İNSAN İLİŞKİLERİNDE İNANCIN BELİRLEYİCİ ROLÜ
İnanç, temelde içsel ve kişisel bir olaydır. Yani kişi neye inanıyorsa önce onu kendi içinde yaşar ve neye inanmıyorsa onu da önce kendi içinde reddeder. Ancak sanıldığı gibi konu bu kadar basit, bu kadar soyut ve sınırlı değildir. Doğrusunu söylemek gerekirse insan kendi içinde neye inanıyor, ya da neye inanmıyorsa mutlaka ona göre psikolojik bir tutum içine de girer. Hatta zaman zaman, içindeki bi inanma ya da inanmama olgusu, en sert tavırlar olarak onun dışına yansıdığı bile olur.
Unutmamak gerekir ki ölüme meydan okuyanlar, gözlerini kırpmadan düşmanlarının üzerine saldıranlar; para, servet, zenginlik ve şöhret uğruna katlanılmaz uğraş verenler; definelere ulaşmak için havsalaya sığmaz maceralara sürüklenenler, bir şeye inandıkları için böyle yapabilmektedirler. Öyle ise hiç tereddüt etmeden diyebiliriz ki bütün arzuların, umutların, dâvâların ve ideallerin temelinde bir inanç vardır; Bütün savaşların, kavgaların, politik mücadelelerin, ticarî rekabetlerin, yarışların ya da barışların, hatta propaganda ve reklamların arka planında mutlaka birer inanç vardır.
Dolayısıyla bütün bu gerçekler gösteriyor ki inanç, insanın psikolojisini birinci derecede yönlendiren, hatta tavırlarını belirleyen bir zihin ve yürek gücüdür. Bu bakımdan inanç, kendi tanımı içinde statik bir potansiyel ise de en ufak bir manipülasyonla dinamik bir güce dönüşebilir.
İnanç, ya da İslam'ın diliyle «iman» dediğimiz bu görünmeyen gücün bütün insanlardaki ortak özellikleri şu şekilde özetlemek mümkündür.
1. Bir şeye, gerçek diye kesinlik derecesinde inanan insanlar, temelde hak ya da batıl olsun yeri ve zamanı geldiğinde bu inanç uğruna her şeylerini feda edebilirler. İnançlı insanlar için bu ihtimal daima vardır ve toplumsal yaşam açısından çok önemli bir noktadır. Öyle ki gölgesinden korkan nice kimseler, zaman gelmiş inançları uğrunda arslan kesilmişler, hayatlarını bile hiçe saymışlardır.
Unutmamalıdır ki gerek rahmânî zaferler, gerekse şeytânî galebeler seve seve canını feda eden insanların cesetleri üzerinde daima bina edilmiştir. Şu halde güçlü inanç, kişinin, rolünü üstlenmek durumunda olduğu duyarlı dakikalarda en cesur tavrı göstermek, ya da en coşkulu bir kulluk halini yaşamak için ona gerekli aktiviteyi kazandırabilecek bir kaynaktır. Onun içindir ki Allah'ın huzurunda, huşû içinde namaza duran bir müminin, ruh hali nasıl ise, bir heykel karşısında kılı kıpırdamadan dimdik duran müşrik bir insanın ruh hali de aynen öyledir.
2. Hakka ya da batıla inanan insan, hiç bir zaman tarafsız olamaz. Kişi neye inanıyorsa onu, inanmadığı şeye daima tercih eder. Buna bağlı olarak inandığı şeye inananları da tercih eder. İşte deneye tutunan ve bilimsellik iddiasında olan pozitivizm, bu noktada iflas etmiştir.
