırlar içinde yapılır.
Büyük bir önemle belirtmek gerekir ki: Her çağda ve şartlar ne olursa ol­sun, Müminler, İslam'ın -istisnasız - bütün emir ve yasaklarını yerine ge­tirmeye ve yüce Kur'ân'ı, resmen yürürlükte ise uygulamaya, değilse, onu hayata geçirmeye çalışmak zorundadırlar.
Bu yükümlülük onlar için kıya­met kopuncaya kadar süreklidir. Binaenaleyh (mürted, zındık ve harbî ta­nımına girmeyen) aslî müşrikler, (yani İslam devletinin zimmî vatandaş­ları)  ile münafıklar gibi kâfir grup­lar, (müminlerin, Kur'ân'ı hayata geçirme faaliyetlerini sabote etmeye kal­kışmadıkları sürece)  bu grupların hak ve öz­gürlükleri dokunulmazdır. (Zındık, mürted ve harbi kâfirlerin İslam'da hukuksal bir statüleri yoktur.)

Müminin İnsanlar Hakkındaki Kanaatı
Müminin, görünürdeki gerçeklerden hareket ederek toplumda farklı davranış, ve kanaatlara sahip müslümanlar hakkında varabileceği yargı ise en çok dört şekilden ibaret olabilir. Bunlar: Tahsin, te'vîl, tefsîk ve tekfîr'­dir.
1. Tahsîn:  Bir eylemi uygun, normal, legal ya da güzel görmek demek­tir. Bu düşünsel değerlendirme, İslam'ın emir ve yasaklarından hiç birini açıkça çiğnemeyen kimsenin dengeli, mübah ya da takdir toplayıcı olan dav­ranışlarına ilişkin olumlu kanaattır. Bu kanaat, ya tamamen önyargısızca olur, ya da bir beğeni duygusu olarak kalben yaşanır. Mümin kişi, sadece gözlemlerine ve en doğru haber niteliğindeki bilgilerine bakarak bu çizgi­deki kimseler hakkında bir yargıya varmak durumundadır.
2. Te'vîl: Yorumlamak, -daha doğrusu - kuşkulu bir durumu maksatlı ve önyargılı yorumlamaktan kaçınmaktır. Örneğin bir müslüman eğer İslam'ın ölçülerine aykırı bir düşünce ve inanca saptığını, şüpheli kişi ve çevrelerle ilişki içinde olduğunu ya da suç ve günahlardan birini işlediğini açıkça ortaya koymamışsa, yalnızca söylentilere dayanılarak veya ihtimal­lerden hareket edilerek onun aleyhinde bir değerlendirme yapılamaz. Tersine, bilgisizliğin, duygusallığın, ya da çeşitli yanlışlıkların, bu gibi söy­lentilere yol açmış olabileceğine ilişkin yorumlarda bulunmak daha doğru olur. İşte buna «te'vil» denir. İman ve ahlâk konusunda bu, bir kural ol­duğu gibi İslam hukukunda da, «Berâet-ı Zimmet Asıldır.» Yani aksi ka­nıtlanmadıkça suçsuzluk esastır. 
Şunu da çok iyi bilmek gerekir ki İslam tecessüsü yasaklamıştır. Mümin kişi, mümin kardeşinin mahrem hayatını araştıramaz, araştırmayı bile düşünemez. Kişinin, düşünce ve inanç suçları gizli kaldığı sürece o, yalnızca kul ile Allah (cc) arasındaki bir mesele olarak kalır. Şu var ki eğer bir müslümanın şüpheli kanaat ve düşünceleri hakkında alınan duyumlar, başka bir müslümanın, veya İslam Devleti'nin ya da İslam Ümmeti'nin ha­yatı, sağlığı, esenliği, mutluluk ve başarısı ya da maddi ve manevi çıkarları açısından herhangi bir tehlike ihtimalini haber veriyorsa te'vîl yolu burada tıkanır. Bu olasılık, artık bir iman ve ahlâk konusu olmaktan da çıkar ve ciddi bir güvenlik sorunu olarak İslam Fıkhı'nın, birinci derecede konusu haline gelir !
3. Tefsîk:  Bir kimseyi fâsıklıkla suçlamak demektir. Fâsıklığın anlamı şudur: Müslüman kişinin, (küfür ve şirk gibi İslam'dan çıkmayı neticelendiren ağır suçlar hariç, diğer bütün) günah, yasak, çirkin ya da meşru örfe aykırı iş ve eylemlerden en az birini kanıtlanabilir şekilde işlemekle uğradığı sabıka­lılık durumuna «fısk» ya da «fâsıklık» denir. Kur'ân-ı Kerîm'de münafıklar ve kâfirler de fâsıklıkla nitelenmişlerdir. Ancak fâsık, daha çok bir fı­kıh terimi olarak sabıkalı müslümanlar hakkında kullanılmıştır.
Mümin kişi, «fâsık» ya da (yaklaşık olarak) aynı anlama gelen «fâcir» müslümanı dışlayamaz. Onunla ilişkerini nasıl düzenleyeceğini ise İslam Fıkhı belirler.
4. Tekfîr:  Bir kimseyi kâfirlikle suçlamak demektir. İslam âlimlerinin, çok dikkatli olunması uyarısında bulundukları noktalardan biri de budur. «Bu nedenle büyüklerden birçok zevât, "Günah işleyen hiç kimseyi kâfir diye suçlamayız." dememişlerse de, "Her günah işleyeni kâfirlikle suçlama­yız." demişlerdir.»
Bunun anlamı şudur: Müslüman kişi, işlediği hemen her günah sebe­biyle kâfir olmaz. Ama öyle günahlar, öyle suçlar vadır ki işlendiği zaman (Allah korusun !) İslam Dini'nden çıkmak için yeterli bir neden oluşturabi­lir.  Küfür çok ağır bir suç olduğu için, mümin kişi bu suçu işleyen kimse hakkında kesin yargıya varmadan önce bu durumdaki insanın gerçekten kâ­fir olup olmadığı hakkında duyduklarını yada gördüklerini tekrar tekrar gözden geçirmeli, gerekirse âlimlere danıştıktan sonra bu konuda karara varmalıdır.