Allah Teâlâ, Hucurât Sûresi'nin 10'uncu âyet-i Kerîmesi'nde meâlen şöyle buyurmaktadır: «Gerçek şu ki, müminler kardeştirler...» Müminler ise Allah'a, meleklerine, kitaplarına, elçilerine, âhiret gününe ve kadere inananlardır. Şu halde bu gerçeklere içtenlikle inanan insanlar, renkleri, ırkları ve dilleri ne olursa olsun, hatta hangi ülkede ve hangi bayrak altında yaşıyor olurlarsa olsunlar, Allah'ın belirlediği bu iman ölçülerine göre kardeştirler. Bu da zorunlu olarak şu sonuçları doğurmaktadır:
a) Müminler kardeş olduklarına göre birbirleriyle kardeşçe ilişkiler içinde olmak zorundadırlar. Keza bu ilişkileri bütün engellere rağmen sürdürmek mecburiyetindedirler. Buna bağlı olarak onların birlik ve beraberliğine, dayanışma ve yardımlaşmalarına engel olan her şey, ama her şey onları, yüreklerindeki inanca aykırı bir doğrultuya yönlendiren düşmanların ve şeytanların planlarıdır.
b) Mümin olmayan insanlara gelince bunlar, -değil yakın akraba - anne, baba ve öz kardeş bile olsalar, hiç akraba olmayan müminlere göre yabancı sayılırlar. Mümin kişi, gerçekte yabancı olan bu yakınlarına karşı, duygularına belli bir yön vermek ve tedbirli olmak zorundadır.
Müminin İnsanlara Karşı İçsel Tutumu
Allah'a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, ölümden sonraki ebedî hayata ve kadere inanan kimsenin, insanlara karşı içinden izleyeceği tutum, elbette ki muhataplarının imânî durumlarına göre farklı olacaktır.
Örneğin gerçek bir yahudi, gerçek bir hıristiyan ya da gerçek bir budist, dinine mensup olmayan bir kişiyi veya bir topluluğu kendi dindaşlarına karşı desteklemez. Kulübüne gönülden bağlı bir futbolcu, inancını ya da ideolojisini paylaşmayanları, veya takımını tutmayanları, kendi yandaşlarına karşı yine desteklemez.
Burada ince bir nokta daha vardır: Örneğin aynı insanda din ile ideoloji, din ile milliyetçilik, din ile akrabalık ya da din ile başka bir duygu karşı karşıya gelebilir. Yani, aynı insanın içindeki farklı iki olgu arasında bazen herhangi bir nedenle çatışma doğabilir. İşte müslüman kişi eğer böyle bir durumda kalacak olursa onun iç dünyasındaki bu çatışma, kendisinin gerçek bir imana sahip bulunup bulunmadığını ortaya çıkaran çetin bir sınav olur.
Yeri gelmişken hatırlatmakta yarar vardır: Bu çetin sınavın en çarpıcı misallerini sahâbîler yaşamışlardır. Mesela Bedir Savaşı'nda, müşrik yakınlarına karşı kahramanca silah kullanmış olan, hatta kılıç darbeleri altında babasının, öz kardeşinin ve amcasının, parçalanmalarını serinkanlılıkla seyreden Ubu Huzeyfe (ra) ile babasını bizzat elleriyle öldüren Ebu Ubeyde (ra) gibi şanlı sahâbîler, derin bir imanın parlak örneklerini sergilemişlerdir.
Bir şeye inanmak, mutlak surette en az iki şeyden birine taraf olmak demektir. Esasen taraftarlık, kaçınılmaz bir hayat kanunudur. Onun için hiç bir kimsenin, imânî ve ideolojik konuda yan tutmaması mümkün değildir. Hemen her insanın, bağlandığı bir din, bilinç ve kültür düzeyine göre benimsediği siyasal bir görüş, savunduğu bir ideoloji, ya da kutsal saydığı bir dâvâsı vardır. Ancak bu açıklama, bütün insanları ilkel bir ayırımla dost ve düşman diye iki kamp olarak görmek anlamına gelmez ve asla gelmemelidir de. Fakat her şeye rağmen Kur'ân'ın ölçüleriyle bütün insanlar, mümin kişiye göre yine ikiye ayrılırlar. Bunların bir kısmı, Kur'ân-ı Kerîm'in tamamına inananlardır ki aralarında iman kardeşliği bağı vardır. Her çağda gerçek anlamdaki iman, bunların gönüllerinde varlığını sürdürerek sonraki kuşaklara intikal eder.
İkinci kısma gelince bunlar da başlıca üç gruptur:
a) Kur'ân'ın tamamına inanmayanlar;
b) Kur'ân'ın içeriğini, istedikleri gibi yorumlayarak çarpıtanlar, ya da amacından saptıranlar;
c) Kur'ân'ın bir bölümüne inanmayanlar, ya da (şeriat olarak) bu bölümü aşağılama cür'etini gösterenlerdir.
Tabiatıyla bu üç grup da kâfirdirler.
Mümin kişinin, insanlara karşı içsel tutumunun, nasıl olması gerektiğini Kur'ân-ı Kerîm çok net bir şekilde belirtmiştir. Buna göre müminin, imanından kaynayan duyguları bütün insanlara karşı en çok üç farklı şekilde ayrışabilir. Bunlar: «Muvâlât», «Hazer» ve «Müsâleme»'dir.
Şimdi Kur'ân-ı Kerîm'in ışığında bu kavramların ne demek olduğunu anlamaya çalışalım:
1. Muvâlât: Dostluk, taraftarlık ve yan tutma anlamına gelen arapça bir masdardır. Bunun soyut kökünden türeyen ve (yerine göre) dost anlamına gelen «veli» kelimesi Kur'ân-ı Kerîm'in birçok yerinde geçmektedir. İşte bu âyetlerden bazıları müminin ancak kendisi gibi mümin olan kimselerle dostluk kurabileceğini hükme bağlamaktadır. Yani mümin kişi, iman kavramının sınırları içinde ve gönül planında ancak ve ancak kendisi gibi imanlı kimselere karşı sevgi ve yakınlık duyabilir, onları dost ve kardeş sayabilir.
Bu kişisel duyguların uygulamadaki görüntüleri ise İslam fıkhının konusudur. Mesele, elbette ki bu kadar soyut değildir. Çünkü müminler arasında da istenmeyen çeşitli olaylar cereyan edebilir, ihtilaflar çıkabilir, hatta zaman zaman kavgalar ve savaşlar bile patlak verebilir. Ancak bütün olumsuzluklara rağmen bu gibi olaylar hak ve adalet sınırları içinde birer hesaplaşmadan ibaret kalmalı, mümin kişi hiç bir zaman ve herhangi bir nedenle mümin kardeşine (ancak imandan yoksun kimselere besleyebileceği) yabancılık duygusunu beslememelidir. Aksi halde bir iman tehlikesi içine girebilir.
2. Hazer: Korunmak, olası bir tehlikeye karşı duyarlı ve tedbirli olmak demektir. Yine Kur'ân-ı Kerîm'in ışığında anlıyoruz ki mümin kişi, -en yakın akrabaları bile olsa - mümin olmayanlara karşı sevgi besleyemez, içinden onlara yakınlık duyamaz.
Bunlar: küfrün çemberi içinde olan müşrikler, münafıklar, zındıklar ve mürtedlerdir. İslam'ın dışında kalmış olan insanlar, kim olurlarsa olsunlar müminlere yabancıdırlar. Bu. Hz. Muhammed (sav)'den önceki ümmetler için de aynen geçerli olmuştur. Nitekim büyük peygamberlerden biri olan Hz. Nuh (as)'un çağrısını kabul etmeyen oğlu da diğer âsîlerle birlikte tufânın kabaran sularında boğulup gitmiştir. Hatta, baba olarak bir ara duygulanan Hz. Nuh (as), oğlunu kurtarmak için Allah Teâlâ'ya yalvarmış: «Ey Rabb'im ! Oğlum benim aile halkımdandır...» demişse de Yüce Allah O'na: «Ey Nuh ! O senin ailenden değildir. O, kötü işli biridir. Hakkında bilgin olmayan bir şeyi benden isteme. Seni öğütlüyorum ki cahillerden olmayasın.» diye O'na sert bir karşılık vermiştir. Hz. Lût'un karısı da aynı suçu işlemiş ve asî yandaşlarıyla birlikte yok olup gitmiştir.