SONUÇ

Kainatta en gelişmiş canlı yaratık insandır. Onun diğer bütün canlı­lar­dan en önemli ayrıcalığı ise sahip bulunduğu akıldır. Bu yüzdendir ki bü­tün canlılar arasında eşya ve olayların içyüzünü araştıran yalnızca in­san tü­rüdür.

Taşıdığı olağanüstü öneme ve bizzat kendisini hayretler içinde bıra­kan ilginç yapısına bakarak insan, kâinâtın karmaşık sırları ve olayların kalaba­lığı içinde hemen her şeyi öğrenmek, madde ötesine ulaşmak ve kendini aşmak iddiasındadır. Binlerce yıldır insanın merak ve heyecanla sürdür­düğü, gerçekleri yakalama yarışında onun bulabildikleri elbetteki küçüm­se­nemez. Buna rağmen kendini keşfetmekte uzun bir yol aldığı da söyle­ne­mez.

Aslında insanoğlu, bu hummalı arayışla ruhunun derinliğinde yatan bir özlemi ortaya koymaktadır. En büyük gerçeğe kavuşma özlemi de di­yebi­leceğimiz bu arayışın cevabını ise kısaca şu şekilde vermek müm­kündür:

İnsan, hayattaki bütün avantajlarını aklına borçludur. Dolayısıyla in­san aklı, her şeyden önce temel görevini fark etmeli ve bu görevi titizlikle ye­rine getirmeye çalışmalıdır. Bu göreve kısaca “Allah'a iman etmektir." di­yebiliriz. İnsan, bu suretle ancak uğrunda yaratıldığı amaca uygun ola­rak dünya hayatındaki yerini doldurabilir ve misyonunu tamamlayabilir. Bunu yaparken çok iyi bilmelidir ki onu ebedi kurtuluşa götürecek tek çı­ğır, gerçek vahyin (yani Kurân-ı Kerim'in)  ve aklın birlikte klavuzluk et­tikleri yoldan başkası değildir. Bu yolda rahatça yürüyebilmek ve amaca ulaşmak için in­sanın, önce kendisini çok iyi tanıması ve özellikle şu ger­çekleri bilmesi ge­rekir:
Basit düşünenlerce sanıldığı gibi nsan, sırf bir yığın et, kemik ve kandan oluşan basit ve sıradan bir canlı değil, bilakis zeki, bilinçli, sosyal ve rû­hânî bir varlıktır; Düşünür, yorumlar, muhâkeme eder, sorgular ve tasarlar; Zamanı, mekânı ve şartları hesaplar; İnanır, güler ve ağlar. İnsan, her şeyden önce Alemlerin Rabb'i olan Allah Teâlâ'ya ve O'nun bildirdiklerine inanmaktan sorumlu olduğunu idrak etmelidir. Çünkü insanın, bu dünya hayatında yerine getirmek du­rumda olduğu görevlerin hepsi bu noktadaki sorumluluğa dayanır. Ayrıca belirt­mek gerekir ki Allah (cc)'a ve O'nun bildirdiği gerçeklere iç­tenlikle iman eden insan, daha bu dünya da bile pembe bir âlemin kuca­ğında, mükemmel bir doyumun, erişilmez bir zevkin ve kesintisiz bir mutluluğun serinliği içinde yaşama imkanını elde edebilir.