Binaenaleyh, mümin kişi, inkarcı insanın kurtuluşu için şefaat ve aracılık da yapamaz; Ona Allah'dan rahmet dileyemez. Ancak bu örnekler ve açıklamalar, müminin, durup dururken sebepsiz yere (kâfir bile olsa) insanlara karşı düşmanlık beslemesi gerektiği anlamına asla gelmez ! Sadece onlardan gelebilecek kötülüklere ve tehlikelere karşı müminlerin duyarlı ve tedbirli olması anlamını taşır. Çünkü müminlerle kâfirler arasındaki yabancılık ne kan bağıyla, ne herhangi bir akrabalık bağıyla ortadan kalkar; Ne de onların kötülük ve tehlikeleri ihtimal olmaktan çıkar. Allah (cc)'a ve O'nun insanlığa en son mesajı olan Kur'ân-ı Kerîm'de bildirdiği gerçeklere inanan insan, bu konudaki ciddi hükmün bilincinde olmak zorundadır.
Dolayısıyla bu insan, Allah Teâlâ'nın, açıkça ateşle tehdit ettiği, ya da pis dediği kimselere karşı asla yakınlık ve hayranlık duyamaz. Onların hiç bir başarısına sevinemez, ilim, kültür ve sanat adına yaptıktlarını içinden beğenemez, onları alkışlayıp kutlayamaz. Aksi halde (istediği kadar "müminim" desin, ya da İslam'ın bütün gereklerini yapsın), onlardan biri oluvermekten kurtulamaz !
3. Müsâleme: Bu kelime, başkalarıyla barış içinde olmak demektir. Arapca «silm» kökünden gelmektedir.
Kur'ân-ı Kerîm'in en önemli öğütlerinden biri de barıştır. Nitekim Allah Teâlâ, bütün müminleri, barış ortamına girmeye çağırmış ve düşmanın barışa eğilim göstermesi halinde onların bu meyline olumlu karşılık verilmesini de emretmiştir. Çünkü Kur'ân'ın amacı, insanları her iki cihanda da mutlu kılmaktır. Mutluluk ise ancak barışın egemen olduğu bir ortamda yaşanabilir.
Mümin kişi, temelde bütün insanlarla iyi geçinen, elinden ve dilinden hiç kimsenin zarar görmediği örnek insandır. Elbette ki bu, bütün insanları sevgiye ve saygıya yaraşır görmek anlamını taşımaz. Allah (cc)'a iman etmiş, Kur'ân-ı Kerîm'in feyiz ve nurundan nasibini almış her insan çok iyi bilir ki toplum içinde müşrikler, münafıklar, zındıklar ve mürtedler gibi zararlı unsurlar da vardır. Bunların hepsi de kafirdir; Bunlar sevilmeyi, sayılmayı asla haketmiş insanlar değildir. Şu var ki bu insanların, yalnızca kendilerini ilgilendiren bulaşık vicdanları, İslam'ın evrensel değerleri üzerinde yozlaştırıcı ve çarpıtıcı bir etki yapacak şekilde dışa yansımadığı ve müminlere karşı saygılı oldukları sürece onları halleriyle başbaşa bırakmak hem müminlerin esenliği, hem de genelin huzuru için gereklidir.
Düşünce planındaki bu barışçıl tutum, imana bağlı bir ahlâk kuralıdır. Bu sessiz tutumun eylemsel cephesi ise, onlara zaman zaman yöneltilecek tevhid ve ıslah mesajlarıdır. Bu da İslam'ın öngördüğü yöntemlerle ve yüce şeriatın belirlediği sınırlar içinde yapılır.
Büyük bir önemle belirtmek gerekir ki: Her çağda ve şartlar ne olursa olsun, Müminler, İslam'ın -istisnasız - bütün emir ve yasaklarını yerine getirmeye ve yüce Kur'ân'ı, resmen yürürlükte ise uygulamaya, değilse, onu hayata geçirmeye çalışmak zorundadırlar.
Bu yükümlülük onlar için kıyamet kopuncaya kadar süreklidir. Binaenaleyh (mürted, zındık ve harbî tanımına girmeyen) aslî müşrikler, (yani İslam devletinin zimmî vatandaşları) ile münafıklar gibi kâfir gruplar, (müminlerin, Kur'ân'ı hayata geçirme faaliyetlerini sabote etmeye kalkışmadıkları sürece) bu grupların hak ve özgürlükleri dokunulmazdır. (Zındık, mürted ve harbi kâfirlerin İslam'da hukuksal bir statüleri yoktur.)
Müminin İnsanlar Hakkındaki Kanaatı
Müminin, görünürdeki gerçeklerden hareket ederek toplumda farklı davranış, ve kanaatlara sahip müslümanlar hakkında varabileceği yargı ise en çok dört şekilden ibaret olabilir. Bunlar: Tahsin, te'vîl, tefsîk ve tekfîr'dir.
1. Tahsîn: Bir eylemi uygun, normal, legal ya da güzel görmek demektir. Bu düşünsel değerlendirme, İslam'ın emir ve yasaklarından hiç birini açıkça çiğnemeyen kimsenin dengeli, mübah ya da takdir toplayıcı olan davranışlarına ilişkin olumlu kanaattır. Bu kanaat, ya tamamen önyargısızca olur, ya da bir beğeni duygusu olarak kalben yaşanır. Mümin kişi, sadece gözlemlerine ve en doğru haber niteliğindeki bilgilerine bakarak bu çizgideki kimseler hakkında bir yargıya varmak durumundadır.
2. Te'vîl: Yorumlamak, -daha doğrusu - kuşkulu bir durumu maksatlı ve önyargılı yorumlamaktan kaçınmaktır. Örneğin bir müslüman eğer İslam'ın ölçülerine aykırı bir düşünce ve inanca saptığını, şüpheli kişi ve çevrelerle ilişki içinde olduğunu ya da suç ve günahlardan birini işlediğini açıkça ortaya koymamışsa, yalnızca söylentilere dayanılarak veya ihtimallerden hareket edilerek onun aleyhinde bir değerlendirme yapılamaz. Tersine, bilgisizliğin, duygusallığın, ya da çeşitli yanlışlıkların, bu gibi söylentilere yol açmış olabileceğine ilişkin yorumlarda bulunmak daha doğru olur. İşte buna «te'vil» denir. İman ve ahlâk konusunda bu, bir kural olduğu gibi İslam hukukunda da, «Berâet-ı Zimmet Asıldır.» Yani aksi kanıtlanmadıkça suçsuzluk esastır.
Şunu da çok iyi bilmek gerekir ki İslam tecessüsü yasaklamıştır. Mümin kişi, mümin kardeşinin mahrem hayatını araştıramaz, araştırmayı bile düşünemez. Kişinin, düşünce ve inanç suçları gizli kaldığı sürece o, yalnızca kul ile Allah (cc) arasındaki bir mesele olarak kalır. Şu var ki eğer bir müslümanın şüpheli kanaat ve düşünceleri hakkında alınan duyumlar, başka bir müslümanın, veya İslam Devleti'nin ya da İslam Ümmeti'nin hayatı, sağlığı, esenliği, mutluluk ve başarısı ya da maddi ve manevi çıkarları açısından herhangi bir tehlike ihtimalini haber veriyorsa te'vîl yolu burada tıkanır. Bu olasılık, artık bir iman ve ahlâk konusu olmaktan da çıkar ve ciddi bir güvenlik sorunu olarak İslam Fıkhı'nın, birinci derecede konusu haline gelir !
3. Tefsîk: Bir kimseyi fâsıklıkla suçlamak demektir. Fâsıklığın anlamı şudur: Müslüman kişinin, (küfür ve şirk gibi İslam'dan çıkmayı neticelendiren ağır suçlar hariç, diğer bütün) günah, yasak, çirkin ya da meşru örfe aykırı iş ve eylemlerden en az birini kanıtlanabilir şekilde işlemekle uğradığı sabıkalılık durumuna «fısk» ya da «fâsıklık» denir. Kur'ân-ı Kerîm'de münafıklar ve kâfirler de fâsıklıkla nitelenmişlerdir. Ancak fâsık, daha çok bir fıkıh terimi olarak sabıkalı müslümanlar hakkında kullanılmıştır.
Mümin kişi, «fâsık» ya da (yaklaşık olarak) aynı anlama gelen «fâcir» müslümanı dışlayamaz. Onunla ilişkerini nasıl düzenleyeceğini ise İslam Fıkhı belirler.
4. Tekfîr: Bir kimseyi kâfirlikle suçlamak demektir. İslam âlimlerinin, çok dikkatli olunması uyarısında bulundukları noktalardan biri de budur. «Bu nedenle büyüklerden birçok zevât, "Günah işleyen hiç kimseyi kâfir diye suçlamayız." dememişlerse de, "Her günah işleyeni kâfirlikle suçlamayız." demişlerdir.»
Bunun anlamı şudur: Müslüman kişi, işlediği hemen her günah sebebiyle kâfir olmaz. Ama öyle günahlar, öyle suçlar vadır ki işlendiği zaman (Allah korusun !) İslam Dini'nden çıkmak için yeterli bir neden oluşturabilir. Küfür çok ağır bir suç olduğu için, mümin kişi bu suçu işleyen kimse hakkında kesin yargıya varmadan önce bu durumdaki insanın gerçekten kâfir olup olmadığı hakkında duyduklarını yada gördüklerini tekrar tekrar gözden geçirmeli, gerekirse âlimlere danıştıktan sonra bu konuda karara varmalıdır.
SONUÇ
Kainatta en gelişmiş canlı yaratık insandır. Onun diğer bütün canlılardan en önemli ayrıcalığı ise sahip bulunduğu akıldır. Bu yüzdendir ki bütün canlılar arasında eşya ve olayların içyüzünü araştıran yalnızca insan türüdür.
Taşıdığı olağanüstü öneme ve bizzat kendisini hayretler içinde bırakan ilginç yapısına bakarak insan, kâinâtın karmaşık sırları ve olayların kalabalığı içinde hemen her şeyi öğrenmek, madde ötesine ulaşmak ve kendini aşmak iddiasındadır. Binlerce yıldır insanın merak ve heyecanla sürdürdüğü, gerçekleri yakalama yarışında onun bulabildikleri elbetteki küçümsenemez. Buna rağmen kendini keşfetmekte uzun bir yol aldığı da söylenemez.
Aslında insanoğlu, bu hummalı arayışla ruhunun derinliğinde yatan bir özlemi ortaya koymaktadır. En büyük gerçeğe kavuşma özlemi de diyebileceğimiz bu arayışın cevabını ise kısaca şu şekilde vermek mümkündür:
İnsan, hayattaki bütün avantajlarını aklına borçludur. Dolayısıyla insan aklı, her şeyden önce temel görevini fark etmeli ve bu görevi titizlikle yerine getirmeye çalışmalıdır. Bu göreve kısaca “Allah'a iman etmektir." diyebiliriz. İnsan, bu suretle ancak uğrunda yaratıldığı amaca uygun olarak dünya hayatındaki yerini doldurabilir ve misyonunu tamamlayabilir. Bunu yaparken çok iyi bilmelidir ki onu ebedi kurtuluşa götürecek tek çığır, gerçek vahyin (yani Kurân-ı Kerim'in) ve aklın birlikte klavuzluk ettikleri yoldan başkası değildir. Bu yolda rahatça yürüyebilmek ve amaca ulaşmak için insanın, önce kendisini çok iyi tanıması ve özellikle şu gerçekleri bilmesi gerekir:
Basit düşünenlerce sanıldığı gibi nsan, sırf bir yığın et, kemik ve kandan oluşan basit ve sıradan bir canlı değil, bilakis zeki, bilinçli, sosyal ve rûhânî bir varlıktır; Düşünür, yorumlar, muhâkeme eder, sorgular ve tasarlar; Zamanı, mekânı ve şartları hesaplar; İnanır, güler ve ağlar. İnsan, her şeyden önce Alemlerin Rabb'i olan Allah Teâlâ'ya ve O'nun bildirdiklerine inanmaktan sorumlu olduğunu idrak etmelidir. Çünkü insanın, bu dünya hayatında yerine getirmek durumda olduğu görevlerin hepsi bu noktadaki sorumluluğa dayanır. Ayrıca belirtmek gerekir ki Allah (cc)'a ve O'nun bildirdiği gerçeklere içtenlikle iman eden insan, daha bu dünya da bile pembe bir âlemin kucağında, mükemmel bir doyumun, erişilmez bir zevkin ve kesintisiz bir mutluluğun serinliği içinde yaşama imkanını elde edebilir.